Tuesday, 1 July 2008

ANA-Bir

"Zayıflar Bizi Kendi Gücümüzden Utanmaya Zorladıkları İçin Kazandılar." Nietzsche

Paylaşmamaya karar vermişken, bir dostla sohbetimiz bu düşüncemdeki yanılgıyı ortaya koydu. Aslında okunmak artık umurumda değil; paylaşmak da! Ben yazarak "Güç İstemi"ne hizmet ediyorum.

"Başınıza geleni hiç bilmiyorsunuz, yaşam yolunda sarhoşlar gibi ilerliyorsunuz, zaman zaman da bir merdiven aşağıya yuvarlanıyorsunuz. Fakat sarhoşluğunuz sayesinde başınız yarılmıyor: Kaslarınız çok yorgun, kafanız çok dumanlı olduğundan o basamakların taşlarını bizim bulduğumuz kadar sert bulmuyorsunuz! Bizim için yaşam daha büyük bir tehlike : Topraktanız biz;...Birbirimize çarptığımız gün vay halimize! Düşersek her şeyin sonu demektir bu!" Nietzsche


Veya-mantığının aşağıda anlatacaklarımı anlamakta zorlanmasının anlayabilirim. Onun için bişey ya A ya da B'dir. Ve bu kurala uymayan herşey onlar için bir paradoks / çelişki / tutarsızlıktır. Herşeyin bir olmasını anladığım şekilde tarif etmeye çalışacağım. Ayrıca buradaki "bir" kavramıyla kastetiğim, her insanın veya herşeyin eşit olduğu kesinlikle değildir.

Bu durumu fantastik bir öykücük kalıbına dökerek anlatmaya niyetleniyorum. Eksik kalacağını baştan itiraf etmemde bir sakınca görmüyorum.

Önce insanaların nasıl "bir" olduğundan başlayacağım; çünkü en çok akla yatmaz görüneni sanırım bu husus. İnsanlar çeşit çeşit görünüyorlar ve hatta biz de zaman zaman onların doğalarının, biricik gen bütünlüğü ve çevre etkileşimleri olduğunu ve bu sebeple binbir şekil farklılık oluştuğunu ifade ediyoruz.

Peki, o zaman inanlar hem "farklı", hm de "bir" nasıl oluyorlar?

Bu yalnızca " canım dokundukları iplik aynıdır, dokuma şekli farklı olabilir " şeklinde ifade edilirse sanırım yeterli olmuyor ; çünkü bu sefer de insanlar " dokuma şekilleri " ile övünebilmeyi ya da başkalarını dövevilmeyi başarıyorlar.
Bunu bir örnekle izah edeceğim, lütfen bu fantastik öykücüğü sakince, sanki dedeniz size uyku öncesi bir masal anlatıyormuş gibi okuyun.

Her insanın bir küre olduğunu düşünün ve bu kürenin üzerinin belli sayıda minik aynacıklarla kaplı olduğunu ve bu aynacıkların karanlık olduğunu varsayın. Bu minik aynacıklar her insanda aynı ve eşit sayıdadır. yani bu durumda bu küreler birbirinin aynıdır.
Her küre dünyaya gelirken "doğa" tarafından bir bonus ile ödüllendirilir. Bu ödül şudur ; bu aynalardan oniki tanesi ( sayı atmasyondur ) ışıklandırılmış olur. Fakat her kürenin farklı yerlerindeki farklı oniki aynası aydınlıktır.

Böylece insan hayata karanlıkta başlamaz, kendisine başlangış puanı üklenmiştir. Aynı yerdeki aynaları aydınlatılmış insanalr arasında tabiidir ki bir tanıma duygusu, sempati oluşur. Kendisinde diyelim A/F/Z aynaları ışıklı olan küre, başkasında R/N/C aynalarının ışıklı olduğunu gördüğünde irkilir ve onu reddetme / yanlışlama / kötüleme gayreti içine girer. Çünkü kendini AFZ zannetmekte ve her kürenin de böyle olmasını istemektedir / beklemektedir.

Küre hayat içinde büyürken bazı olaylar ( Aşk, sarsıcı büyük acılar gibi ) nedeniyle başka kürede aydınlanmış O ve S aynasının kendinde de olduğunu fark eder. Bu farkındalık derhal onun yeni iki aynasını aydınlatır. Böylece 12 aydınlık aynası olan diyelim AFZ... serisi, AFZ....OS haline gelir.

Kürelerin kendini bilmekte gayretleri eşit olmadığından fırsatları da eşit olmayacaktır. Bu sebeple her küre hayatı içinde 12 aydınlık aynasına eşit sayıda aydınlık ayna ekleyemez. Zaten ekledikleri de farklı farklı olduğundan, küreler doğarken farklı gibi görünürken, ölürken de hala farklı görünücektir bu da doğaldır; çünkü kimse karanlık aynaları bilmez.

Bir kürenin bütün aynalarının aydınlık hale gelmesi pek alışıldık bir durum değil. Sadece şunu varsayabilirim o takdirde küre "ışık topu" haline gelir ki bu artık asla ondan alınamayacak "yuvaya dönüş biletidir"( ister Üst-İnsan deyin, ister başka bişey ).
Bunu örneğini ben görmedim, yalnızca bilgelik tarihinde böyle insanlar olduğunda dair kuvvetli sezgilerim var.

Bir diğer ve bence çok önemli aşama ise şudur:

Bazı küreler hayatlarında öyle çok aynayı aydınlatırlar ki, aydınlık bölümler, karanlık aynaları çerçeveleyecek şekilde öyle bir dağılır ki hala karanlık duran aynalar da "bilinir" hale gelir!
Şöyle örnekleyelim: Diyelim küre doğduğunda üstünde İstanbul, Honolulu, AlmaAta, Erzincan, Van... aynaları aydınlatılmış olsun. Diğer her yer karanlıktır. Bu kişi hayatı boyunca öyle çok ayna aydınlatmayı başarır ki, kıtalar tarafından çevrelenmiş okyanusu, yani bizim deyimimizle "hala karanlık aynalar" bölgesinin varlığını anlar. Bu durumdaki kişi herşeyin "bir" olduğunu artık bilir. Fakat bir ışık topuna dönüşmemiştir.

"Şu an" dan kopmuş ve simgeler / düşünceler yolu ile yaşamaya başlamış insanların yukarıdaki aşamalardan geçmesi bir zorunluluk haline gelmiştir. Dışımızdaki dünya aslında zihnimizdedir ve oradan yansıtılır. Milyarlarca insan tarafıdnan yüzbinlerce yıldır yansıtılan bu görüntüyü artık "gerçek" kabul etmek zorundayız. Zihin imgeler çöplüğüdür. "Ben" dediğimiz algımızın, zihnimizdekiler olduğu yanılgısı en büyük açmazımız olur. Oysa "ben" algısı tektir. Kendini zihindekiler zannederek ayrıştırır ve isim koyar ; Ayşe, Osman, Sibel gibi...
Ayrıştırma anlamanın bir yolu olmakla birlikte eğer bubu ifrata vardırırsanız sonu tımarhanede biter. Ve çok sayıda küre bunu yaparsa bu dünya böyle sonsuza kadar "oyun"u geveler.

Çok yaklaştığınız objenin çekim alanı sizi yutar; çünkü o obje yüzbinlerce yıldır sayılmayacak kadar çok insanın enerjisini içinde barındırmaktadır. Bir kişinin enerjisi bunun yanında hiç kalır. Kuvvetli olan zayıfı yutar; oyunun en gözde kuralı budur ( Güç-İstemi ). Bu sebeple herhangi bir şeye yaklaşırken; anlayabilecek kadar yakında, yutulmayacak kadar uzakta durmak gerekiyor.

"İnsanlar ışığın çevresinde toplaşırlar, daha iyi görmek için değil, daha iyi parıldamak için."
"Kişi, ışığını karartmayı da bilmelidir, böceklerden ve hayvanlardan kurtulmak için." Nietzsche

Wednesday, 4 June 2008

Nazım Hikmet Ran


It is the 45th anniversary of Nazım Hikmet Ran. You know, he is the one of the biggest poets in the world. I don't wanna tell anything about him, i can't do either! He is the one whom I adore and take him as my model. He was a friend of my father too, from Bulgaria. Anyway, i wanna share a Nazım's poem with you. There is need to tell nothing; the poem tells us everything. Here it is :


ABOUT LIVING


I


Living is no laughing matter:

you must live with great seriousness

like a squirrel, for example-

I mean without looking for something beyond and above living,

I mean living must be your whole occupation.

Living is no laughing matter:

you must take it seriously,

so much so and to such a degree

that, for example, your hands tied behind your back,

your back to the wall,

or else in a laboratory

in your white coat and safety glasses,

you can die for people-

even for people whose faces you've never seen,

even though you know living

is the most real, the most beautiful thing.

I mean, you must take living so seriously

that even at seventy, for example, you'll plant olive trees-

and not for your children, either,

but because although you fear death you don't believe it,

because living, I mean, weighs heavier.


II


Let's say you're seriously ill, need surgery -

which is to say we might not get

from the white table.

Even though it's impossible not to feel sad

about going a little too soon,

we'll still laugh at the jokes being told,

we'll look out the window to see it's raining,

or still wait anxiously

for the latest newscast ...

Let's say we're at the front-

for something worth fighting for, say.

There, in the first offensive, on that very day,

we might fall on our face, dead.

We'll know this with a curious anger,

but we'll still worry ourselves to death

about the outcome of the war, which could last years.

Let's say we're in prison

and close to fifty,

and we have eighteen more years, say,

before the iron doors will open.

We'll still live with the outside,

with its people and animals, struggle and wind-

I mean with the outside beyond the walls.

I mean, however and wherever we are,

we must live as if we will never die.


III


This earth will grow cold,

a star among stars

and one of the smallest,

a gilded mote on blue velvet-

I mean this, our great earth.

This earth will grow cold one day,

not like a block of ice

or a dead cloud even

but like an empty walnut it will roll along

in pitch-black space ...

You must grieve for this right now

-you have to feel this sorrow now-

for the world must be loved this much

if you're going to say ``I lived'' ...


Nazim Hikmet

February, 1948

Sunday, 11 May 2008

1 Mayıs Ekseninde 68 Kuşağı ve Eğitim Sistemi Üstüne Bir Deneme

“Türk genci, devrimlerin ve rejimin sahibi ve bekçisidir.Bunların gerekliliğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır.Bunları güçsüz düşürecek en küçük veya en büyük bir kıpırtı duydu mu, bu memleketin polisi vardır, adliyesi vardır demeyecektir.Hemen müdahale edecektir.Elle, taşla, sopa ve silahla, nesi varsa onunla.Yine düşünecek, demek adliyeyi de düzeltmek gerekir,diyecektir.Onu hapse atacaklar.Yasal yoldan itirazlarını yapmakla birlikte;Bana, İsmet Paşa’ya, meclise telgraflar yağdırıp,Haklı ve suçsuz olduğu için serbest bırakılmasını,korunmasını istemeyecek,Diyecek ki: Ben kanaatimin gereğini yaptım.Müdahale ve eylemimde haklıyım.Eğer buraya haksız olarak gelmişsem,Bu haksızlığı oluşturan nedenleri düzeltmek de benim görevimdirİşte,benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği...”
Mustafa K.ATATÜRK


Salt 1 Mayısı konu edinen bir yazıyı kaleme almayı planlarken, manevra değiştirerek 1 Mayıs akabindeki manzarayı gördükten sonra kağıda dökmeye karar vermiştim. Hatta yazının başlığını “ 2 Mayıs “ olarak atmayı planlıyordum. 1 Mayıs’tan bu yazının kaleme alınışına kadar geçen süreçte, 68 olaylarının 40. yılı nedeniyle ve kronik bir problem olan eğitim sistemiyle, konu kapsamını genişletme kararı aldım. Bir okurum tarafından ( aynı zamanda arkadaşım olan bir okurum ) 1 Mayıs’ta konu ile ilgili bir yazı yazmamış olmam nedeniyle kafasında soru işaretleri oluştuğunu öğrendim. Beni tanıyanlar görüşlerimi az-çok bilirler, en azından hangi cenahta yer aldığım ortadadır ki kendimi bir tek ideolojiyle sınırlandıran biri olmadığım şimdiye kadar anlaşılmış olmalıdır diye düşünüyorum. Kulvar değişikliklerinin moda olduğu bu dönemde arkadaşımın benle ilgili muallakta kalmasını anlayabiliyorum. Buradayım, kendimi ifade edebildiğim kadar netim ve bu konu hakkındaki ifadelerimi uzun olacağını düşündüğüm bu yazıyla ortaya koymaya çalışacağım.

1 Mayısın doğuş sürecinde, çıkış noktası, anti-amerikancı söylemler bağlamında bir paradigma olması nedeniyle ilginçtir. 1886 yılında Amerikan işçi sınıfının 8 saatlik iş günü için vermiş olduğu mücadelede sonucunda Şikago’da birçok işçinin ölmesi ve 4 işçi önderinin idam edilmesi sonrasında 1889’da Fransa’da toplanan 1.Enternasyonel 1 Mayıs’ın dünyanın her yerinde , "İşçi Bayramı" olarak kutlanması için karar alıyor.

Ülkemizde ise bu konuyla ilgili cumhuriyetin ilk yıllarından sonraki en kalabalık miting, 1977 yılında Taksimde yaklaşık 500.000 kişinin katıldığı ve 34 kişinin hayatını kaybettiği gün , tarihe Kanlı 1 Mayıs adıyla geçti. Ve bu kanlı günün sorumlularının hala ortaya çıkartılamamış olması tarihe büyük bir utanç lekesi olarak kaydedilmiştir! 68 kuşağını başlatan olayların ilki Fransa’daki Sourbonue Üniversitesinde meydana gelen öğrenci isyanıdır. Elbette devrimci Che Guevera’nın da 1967 yılında Bolivya’da yakalanarak öldürülmesinin bu olayların başlangıcına neden olduğunu söyleyebiliriz. 68 kuşağının Türkiye’deki uzantısını ise Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan, Mahir Çayan, Harun Karadeniz, Sinan Cemgil, İbrahim Kaypakkaya gibi öğrenci liderleri ve devrimciler oluşturmuştur. Solun bu dönemde çeşitli fraksiyonlara ayrılmış olması nedeniyle Kanlı 1 Mayıs’ın sorumlularının sol gruba mensup kişilerce yapıldığı önyargısının günümüze kadar gelen uzantılarının sonuçlarını hep birlikte gördük. İşçilerinden, emekçilerinden bu kadar ürken, onları “ayak takımı” olarak gören hükümet onlara hak ettikleri onuru (!) jopuyla, gaz bombasıyla, su tankıyla vermiştir!

2008 1 Mayısı, faşizan ve despot bir tavır sergileyen iktidar ve kabadayı ağzıyla tehditler savuran Muammer Güler şefliğinde orantısız güç kullanan bir polis-asker korosu gölgesinde geçmiştir. İşçi ve emekçilere Taksim yasağını, provakasyon istihbaratını ve geçmişte yaşamış olduğumuz acı günü gerekçe olarak sunan hükümet, insanların birbirlerini öldürdüğü maç kutlamalarına; tüm dünyanın dikkatini üzerimize çeken yılbaşı kutlamalarındaki ahlaksız karakteristiklerin dışavurumu için zemin oluşmasında bu tarz bir güvenlik ( ! ) ihtiyacı hissetmemiştir. Hatta daha da ileri giderek , işçilerin provakatif eylemler olabileceğini düşünemeyeceğini, kendilerini koruyamayacaklarını düşünerek onların adına onları koruma görevi üstlenerek onları hem fiziken hem de manen dövme ironisini ortaya koymuştur! Muhterem zat , sayın Erdoğan der ki “ Devlet 1 Mayısla ilgili görevini yapmıştır, sağduyu kazandı”. Bu zatın bu tarz açıklamalarına alışmış biri olarak çok şaşırdığımı söyleyemem. Kendilerine göre hemen hemen tüm konularda her şey rayındadır, ve treni rayına sokmuş olanlar olarak söyledikleri ve yaptıkları her şey mutlak doğrulardır. Türkiye’yi müreffeh (!) bir çizgiye taşıyan bu kişilerin iki de bir halkın istemlerinin kendi zihniyetleriyle aynı doğrultuda olduklarını Gine Papağanı gibi tekrarlamaları, geçmiş yönetimlerde yer alan tüm hükümetlere bok atmaları, takıyyecilik-demogogluk alanlarındaki uzmanlıklarıyla iktidar kalmayı başarıyorlar. Provakatif eylemlerin önünü kesmeye çalışan bir hükümetin 1 Mayısta provakasyonun odağı haline gelmesi sizce düşündürücü değil midir? Bu yetmiyormuş gibi kara çalmaya çalışırken bilgisizliklerini ortaya çıkaran gafları da meşhurdur sayın başbakanın. 1 Mayıs yasağının müsebbibi olarak göstermek istediği CHP’nin iktidar olduğu dönemde, 1978 yılında, 1 Mayıs huzur içinde kutlanmıştır.1979 yılında ise sıkıyönetim vardı. Konumuz bir partiyi savunmak diğerini yermek değildir. Konumuz yok sayılan, sömürülen, aşağılanan, modern ve demokratik olgular altında boynuna zincir vurulan işçi ve emekçi arkadaşlarımıza ve onların yanında olan öğrencilere, aydınlara, siyasetçilere, bilim adamlarına, vatandaşlara yapılan çirkin, gaddar ve faşizan muameledir! Bir adım daha ileri giderek hükümet bu olayları sözde hükümeti devirmeyi amaç edinmiş Ergenekon çetesi ile bağdaştırırsa hiç şaşırmayalım keza bu ülkenin yetiştirmiş olduğu en büyük beyinlerinden ve 68 kuşağının önemli temsilcilerinden biri olan Türk Tabipleri Birliği Başkanı Prof.Dr.Gencay GÜRSOY gözaltına alınmıştır.Neden? Çünkü 1 Mayıs’ta yaşanan çirkin olaylar için Savcılığa suç duyurusunda bulunmuştur.

Türkiye’de, çalışanlar; “değer üreten” değil de, yaratılan “değerden” pay alanlar olarak görülür ve bu "payın", en az olması gerektiğine ilişkin yaygın bir yargı oluşmuş durumdadır. Dolayısıyla ekonomik düzenleme içinde emekçiler, adeta “yük” sayıldığı ve bu ön yargıyla sosyal güvenlik sorunlarına çözüm arandığı için; sosyal güvenlik sorunlarının “burjuva demokratik” anlamda dahi düzenlenmesi yapılamaz durumdadır. Kapitalist sistem yalnızca burjuvazinin yaşamını güvence altına alır. Sosyal güvenlik sistemi ise, işçi sınıfının, burjuva sınıfın yaşamına tehdit unsuru olmadan ölmeyecek kadar / sürünerek yaşamını sürdürme koşullarına sahip olmasını düzenler. Burjuva devlet hukukunun asli argümanı olan sosyal güvenlik yasası, işçi sınıfının kendini köleleştiren sisteme onay vermesini ve karşılığında, kölelik koşullarının sürdürülmesinin güvence altına alınmasının kurallarını koyar. Sosyal güvenlik yasası kölelik yasasının kapitalizm dilinde okunuşudur.

TÜSİAD gibi kurumların 1 Mayısın tatil edilmesini istemesi bir nevi timsah gözyaşları gibi değerlendirmemiz mümkündür. Son zamanlarda Arzuhan Yalçındağ hanımefendiye bayılıyorum (!) zaten. Ne de olsa kendisi Türkiye’nin en güçlü kadını (!). Bu ülkede bu kadar eğitimli-eğitimsiz işsiz olmasının sorumlularından birisi de devlet ile birlikte bu kurumdur diye düşünmekteyim. Kanımca işgören maliyetlerini minimum seviyede tutabilmek ve çalışanı ehlileştirmek adına oluşturulmuş bilinçli bir işsizler havuzu vardır ortada. Bunu görebilmek için alem-i cihan olmaya gerek yok! İşçileri, emeğini satmak zorunda olan çalışanları bir tehdit unsuru olarak gören hükümet ile karını maksimize etmede işçiyi sistemin mekanik bir parçası olarak gören sermayenin arasında pimpon topu gibi kalmış çalışanların “sosyal devlet”, “ sosyal güvenlik yasası”, “toplumsal barış “ demokratik hak” gibi kavramlarla uyutulduğu bir ülkede, buna muhalif bir şeyler söyleyenlere hükümet ve çıkar grupları tarafından koro halinde “siyasal-hukuksal linç” uygulanması vahimdir. Tüm dünyanın dönüşümünde, değer yaratımında başrol oynayan işçilerin, emekçilerin bu kadar sömürüldüğü, 2. sınıf insan muamelesi gördüğü bir düzenin en önde giden örneğinin Türkiye’de yaşandığını söyleyebiliriz. Endüstri mühendisliği ve işletme okumuş, yöneticilik yapan biri olarak, ekonomik hayattaki varoluşumun kökeninde işçinin yattığı gerçeğini görebiliyorum. Daha fazla kazanıyor, organizasyon şemasındaki pozisyonum ve sosyal statüm gereği “ saygın “ ve “ayrıcalıklı” sayılıyorum. Giydiğim temiz janti takımlar ve taktığım kravat beni belli bir sınıfa sokuyor Okuduğum gazete, üye olduğum dernek veya partiler benim siyasi yaftam olmaktadır. Hatta tuttuğum takımın bile sosyolojik analizini yapanlar oluyordur muhakkak. Zaten hep başkaları bizim adımıza birşeyler yapmıyor mu bu ülkede? Üniversite mezunlarının %70’lerinin yetersiz, bilgisiz olduğu bir ülkede, okuma-yazma bilmeyenlerin oranının azımsanmayacak derecede olması, her şeyin diploma, belgeler, sertifikalar ve sınavlarla ölçüldüğü bir ülkede sağlıklı bir gelecek yaratmamız düşüncesi ne kadar sağlıklıdır? Cümle kuramayan, kendini ifade edemeyen, matematik bilimi dışında ortak paydada buluşulabilmesi hiç olası olmayan diplomalıların yaşadığı bir ülkeden bahsediyorum.
Yapılan araştırmalar göstermektedir ki günümüzde okuma ve anlama kabiliyetini en iyi geliştiren Yeni Zelandalılar, matematiği en iyi öğretip kullandırmasını bilen ve yabancı dili öğretmede ve öğrenmede en başarılı olan Hollandalılar, fen bilimlerini teknolojiye en iyi aktarıp uygulayan ve bunu en iyi öğreten Japonlar ve Ruslar, lise seviyesinde en başarılı ve kaliteli eğitimi veren aynı zamanda en kaliteli öğretmen yetiştirmede dünyada tek ülke Almanlar, üniversite seviyesinde özellikle lisansüstü eğitimde ve sanat dalında en iyi öğretimi veren ABD, dünyada ilk sırada yer alan ülkelerdir. (2 Aralık 1991 Newsweek)

Gaye, çocuklara birtakım gerçekleri öğretip ve onlara bilgi yükledikten sonra, kendi geliştirdiğimiz testlerle, yüklenilen bilginin ne kadarını aldıklarını değerlendirip ölçmek değildir. Bizler, yürüyen ansiklopedik insanlar yetiştirmeyi düşünmemeliyiz. Bizler öğrenciye kendine güvenmesini sağlayacak eğitim ve onun hayalini, hassasiyetini, öğrenme, anlama aşk ve şevkini arttıracak bir eğitim vermenin derdinde olmalıyız. Bizler öğrencinin konuyu ezberlemesini değil, kavramasını, anlamasını ve o bilgiyi kullanabilmesini sağlayan bir sistemin temellerini atmalıyız. Onlarda, bağımsız araştırma ve rapor yazma kaabiliyetlerini geliştirmeyi hedefleyen müfredatları geliştirmeliyiz.

Mevcut eğitim sisteminin ( özellikle 80 sonrası ) müfredatının bu ülkeye ve eğitim almış olanlara pek bir şey kazandırmadığı acı bir gerçektir. Ne de olsa önce binayı diken, sonra alt yapı çalışmalarına önem veren bir zihniyetin mirasyedileriyiz! İlkokul eğitimini Bulgaristan’da tamamlamış, ilkokul sonrasından yüksek lisans seviyesine kadar olan eğitim sürecini Türkiye’de tamamlamış biri olarak bilimin deneysel yüzünü görmemiş olmam, yabancı dil eğitimin tamamen yetersiz olduğuna şahit olmuş olmam ayrıldığım topraklarla, geldiğim topraklar arasında sıkışıp kalmama neden olmuştur. Henüz bir ilkokul öğrencisiyken birçok deney yapma şansına sahip olduğum, matematik ve fen bilimleri alanındaki sağlam temelleri attığım, daha ilkokul 3. sınıfında ingilizce, almanca ve rusça dillerini ciddi şekilde öğrenmeye başladığım, felsefe ve edebiyata diğer bilim dalları kadar önem atfedilen, satranç bilmeyenlerin mahcup düştüğü, haftanın 2 günü okul sonrasında yol kazı ve ağaç dikme çalışmalarına fiilen katıldığım, tarihi ve kültürel yerlerin hemen hemen hepsini yerinde görmüş ve içselleştirmiş, en az üç dalda lisanslı olarak spor yapmış, sadece bilginle, zekan ve insanlığınla var olabildiğin bir toplumda hem de komünizm ile yönetilen bir Bulgaristan’da çocukluğumun 12 yılını geçirdim. Hani şu 7-8 milyonluk ve fakir (!) Bulgaristan! Kültür şokunu üzerimde yıllarca taşımış ve hala adaptasyonumu tam sağlayamamış biri olarak nostaljik bir serzenişt içerisinde olduğum düşünülebilir. İlkokulda A.Einstein,Eflatun, Hegel, Marx, N.Hikmet, Atatürk, Lenin okunan bir ortamdan bahsediyorum.
Türkiye’de kitap okunma oranlarının düşük olduğu yönündeki istatistiki sonuçların doğru olduğu kuşku götürmez fakat altında yatan sosyoekonomik nedenler yadsınıyor gibi geliyor bana. 100 kuruş fark nedeniyle insanların BESAŞ ekmeği kuyrukları oluşturduğu bir ülkeden bahsediyoruz. İnsanların vahşi yaşam mücadelesine itildiği, gerçek anlamda sosyal güvenceleri olmayan, mezarda emeklilik reformuyla “ yaşlılık hayalleri” bile elinden alınmış bir ülkede ekonomik olarak gazetelerin “anlamlı” olması bile okuma motivasyonun sağlanmasında yetersiz olduğu ortadadır. “ Yatmadan Önce 100 Fırça Darbesi “ tarzı kitaplar bile 10 – 15 YTL, Edebi ağırlığı ve kalitesi olan kitaplar ise 20 – 30 YTL seviyelerinde seyrederken ve “ korsana hayır “ duyarlılığı gösterdiğimiz bu günlerde nasıl kitap edinebileceğimizi, kölelik şartları altında günde 12 saat çalışanların nasıl zaman bulup kitap okuyabileceğinin formülünü bize, aristokratlarımız ve oligarşinin önde gelen babayiğitleri söyleyebilirler mi?

Bağımsız Eğitimciler Sendikası'nın (BES) AR-GE birimi " Türkiye'nin Okuma Alışkanlığı " adlı bir rapor yayımladı. Rapora göre, Türkiye'de okunan kitaplar, genellikle " siyaset, aşk, cinsellik " konularını işliyor. Günde ortalama 5 saat televizyon seyreden Türk halkı, kitap okumaya yılda yalnızca 6 saat zaman ayırıyor. Türkiye, kitap okuma konusunda çoğu Afrika ülkesinin gerisinde kalmış durumda. Japonya'da toplumun yüzde 14'ü, Amerika'da yüzde 12'si, İngiltere ve Fransa'da yüzde 21'i düzenli kitap okurken, Türkiye'de bu oran on binde 1. Manzara ortada, çelişkiler yumağının odağında olan insanlar suçlanmadan evvel yaşamın kendisinin bir çelişki yumağı olduğu gerçeğini sanırım artık kanıksamamız yerinde olacaktır.
68 Kuşağı da mı oku(ya)mayan bir kuşaktı? 68 ruhunun oluşumundaki temel argüman “ Kapitalizm ve Savaş “ karşıtlığıdır kuşkusuz. Dolayısıyla bu dönemin gençliği kapitalizm ve savaş karşıtı ideologların ve yazarların kitaplarını okumuş, düşünmüş, sorgulamış ve devrimci bir çizgide yer almıştır. Kuşkusuz 68 yılında yaşamış olan herkes 68 kuşağına mensup değildir, bu noktaya dikkat çekmekte fayda vardır diye düşünüyorum. Kuşkusuz her kuşağın okuyan, sorgulayan, tartışan ve toplumsal olaylara duyarlı insanları olduğu değişmez bir gerçektir. Kuşkusuz 80 sonrasında televole kültürüyle yetişen bizlerin 68 kuşağını ve dünya dinamiklerini anlamasını bekleyemeyiz. Mevcut sistemin devamını garanti altına alacak yeter nicelikte zombie’ler yetiştiren devletin sözde rejim tehlikesi ihtimali karşısında takındığı 1 Mayıs tavrı ortadadır. Seçim sistemimizin sakatlığına ise hiç girmiyim keza yazının zaten cılkı çıkmış durumdadır, toparlamam da pek mümkün görünmüyor.
Kuşkusuz bu topluma daha fazla felsefe, daha fazla tarihi ve siyasi bilinç lazımdır. Tüm olumsuz koşullara rağmen daha fazla okuma alışkanlığı, sorgulayıcı ve eleştirel bakış açısı; inşa eden, dönüştüren bir kimlikle birlikte mucize hayal eden devrimci ruh lazımdır! Çirkinliklerin gölgesinde bıraktığımız 1 Mayıs sonrasında şimdiden gelecek 1 Mayısların güzel geçmesi için toplumsal ve siyasal zemini inşa etmeliyiz. İşçilerimizi, emekçilerimizi, yaşlılarımızı, çocuklarımızı, gençlerimizi başımızın tacı etmekten korkmayan hükümetler diliyorum. Hepinize saygılar diyerek sizi Jose Marti’nin şiiriyle baş başa bırakıyorum :

Aynı yalınlıkla ölmek isterim

Kırda bir çiçek gibi, sakin, gösterişsiz.

Mum yerine yıldızlar parlasın üstümde

Yeryüzü uzansın altımda sessiz.

Ben aydınlık ve özgürlük delisiyim

Varsın hainleri gizlesinler soğuk bir taş altında

Dürüstçe yaşadım ben, karşılığında

Yüzüm doğan güneşe dönük öleceğim.

Friday, 18 April 2008

SABAH'a Mektup

Sabah gazetesinin sadık bir okuyucusu olmasam da bab-ı alinin zihniyetini ve görüşünü görmek, tek kaynaktan beslenmemek adına mümkün olduğunca gazetenizi okumaya çalışan biriyim. Fikir ayrılığı, çeşitliliği ve zenginliği kavramlarına hoşgörüyle bakan birisi olmakla beraber ortak paydada buluşmamız kati olan birçok meselede bile beni hayrete ve dehşete düşüren görüşlere rastlamaktayım son zamanlarda. Türkiye, hem ekonomik hem de toplumsal uzlaşı noktasında tarihinin en dip seviyesini görmüştür. Bunda elbette hükümetin, muhalefetin, iş dünyasının ve cahil akıllısı köşe yazarlarının payı büyüktür. Çoğunluğun tahakkümünde kalmış olan azınlığın yok olma noktasına geldiği, hukukun iktidardakilerin işine gelir yönde reforme edilmesi; demokrasi, özgürlük, ekonomi, sosyal devlet kavramlarının hatta ve hatta bilimin iktidar olanların görüş ve ideolojilerine hizmet edecek şekilde manipüle edildiği 3. dünya savaşının başladığını söyleyebilirim. Çoğulculuk ve bireysel hakların koruma altına alınamadığı bir ülkede demokrasiden söz edilmesi salt teorik alanda kalır ki bu pratik hayatın içinde olan bizler için pek de anlamlı olmayan bir durum.

İş dünyası istihdam vergileri üzerindeki yükte şikayet edeceğine, bu ülkenin sorunlarının çözümüne gerçek anlamda ortak olsun, kar oranları aşağıya çeksin! Bu ülkenin ve bu ülke insanının zenginliğini kullanarak ( sömürü de diyebiliriz ) bir yerlere gelmiş bu insanlara bu kadar tapılması, önümüze başarılı insanlar olarak altın tepside sunulması tıpkı futbol ve din gibi uyutma politikalarının bir sonucudur!

Bu ülkenin sosyologları, antropologları, sosyal bilimcileri bu toplumun yapısı tekrar bir incelesinler. Bulgular sonucunda görülecektir ki yıllardır övündüğümüz sıcakkanlı, misafirperver, yardımsever, dayanışmacı, alçakgönüllü, toplumsal olaylara duyarlı , bilinç sahibi kavramlarının bu toplumun başat özelliği olma gerçeğini artık kaybetmiş olmasıdır! Her şeyi tüketen, sorgulamayan, toplumsal olaylara duyarlı olmayan, bilim ve felsefeyi sadece çok para kazanma unsuru olarak kullanan; kutsiyet verdiğimiz kavramlar arkasına gizlenirken ötekinin hayatını mahvettiğimiz; Avrupanın sadece zenginliğine, teknolojisine, modasına ve seks yaşantısına öykündüğümüz bir içi boş diplomalar ve sertifikalar sahibi bir aydın (!) grubu tarafından yönlendirilen yan yatmış bir gemiyiz güvertesinde umut olmayan. Herkes bişeylere taraftır ama sizin taraftarlığınız iktidar ve sermaye çevreleriyle sınırlıdır. TÜSİAD diye bir kurum halkın vekillerine akıl verebiliyorsa ve sizler de şakşakçılığınızla bu kesimi yüceltiyorsanız, bizler için söylenecek daha çok şey vardır !


Nazmi ŞENTÜRK

Wednesday, 5 March 2008

Ortaya Karışık

Uzun zaman oldu yazmayalı. Kalemimin pas tutmuş olma ihtimali olsa da bugün bişeyler yazacağım. Yazmak, seks ve koşunun ardından tüm varlığımla boşalabildiğim bir başka alandır. Bu üç edimde boşalım sonucu ortaya çıkan ürün farklı olsada, tasarım ve nihai kullanım açısından ortak birçok özelliği barındırdığına hiç kuşkum yok. Yazmak bir isyan, bir dışavurumdur benim için, içimdeki patlayıcı moleküler enerjiyi kelimelere döktüğüm! Ne dünya üzerindeki tüm gramerlerin doktoru olmam, ne de müthiş kelime dağarcığına sahip bir hatip olmam anlatmak istediklerimi anlatabilmeme yeterince yataklık edemez. Gördüğünüz ışık ateşin kendisi değil, kıvılcımı olabilir; işte bunun idrakiyle hayata bakanlara akıllı denir bence. İnsan hep bir süzgeç, bir dönüştürücü ( transformer ) olmak zorunda. Anneme farklı anlatmalıyım beni anlayabilsin diye, kız arkadaşıma, elemanıma, yeni tanıştığım birine, farklı kültürden olan birine, daha tanışmadığım birine.... şu malum insan beyni madem o kadar ( ki insanın kendisin de öyle olduğu söylenir ) mucizevi, neden frekans yoluyla, sadece düşünerek karşıya aktarım yapamıyor? Neden onun yapması gerektiği şeyi ben onu kullanarak dil vasıtasıyla yapmak zorundayım? Bu yazıyı okuyan ve okumayan sizler, hepiniz akıllı olduğunuzu sanıyorsunuz, hele hele bunu sertifikalara, diplomalara, sınavlara, testlere veya çok para kazanmaya dayandırıyorsunuz ya, işte acı-komik olan bu! Kısmen de olsa güzel / çirkin olduğunuzu kabul edebilirsiniz, yeteneksiz ve ucube olduğunuzu da ! ...ama aklı kimseye bırakmazsınız, o kadar sizde çok var ki ondan, dünyayı yıkıp tekrar inşa edersiniz yap-boz hafifliğinde. Bir de olayın biz salak olanlar için trajikomik boyutu ise kendi elinizle yarattığınız kutsal (!) kavramlar ve içinde boğulduğunuz fenomenlerin bize karşı bir kılıç gibi kullanılmasıdır. O kadar statik ve berrak kavramlarınız var ki kıçımıza bile girse zevkini süreriz! Müthiş bir duygu kombinasyonu altında yarattığınız çemberin dışında kalanları engizisyon mahkemesinde sallandırsanız onurlandırırsınız ama siz bunu yapmayıp can çekişerek yaşamamıza izin veriyorsunuz. Sizlerin kutsal kavramları var arkasına gizlendiğiniz : aşk, din, vatan, insanlık, kardeşlik vs... Lütfen biri bana anlatabilir mi ne kareşliği, ne aşkı? Bu ülkede en çok kardeşler, akrabalar birbirinden nefret ediyor; birbirimizin yüzünü görmemek için çok çalışıyoruz (!), arabamızın modelini yükseltmek için bir 20 yılı ipotek altına koymaktan hiç imtina etmiyoruz.

Kısa bir gizirgah yaparak gündemdeki bazı konuları ele alacağım bir yazı olmasını planlıyordum ama gene kendimi tutamadım. Üç noktayı ele almak istiyorum; 1-K.Irak Harekatı, 2-Fenerbahçe ve 3-Yoksunluk.

1. Hepinizce malum Kuze Irak'a gerçekleştirdiğimiz askeri operasyon 8 gün sonunda sona erdi. Kamuoyunda envai soru işareti ayyuka çıkmışken , hükümetten, muhalefetten, askeri kanattan ve basından yapılan açıklamaları dikkatli izliyoruz. Dedemiz Bush'un verdiği oyuncaklarla yetindiğimiz bir çocukluğu yaşarken, avrupanın çocuklarına öykünürken kendi arkadaşlarımızı poker oyununda kaybediyoruz. Sizin arkaşınız, benim arkadaşlarım ölürken büyüklerimizin çocukları bizim henüz girmeye hak kazanamadığımız oyun cenneti Avrupa'da oyunlar oynuyorlar, tahtadan ama yaşadığımız ahır kadar büyük sandıklarını 'yeşillik' lerle dolduruyorlar. Sakla samanı gelir zamanı!

Büyükanıt der ki; " Amerika tarafından basılan bir düğme olduğumuzu ispat eden olursa, üniformayı çıkartırım." Malum konu ıspatı pek mümkün olmayan bir kaos zaten, ikincisi üniformayı çıkarmak biz ızdırap olmasa gerek; söyler misin paşam, bunda benim kazancım n'olcak? Sen kimsin ki benim vekilime hesap vermezsin, hainden daha fazla zarar verici ithamı yapıştırırsın? Hadi bu ülkenin insanlarının çoğu tescilli gerizekalı diyelim , peki ama ya olmayanlar? Onları sabun mu yapalım? Sana hesap soranlara hesap vermek senin en asli görev unsurlarınan biri değil midir? Millet sana hesap soruyor, millet! Partiler veya Genel Başkanlar değil ! Nasıl azınlık çoğunluğun tahakkümünde kalıyorsa, sen de bir tek vatandaşın bile olsa sana hesap sorana hesap vermek zorundasın ! Böyle önemli bir konuda dünya önünde böcekleşmenin nesi askeri gereklilik, siyasi taktik paşam? Size o görevi veren milletin vekilleri askeri gereklilik çerçevesine hareket edin diye değil, Türkiye Cumhuriyeti'nin bekasını tehtid eden tarafları etkisiz hale getirin diye vermiştir. Oraya girmenize de çıkmanıza da ancak millet karar verebilir, siz değil ! Siz sadece kararları uygulayacı bir taktisyensiniz, karar verici değil !!! Strateji sanatında uzman olmanız gerekirken yaptığınız bu çaylaklığı bu halk hiçbir zaman unutmayacaktır, evet, bu halkın çoğunluğu gerçekten aptaldır ama bu kadar değil!

2- Fenerbahçe tarihi bir başarıya imza atarak Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek finale kalan sekiz takım arasına girerek hepimizi mutlu etmiştir. Öncelikle futbolun tıpkı din gibi insanlığı uyutan bir araç olduğuna inananlardanım. Fakat böylesi boktan bir dünyada tüm olumsuz koşullara, dengesizliklere rağmen Türkiyeyi temsil eden bir takımın dünyanın en iyi takım oyunu oynayan ve herkesçe favori gösterilen bir takımına karşı 2:0 yenik duruma düşmesine rağmen müthiş bir oyunla zafer kazanması alkışa değerdir. Büyük kulüp olmak sadece kupaları kaldırmak demek değildir, sosyal sorumluklarını yerine getiren, toplumsal olaylara duyarlı, dünyanın gidişinde etkin rol alan bir misyon yüklenmelidir. Bush fildişi kulesinde parmağında dünyayı döndürürken, dünyada açlıktan ölen milyonlarca insan var hala. İşletmeler devlete karşı cığırtkanlık yapacaklarına, salt kar odaklı bir zihniyet yaşatacaklarına devlet ve toplumla birlikte sosyal sorumluluk, sosyal duyarlılık noktalarında yürekten etkin, sadece kar oranları düştüğünde konuşan değil, hiç tanımadığı bir çocuk açlıktan öldüğüne de konuşan iş adamları istiyoruz! Onların serveri bu halkın sömürüsnden elde edilmiştir. Bu dünyada uyumayan insanlar da var!

3- Son olarak kısaca yoksunluktan bahsedeyim. Yoksunluğu kısaca tarif edersem, maddi veya manevi birşeyden mahrum olmak. İstenilen birşeye sahipsizlik durumu diyebiliriz. Bu dünyadan çoğu zaman yapmak zorunda olduklarımızı bazen de yapmak istediklerimizi yaparak, göçer gideriz. Çok istediğimiz birşeyin temelinde fiziksel ve ruhsal bir zaruret olabileceği gibi keyfiyet de yatıyor olabilir, fakat istediğimiz birşeyin yoksunluğu canımızı yakar, normal davranışlarımızı ketleyerek bizi o yoksunluğa angaje eder. Bize öğretilen ve dayatılan kalıplarla yaşamlarımızı sürdürürken mutsuz olan birçok insanla karşılaşmamanız imkansızdır. Bizler hayatlarımızı ebeveynlerimize göre, kültürümüze göre, çevremizdeki çoğunluğa göre düzenlerken hayat da bizi düzer ! Elbette düzülmek her şartta kötü değildir. Neyin veya kimin bizi düzdüğü önemlidir. Burada farkındalık çok önemlidir. Bilinçsiz bir toplum olduğumuz ortada, bize lolipop uzatanların hepsini Noel Baba gibi görme illüzyonuna sahibiz. Konuyu bağlarsam, burada önemli olan yoksunluk hissettiğimiz şeylerin önemi ve önceliğidir. Bir ferrari düşü veya bir kadın hayali bizim için bir yoksunluktur, çünkü sahip değiliz, hayal ediyoruz, beklenti içindeyiz. Ama işte tam da bu beklentilerdir bizi mutsuz kılan. Beklentilerimize odaklanmış otomatik yaşarken, elimizdeki Hyundai'nin veya yanıbaşımızdaki kadının yeterliliğini ve güzelliğini göremeyiz, kabul etmeyiz. Mazda sahibi bir kadın Porche arzulamasını normal kabu ederken, erkeğinin Angelina Joolie'yi arzulamasını ise kabul edemez. Ne ironik! Hayatı çok karmaşık yapıyorsunuz, bence biraz bilinç ve biraz düşündüğünüz kadar akıllı olmadığınızı kabullenmek bu işi kısmen çözer.