Thursday, 13 August 2009

Ardino ( Eğridere )

Sabahattin Ali’nin de doğduğu, Rodop dağlarının eteklerinde yer alan , Türklerin yoğun olarak yaşadığı şirin bir kenttir Ardino. Şehrin içinden geçen dereden dolayı Eğridere olarak bilinmekteydi. Babamın doğduğu yıl, 1934’te ismi Ardino olarak değiştirildi. Arda nehrinin orta kolu kentten geçerek Kırcaali Barajı’nda (Yazovir) son buluyor. Nüfusunun yaklaşık 30.000 civarında olduğu kayıtlarda vardır fakat; kayıtlı nüfusunun bir kısmı Türkiye’de, bir kısmı Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde ve bir kısmı da Bulgaristan’ın diğer kentlerinde yaşamaktadır. Kentin başlıca komşuları arasında Kırcaali, Cebel, Madan ve Smolyan yer alır. Başkent Sofya ile arasında 300 km mesafe vardır.







Kentin sanayisi gelişmiş değildir. Daha çok kültür, turizm ve tarım ağırlıklı bir ekonomiye sahiptir. Kentin en bilinen yerleri Dyavolski Most (Şeytan Köprü), Orlovi Skali (Kartal Kayalıkları), Krivus Kalesi, Tsitadela Şatosu, Beli Brezi, Aladağ, Kırcaali Barajı, Stoyan Köprüsü ve tabiî ki Arda nehridir.

İşte ben de bu şirin kentte doğdum, 11 yılımı orada geçirdim. Şehir merkezinde, üç dönümlük arazinin içinde yer alan şirin bir çiftlik evimiz vardı. Erik, kiraz, şeftali, dut, muşmula, vişne, ceviz, ayva, elma, armut ağaçlarının; üzüm bağlarının; çilek, domates, soğan, patates, fasulye, biber ve envai sebzenin yetiştiği ekili alanların; tam evin girişinde çiçek bahçesinin olduğu; ineklerin, koyunların, keçilerin, tavukların, hindilerin, tavşanların, güvercinlerin, kedi ve köpeklerin olduğu bir yerden bahsediyorum. Bahçemize arada misafirliğe gelen yılanları, kirpileri, gelincikleri, köstebekleri saymıyorum bile. Merdivenleri dışarıdan, iki katı ve büyük bir kileri olan bir evimiz vardı, dış cephesini her zaman beyaza boyadığımız. Kapı renkleri yeşildi tıpkı dışarıdaki yeşil yaşam gibi. Odaların duvarlarını desenli rulo ile boyardık ve ben bunu çok severdim. Sevdiğim bir diğer şey de salondaki ve mutfaktaki şöminelerdi. Özellikle kış aylarında dışarısının bembeyaz bir pamukla kaplandığı günlerde odanın penceresinden harika manzarayı seyretmek, odun cızırtılarına pikaplı radyomuzdan çalan türkülerin eşlik ( Alan Çayırları ) etmesi, sabahın erken saatlerinde annemin hazırladığı kaşa, turşu ve balkan çaylı sofranın etrafına ailecek oturulması, akabinde 2 mt yağan karın kapımızın açılmasını engellediği için, Rusya’dan sömestr için gelen abim, kız kardeşim ve babamla birlikte karın içinde tünel kazmamız, sonrasında sevinçle kar topu oynamamız, tekrar içeriye ıslak elbiselerle soba karşısına dönüş, annemin sıcacık limonlu balkan çayından içmeler, abimle satranç oynamalar, plakta Kadriye Latifova…





Çocukluk yıllarıma dair hatırladığım belirgin şeyler: ormanda çok zaman geçirdiğim, derelerde yüzdüğüm, km lerce yol aldığım, köpeğimle karanlıkta kedi kovalamaya çıktığım; mantar, kuşburnu, ısırgan otu topladığım; ağaçların, kilerin, ahırın üstü gibi yüksek yerlerden atladığım ( bi keresinde 1 hafta boyunca yürüyememiştim, zavallı kız kardeşimi de buna alet etmiştim. Bu tip durumlarda bir de babadan ceza alırdık ) ekstrem sporları denediğim bir çocukluk.Televizyon denen kutuyu sadece Skinoski, Nu Pagadi, Lorel-Hardi ve Charle Chaplin için seyrettiğimi hatırlarım. Bir de hafta içi akşamları saat sekizde bizi yatağa mıhlayan “ Leka Nosht Detsa” zımbırtısı!










Çocukken de okuyan bir tipmişim. Abimin kitapları, kent kütüphanesinden aldığım kitaplar ve haftalık olarak çıkan ve benim sürekli takip ettiğim “Dıga” dergisi. İlkokulun birinci sınıfında hiç konuşmadığım, hiçbir soruya cevap vermediğim, derse iştirak etmediğim için Bulgar öğretmenimin pes edip bizim eve gelerek “ ben bu çocukla yapamıyorum, hiç okumuyor, konuşmuyor…” demesiyle babam devreye girer. (dayak kesin de başka ne yapıldı hatırlamıyorum) Ben ki kız kardeşimden sonra yürüyen, konuşan spastik bir çocukmuşum. İşte o günden sonra bana ne olduysa sınıfın en başarılı öğrencisi oldum çıktım. O günlerde notlar kartpostal içine yazılıp bize verilirdi. Bütün odam “otli4en shest” (en yüksek not 6 idi) li kartpostallarla doldu ve bir ara babam durumu geriye döndürmeyi bile denedi sanırım. Yanlış hatırlamıyorsam sınıfın tek türk öğrencisiydim ve sınıfın en çalışkan kızı olan Svetlana’ya aşıktım. Resmi olarak çıkmaya başladıktan bir dönem sonra Türkiye’ye taşındık. (a.q böyle şansın)


Yunak Ardino Kulübünün (3. lig) futbol alt yapısındaydım. Bizim eve 5 dk. uzaklıktaki şehir stadyonunda idman yapardık. Burada büyüklerimizin lig maçlarını seyretmek harika bir zevkti. Gençler, ihtiyarlar, kadınlar, çoluk çocuk karnaval yerine çevirirdi stadı. Ortanca abim de müthiş bir santrfor idi. Güçlü, kafa toplarına hakim, uzaktan sert şutlar atabilen teknik bir golcüydü. Kızlar hayrandı. E adamda boy post, yakışıklılık, karizma …bende olmayan her şey vardı. Bu stadın hemen yanında bir havuz vardı, hemen hemen hergün yüzmeye geldiğim. Okul çıkışında eve gelip, çantamı bırakıp annemden 50 stotinka kapıp doğrucana buraya gelirdim. Bir küçükler için olan havuz vardı, bir de derinliğin 2 mt yi aştığı , büyüklerin yüzdüğü bir havuz vardı, trampleni de olan. İşte ben bacak kadar boyumla büyüklerin havuzunda yüzerdim. Tramplenden ilk kez atlayıp, en derine indikten sonraki yukarıya çıkış sürecinde öyle yusuf yusuf olmuştum ki…ama sonrasında iyi bir yüzücü olarak, havuzun maskotu olmuştum. Türkiye’ye göç edene kadar yaklaşık iki yıl yüzdüm orada.

Üç abimin birlikte düzenlediği partiler olurdu evimizde. Birsürü kızın erkeğin katıldığı, alkolün ve tatlıların bol olduğu, ve benim de büyüklerin arasında yer almaya çalıştığım ( ablaların “ ne kadar da tatlı” diyerek mıncıklamasına kıl olsam da…) eğlence geceleri. Abimin boyum kadar olan kolonları salona kurması, kasa kasa içkilerin taşınması, mezelerin, tatlıların hazırlanmasıyla başlayan gün, içkilerin tüketilmesi, kahkahaların atılması, dansların edilmesiyle devam ederek, ayakta kalanların kilerin üstünde (evin üstü gibi düşünün, iki katlı evimize bitişik tek katlı bir kilerimiz vardı) kocaman bir masa etrafında sohbete devam edilir ve Ruşka abim gitar çalardı. Domaçno rakılardan çaktırmadan ben de götürürdüm. Çakır keyif kafayla, çocukluğun verdiği, mutluluğu ve sevinci en derin özümseme ve yaşama haliyle masanın yanındaki döşeğe tatlı bir tebessümle kıvrılır, konuşmaları dinlemeye çalışarak uyur kalırdım.

Bu anlattığım şeyler komünizm zamanında yaşadığımız şeyler. İnsanlar arasında ekonomik uçurumların olmadığı, paranın insanları henüz ele geçiremediği, makamların, sınıfların, kıyafetlerin pek işe yaramadığı bir dönemden bahsediyorum. Bizim evde siyaset, tarih, felsefe, Einstein, Marx, Lenin, Atatürk hemen hemen hergün bizimle birlikte olmuştur. Son yıllarda Todor Jivkov ( asimilasyon ) da bizimle birlikte oldu ama daha çok “ da te eba maykata ….” eşliğinde. İsimlerimiz zorla değiştirildi. Benim adım Nikolay Chudomirov Uzunov oldu. Babam polis gücüyle zorla dayatılan bu durumu zorla kabul ederek en azından türk isimlerimize yakın isimlerimiz olsun diye düşünmüş. Nazmi-Nikolay, Ruşen-Rumen, Erol-Evgeni ..gibi. Yazımda bu konudan bahsetmeyeceğim. Eskileri deşip, birilerini suçlama taraftarı değilim. Ben doğduğum kentimi seviyorum, Bulgaristan’ı da Bulgar halkını da seviyorum. Birçok Bulgar sevgilim oldu, Bulgar arkadaşlarım var, komşularımız var. Olay tamamen siyaseti yönetenlerin, gücü elinde bulunduranların yanlış politikalarını zorla ortaya koymalarının bir sonucudur. Bunun Bulgar halkıyla bir ilgisi yok. Elbette ırkçılık noktasına varan milliyetçilik anlayışına sahip Bulgarlar vardır tıpkı burada, biz Türklerin arasında olduğu gibi. ATAKA ve destekçilerine bakarak, her an her şey geçmişteki haline dönebilir endişesiyle mantığı bir kenara bırakan eylemlere girişmek pek akıllıca olmasa gerek. Dünyanın birçok ülkesi çifte vatandaşlığa izin vermezken, bizler buna sahibiz. Elbette zorunlu göçe tabi tutulmamızın bunda etkisi çoktur. Daha düne kadar büyüklerimiz Bulgaristan’a küfrederken şimdi 3 ayda bir oradalar, tekrar mal-mülk alımı yapıyorlar, neden? Çifte vatandaşlık, Avrupa vatandaşlığı Bulgaristan göçmenleri için şanstır, ayrıcalıktır, güçtür. Pasaportlarımızı sadece gümrükten vizesiz geçmek için kullanmayalım. Orada yaşamıyoruz diye, ayağımıza kadar getirilen sandıklar olmasına rağmen, oy kullanmamazlık etmeyelim. Bu ülke için vatandaşlığımızı nasıl yerine getiriyorsak, orası için de vatandaşlık vazifemizi yapalım. Bunu yaparken sadece orada yaşayan akrabalarımız, insanlarımız var gözüyle bakmayalım; oranın doğduğumuz yer, vatanımız olduğunu hatırlayalım.

Her ne kadar Bulgaristan’a geldiğimde daha çok Sofia, Plovdiv, Varna gibi yerlere uğrasam da benim için Ardino’nun yeri apayrı. Tıpkı Ruşka gibi orayı ben de çok seviyorum. Umarım birgün dostlarımı alıp Şeytan Köprüsü altında rakı-mangallı bir sohbet etme şansımız olur.

Chao za sega

Wednesday, 12 August 2009

Aşk Matrixi




Öyle bir hayat yaşıyorum ki,
Cenneti de gördüm cehennemi de
Öyle bir aşk yaşadım ki
Tutkuyu da gördüm, pes etmeyi de.
Bazılar seyrederken hayatı en önden,
Kendime bir sahne buldum oynadım.
Öyle bir rol vermişler ki,
Okudum okudum anlamadım.
Kendi kendime konuştum bazen evimde,
Hem kızdım hem güldüm halime,
Sonra dedimki 'söz ver kendine'
Denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin,
Sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi bileceksin,
Uçmayı seviyorsan, düşmeyi de bileceksin.
Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredersin.
Öyle bir hayat yaşadım ki,
Son yolculukları erken tanıdım
Öyle çok değerliymişki zaman,
Hep acele etmem bundan, anladım...
F.Nietzsche


Aşkı araştıran bilimadamlarının ortaya çıkardığı sonuç pek şiirsel olmasa da bilimsel bir veriyi ortaya koydu. Aşk beyindeki görüntü, hormon ve genlerle anlaşılabiliyor. Amerika`daki Emony Üniversitesi`nden Larry Young`Aşkın biyolojik temelleri var. Bazı önemli etkenleri artık biliyoruz` diyor. Araştırmalarını bir çift fare beyni üzerinde sürdüren Young, aşık insan beyninin ön tegmental bölgesindeki farklılıkları inceliyor. Aşkı kalbi veya götüyle yaşayanlara duyurulur. Aşkın MR’ını çekmeden evvel, aşk ve sevgi arasındaki farkları uzman gözünden şurdan okuyun.


Öncelikle bilinmesi gereken, bu aşk denen olgu, üzünçle beslenen bir egzantirik matrixtir. Konumuza “kahraman” olabilecek tüm zevat, bu üzünç meselesine örnek teşkil etmektedir. Frenk illerinden ithal Romeo&Juliet ikilisi, Leyla&Mecnun, Tahir&Zühre gibi bir sürü arkadaş gayet trajik bir aşk hayatı yaşamışlardır. Sözün özü, Aragon Bey’in dediği üzere “mutlu aşk yoktur!”. Gerçi buna Melih Ergen “yazılı mutlu aşk yoktur!” şeklinde bir yanıt vermişse de Luis Abi’ye ulaştırmakta geç kalmış ve bir polemik başlamadan bitmiştir. Aşkların mutlu sonuçlandığı yerler sadece masallardır. Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler falan gibi masallarla aşk simsarları son derece akılcı bir yöntem izleyip gelecekte müşterileri olacak çocukları hedef kitle olarak değerlendirmişler, aşkı mutlu sonla biten, güpgüzel bişey gibi tüyü bitmemiş bebelerin beyinlerine kazımışlardır. Bu tertemiz dimağlar gelecekte “lan bu aşk süper bi hadiseydi, derhal yazılayım” şeklinde bir yanılgıyla olaya dahil olacaklar ve elbette “erişkin” aşkı ne demektir, acı bir deneyimle öğreneceklerdir. E tabii bu arada bir sürü aşk şiiri, şarkısı, öyküsü, romanı, filmi…hızla tüketilecektir “aşık” arkadaş tarafından. Yüzlerce yıllık müthiş bir pazarlama sistemi!

“İyi de usta, saptama okuyacak olsam seni değil Ayşegül Aldinç’in köşe yazılarını okurum. En azından bacakları seninkilerden güzel” şeklinde bir yaklaşım elbette bu noktada beni incitecektir (yani en azından bacaklarımı görmüş olan biri söylemeli bunu). Bu tarz önyargılı yaklaşımlara sebebiyet vermemek için derhal konuya dair somut çözümler, reçeteler sunayım. Sonuçta bilimsel bir yazının olmazsa olmaz unsurlarından biri olan matrisi (matrix başka bişey, bu sözünü ettiğimde uçan insanlar ve seçimi zor renkli haplar falan yok) kullanarak aşkı algılama biçimimizi masaya yatıralım ilk etapta.

Kafanızda bir grafik çizim yaratın; hani olur ya, “L” şeklinde, sıfır noktasından yukarı doğru çızıkların yükseldiği. Bu çızıkların biri erkeğin aşk eğrisi, diğeri kadının. Erkek eğrisinin hareketi şöyledir: Hatunu gördüğünde yükselme süreci başlar, olayı bağlayana dek sürekli yükselir, “evet” yanıtını alınca ilk “tavan”ı yapar. Ama asıl tavan yaptığı ve derhal satılması gereken nokta, ilk kez sevişildiği andır; erkeğin aşk eğrisi “top” seviyeye ulaşmıştır. Buradan itibaren iniş eğilimi hakim olur ve sıfıra doğru inişe geçer çızık. Top noktada kalış süresi yaşanan seksin (seks mevzu aşağıda daha ayrıntılı olarak incelenecektir) “sıkı” oluşuyla ilintilidir. Ama mutlaka düşüş bu noktadan itibaren yaşanır.

Kadının aşk eğrisi bambaşka bir seyir izler. İlk etapta “gördüğü” erkek genellikle onun için bir şey ifade etmez. Yalandan “ay kız, şu adam ne hoş, di mi?” falan yapabilir ama bu onun eğrisinin harekete geçmesiyle bağlantısız, son derece “aa ne güzel çanta” hesabı bi lakırdıdır. Erkeğin ona yaklaşımı, ısrarı, beğeniliyor olma güdüsünün verdiği “adam bana hasta” sendromu, elemanın karizması, maddi durumu, işi, görüntüsü, kültürü vs. gibi bir sürü asal sayının toplanmasıyla elde edilen sayı, onun eğrisini harekete geçirecektir. Kısacası, erkeğin eğrisi çoktan yol almışken, kadının eğrisi sıfır bazında takılmaktadır. Ama bu elde edilen sayı, kadının envanteri için bişey ifade eder haldeyse, eğrisi inanılmaz bir ivme kazanır. İlk sevişme, kadının eğrisinin yönünde herhangi bir sapma yapmadığı gibi, daha da yüksek bir seyre girmesine neden olur. Bu andan itibaren erkek ve kadının eğrileri ters orantılı bir seyir izlerler. Aşk hadisesinin koptuğu ve çözüme ulaşması gereken nokta, tam bu “seks noktası”dır.

Reçete ve çözümler kısmına bir parantez açıp, seks sorunsalına bir göz atmamız gerekiyor. Seks, aslında aşka ithaf edilmeye çabalanan bir spor hadisesidir. Yani vakt-i zamanında kendini bilmez bir deyyus çıkıp da “yok öyle durduk yerde sevişmek, önce bi sorti aşık olun” demeseymiş, eminim şu anda olimpiyatlarda sevdiğimiz ve madalya umudumuz olan bir dal halini alacaktı. Yoksa bu da bir tür “Medeniyetler Çatışması” kurgusu olabilir mi? Neyse, konuyu dağıtmayayım, Türk’ün Türkten başka dostu yok valla.

Bedensel utanç, insanlık tarihinin en sıkı paranoyalarından biridir.
Nasıl ki açık havada kakanızı yapıp, incir yaprağına silinmek “çok ayıp” olarak değerlendirilmiş ve tuvalet kağıdıyla klozet icat olunmuşsa, seks için de aynı muamele uygun görünüp aşk ambalajı zorunlu kılınmıştır. Bir nevi “böyle estetik durmuyo, bi de şununla deneyelim” durumu.

Aşka böyle bir zevkli spor hadisesi eklenince işin duygusal boyutu şaşmış ve “işlevi mi, boyutu mu?”, “lütfen erken boşalma Hıdır!”, “ooo, memeler taş” gibi bir yığın “başka” eklentilerle de uğraşılmak zorunda kalınmıştır. Kadınlar öyküsel şeyleri sevdiğinden işin spor kısmına bir dolu anlam yükleyip, “senin oldum!” tadında bir yaklaşım sergilemeyi ve zavallı seksi bu amaçla kullanmayı (tüm kadınlar tilkiden evrilmiştir) yeğlemişlerdir. Oysa erkekler spor kısmında yoğunlaşıp, diğer uhrevi (!) eklentileri “hı hı, öyle valla” dozunda geçiştirmeyi seçmişlerdir. Maksat, ikinci sevişmede problem çıkmasın.

Sadede geleyim, reçetenin özü şu, aşkın içinden seksi attınız mı olay tamamdır! Böylece eğrilerde doğru orantılı yükseltiler ve yaşanmışlıklara bağlı düşüşler birlikte yaşanacaktır. Bir çeşit eşgüdüm ile tamamen duygusal ve “ah, canım aşkım” tadında inceliklerle süslü bir ilişki yaşanacaktır. “E, sekssiz naapıyım ben aşkı be?” diyenlere söylenecek lafım yok, ben aşk konulu bişey yazdım, size “seks garantisi” vaadetmedim ki. O konuda yazmam için Haydar Dümen, Klaus Kinski, M.Ali Erbil falan gibi başkaca ustaların eserlerini okuyup donanmam lazım. Ha, beklerseniz sorun değil, bir kaç ayda bu anlamda da ışık saçar hale gelirim, yeminlen!

Son olarak Haydar Dümen’e kişisel bir sorum olacak.

Sayın Dümen,

Sertleşme problemi yaşıyorum, acaba jöle sürsem sertleşir miyim?

Vazgeçtik


Gölgeler arasındayız seninle,
Anlamını bilmeden yaşıyoruz.
Ne birgün gülmeyi bildik, ne de ağlayabiliyoruz.
Hayatı gölgeler arasında arıyor,
Kendimizi anlamsızlığa sürüklüyoruz.
Ne bir ideale bağlıyız ne de özgürlüğü tadıyoruz.
Güneşe gözlerimizi kapamışız,
Böylece dünya karanlık zannediyoruz.
Kısacası biz,
Ne birgün aydınlığı görmüşüz ne de karanlığı tanıyoruz.

Gölgeler arasındayız seninle,
Yalnızca acılarla rahatlıyoruz.
Ne bir gün huzur duymuşuz nede tam olarak çileyi biliyoruz.
Kısırdöngülerimiz içimizde,
Bizse hayata bağlıyoruz.
Ne bir zincir kırmışız nede çare arıyoruz.
Hayallerimizi rafa kaldırmışız,
Kabullenmişliği yaşıyoruz.
Ne bir gün aşık olmuşuz ne de dostluğu tanıyoruz.

Gölgeler arasındayız seninle,
Artık yaşlanıyoruz.
Aslında,
Ne bir gün genç olmuşuz nede heyecan duyuyoruz.
Ruhumuzu bir kenara bırakmışız,
Bedenimizi bile tanıyamıyoruz.
Nebir zevk alıyor, nede acıyı tanıyoruz.
Artık vazgeçmişiz herşeyden,
Ne anlamı var ki diyoruz.
Ne sonsuzluğu yeterince arıyor,
Ne de kaf dağını düşlüyoruz.

Sunday, 9 August 2009

Cehalet-Mutluluk, Hiçlik-Sonsuzluk


Çocukluktan itibaren aklımız birazcık birşeylere ermeye başlayınca, onbinlerce yıldır insanlığın sorup da, görüş birliğine varamadığı soruları sormaya başlarız biz de: Nereden geldim ve neden yaşıyorum, yaşamın amacı ne? (Tabii bundan önce anne babamızın herşeyi bildiğini sandığımız bir dönem vardır ki, sonradan öyle olmadığını anlarız)

Bazıları ısrarcı değildir, bir süre sorar ve sonra, tamam neyse ne, şu an yaşıyorum ve böyle devam edeceğim, ölene kadar da kafama göre takılacağım der. Çeşitlemeler ve alt çeşitlemeleri devam edip gidiyor;

- Bu gibi gereksiz (aslında ‘sonuçsuz’ kastediliyor) konulara kafayı takıp, ne diye hayatı kendime zindan edeyim. Günümü gün ederim daha iyi… (Ama neyin üstünde durduğunu bilmiyorsan, istediğin kadar güçlü zıplamayı göze alamazsın.)

- Böyle konulara fazla kafayı takarsam kafayı yiyebilirim, onun için uzak durmak lazım… (Yemek zorunda değilsin, bak bi miktar taktın bişey olmadı. Ama yiyebilirsin de. Ona bakarsan bıçak da hem yararlı hem de zararlı olabilir. Zaten biri ne demiş, “Zararlı olma olasılığı taşımayan şeyler, yararlı da olamazlar”)

- Hem sonra bir şeyler bulmaya/öğrenmeye çalışıyorum da ne oluyor? Cehaletten güzel mutluluk mu var? (“Akıllı insanlar endişe etmek durumundadırlar. Tanrı cahilleri korur” diye de bir çeşitlemesi var bunun). (Bunu diyebilecek kadar akıllı iseniz, çok geç kaldınız belki de.)

- Akıllı olup da ne olacak, akıllı olup dünyanın derdini çekeceğime, deli olayım da dünya beni çeksin. (Herkesin böyle yaptığını düşünün, kim kimi çekecek bakalım. Basitçe bencillik…)

- Bir de şu var, kendini geliştirmeye çalışmak da zaten bir çeşit masturbasyon değil mi? (Yapmayı ‘seçtiklerinden’ zevk almak suç değil, ama sadece zevk aldıklarını yapmayı seçmek, bu tartışılabilir. Yani ‘tercihlerimiz’ mi zevklerimize uzanıyor, yoksa zevklerimiz nereye uzanıyor? Tercihlerimiz yoksa; bir seçen, irade gösteren yoksa ‘ben’ kimim, kim seçiyor, kim zevk alıyor?)

...

Öte yandan diğer bir grup var ki sormaya devam ederler. (Aslında yukarıdaki çeşitlemelerin hepsi de gene ‘sorma’ nın çeşitleridir. Ama buradaki anahtar kelime ‘devam etmek’ tir.) Sora sora bağdatın ara sokaklarını aşındırmaya da devam ederler. (Bağdatı arayanlar, bağdatın ara sokaklarını aşındırıyorlar, bu çok ilginç…)

Sanki iki grup insan var. Vazgeçmişler ve vazgeçemeyenler. Aradaki sınır çok keskin değil belki ama uçlara bakınca davranışlar bir o kadar farklı. (Tabii çoğumuzun bir o yana bir bu yana gittiği olmuştur)

Neden soru sorarız. Çünkü içimizde bir boşluk vardır, yaşamın kendisinde bir boşluk vardır ve boşluk, belirsizlik bize acı vermektedir.

Acı bazılarının duyarlılık alanına çok fazla dokunmaz, günlük aktivitelerle kendilerini oyalayarak, boşluğu hatırlama sürelerini minimuma indirmişlerdir zaten.Vazgeçemeyenler bunu tuzak olarak algılarlar. Onlar dünyadan (tüm varoluşu kastediyorum aslında) umutlarını kesmemişlerdir çünkü henüz.

Ama boşluk öyle veya böyle tekrar tekrar karşımıza çıkar. Ben varım, buradayım, demekte sanki bize birşeyler iletmeye çalışmaktadır. Sağdan soldan darbeler alırız, sevdiklerimiz ölür ve biz hala kendimize sorarız, bütün bunlar ne için? henüz verebileceğimiz tek bir cevap bilmekteyizdir, herşey adına elimizde olan tek şeyi öne süreriz: Hiç

Hiçlik korkutucudur, yok olmak gibi birşeydir. Hiçbirşeyin anlamlı olmaması, buna gerek de olmaması gibidir. Vazgeçenler belli belirsiz bu hiçliği gördükleri ve uzak durmak istedikleri için vazgeçmişlerdir zaten.

Hiçlik feci bir şeydir, içine girdiğiniz zaman sonsuz bir kuyuda düşmekte olduğunuzu hissedeceğiniz kadar kötüdür. Sonsuz kuyuda düşeceğim ve düşerkende kuyunun yan duvarlarına çarparak oram buram parçalanıp kopacak sonunda benden hiçbirşey kalmayacak diye korkarız.

Ama birkez içine girmeyi denerseniz, aslında böyle olmadığını görürsünüz. Ne yok olursunuz, ne de korkutucudur. Hatta epey iyi hissedersiniz kendinizi. Sebepsiz bir sevinç sarar sizi.Bu ne ya dersiniz, sonsuz kuyu bu muymuş. Evet budur, sonsuz kuyu. Hatta sadece sonsuzdur o. Kuyu falan gibi ne sınırı vardır ne de dışı. O an anlarsınız ki, hiçlik/boşluk sandığınız şey sonsuzluğun kendisi imiş. Siz yanlış sanmışsınız. Küçülmek yok olmak yerine büyür, ve gelişirsiniz.

Tekamül kaçınılmaz. Biz istemesek de. Çünkü yüzbin türlü sorun hergün karşımıza o veya bu şekilde çıkıyor. Sanki yaşamla olan arayüzümüzde bir sorun var. Yokuş aşağı yuvarlandıkça yuvarlaklaşan taş gibiyiz. Farkında olmak mastürbasyon değil, asıl bunu farketmemeyi seçip kendini oyalamak mastürbasyon. Boşluğun ve acının farkında olmak neden masturbasyon olsun ki. Bu acı veren zor birşey. Hiç zevkli değil. Bunun farkında olmamayı seçmek; cehalet asıl zevk/mutluluk. Ama bu nasıl bir zevk, nasıl bu mutluluk. Kırbaçlanırken artık acı hissetmemeyi başarmak gibi bir mutluluk. Vazgeçenler, zaten vazgeçmiş oldukları için, bu onlara yetebilir. Ama boşluğun mesajını anlayana kadar gerçek bir kurtuluş gözükmüyor. Bir şeyi ne kadar süre görmemeyi seçebilirsiniz? Sonsuza kadar mı? Bu sadece zaman kaybı olur, geciktirmek olur. Ölürken yaşamı boşa harcadığını hissetmek olur. Hem de ne adına; Kafamı böyle şeylere takmayacağım, dolu dolu yaşayacağım demek adına

Bu son ölüm anı, herşeyin bilançosudur. Sadece yaşlanacağımız zaman, yakınlaşmaya çalışacağımız ve ona yapmacık bir dost gibi görüneceğimiz bir şey değil, yaşamı kendimizce 'doğru' yaşamak için bir rehberdir. Eğer yaşarken 'vazgeçmişler'den olacaksanız ölürken 'yaşamda olmuş olduğunuz şey' dilenci ile kral arasındaki yelpazedir. Ama o ölüm anında, dilenci olarak yaşayıp ölmek ile kral olarak yaşayıp ölmek arasında hiç fark yoktur. Eğer yanınızda o yaşamın ötesine taşıyabileceğiniz bir şey yoksa hepsi aynıdır.

Boşluk/hiçlik sandığımız sonsuzun mesajını anlayana kadar hepsi aynıdır

Friday, 7 August 2009

Sıkıldım Bu Konudan : Tam Da Böyle Düşünüyorum. Artık Beni Yormayıp Yazıyla Tartışın

Bu konu genellikle tanrı konusuyla bağdaştırılıyor. Ancak böyle olması gerekmiyor. Çünkü günlük yaşamdaki her eyleminiz birer inanca (öntanım/program) dayanıyor. Kolunuzu kaldırabiliyorsanız, bu kaldırabileceğinize inandığınız içindir. (Hipnoz deneylerinde kişiler birşeyi yapabileceklerine veya yapamayacaklarına inandırılarak, nasıl şartlandırıldıklarına bağlı olarak belli bir şeyi yapabildikleri veya yapamadıkları gözlenmiş bir durumdur.)

Ardından şunu belirtmeliyim ki; inançsız olmak diye birşey yoktur. Biri tanrının varolduğuna inanır öbürü yokolduğuna. Biri bilinemez olduğuna inanır. Bir diğeri hiçliğe inanır. Bunların hepsi birer inançtır.

İnançlar yaşama bakışımızı ilk filtreleyen kısımlardır. İnanmadığınız şeyleri yapamazsınız. Olay ve olgulara kendi inanç çerçevenizden bakabilirsiniz sadece.

Birçok görüş, inançları tartışılamaz olarak alır. Düşünceler tartışılabilir, çünkü onların bir çerçeveleri vardır. Kendi çerçevelerinde doğrulukları veya yanlışlıkları vardır. Tabii çerçeve değiştikçe düşüncenin doğruluğu/yanlışlığı da değişir. Tıpkı fizikteki görelilik gibi, düşünceler de, bir çerçeveye göredir. Belli bir çerçeveye göre tanımlıdır.

İnançlar ise çerçevesizdir. Ya da şöyle diyelim görebildiğimiz kadarıyla olan çerçeve, inançların dayanak noktalarını içermez. Bu yüzden boşlukta gibidirler. Elimize kesin yargıya varmak için bir referans (çerçeve) vermezler.

Bu yüzden inançların sorgulanma biçimi daha farklı olmalıdır. İnançlar bütünlüklerine göre değerlendirilebilirler. Daha bütün olan inanç daha inanılmaya değer ve daha güçlüdür.

Sorgulanamayan, esnetilemeyen, değişemeyen, katılaşmış herşey birer dogmadır. Bütünlük kriterine göre değerlendirerek inançları birer dogma olmaktan çıkarmak mümkün olabilir.

Bütünlük, büyük oranda parçalar arası uyum/denge ve kapsama özelliği ile ilişkilidir. Biri öbürünü kapsayan iki inanç/düşünce varsa kapsayan inanç/düşünce daha bütündür.

İnançlar çerçevesiz de olsa özde birer düşünce olduğu için 'değiştirilebilirdirler'. Öyle olmasalardı işimiz gerçekten zor olurdu ve hiçbir değişme imkanı kalmazdı. Doğumdan ölüme kadar hiç değişmeyen birer kalıp olurduk. Çünkü inançlar/öntanımlar ilk filtrelerimiz, ve bizi en doğrudan sınırlayan (veya özgürleştiren) şeylerdir. İnançlarımızın desteklemediği birşeyi gerçekleştirmemiz imkansızdır. Aslında sırf bu sebep, onların sorgulanmaları/değerlendirilmeleri için yeterlidir. Hayatımızı en doğrudan ve derinden etkileyen şey üzerine hiç kafa yormamak, bir konudaki çok önemli bir şeyi hiç dikkate almamak gibidir.

"İstemek ve inanmak yeterlidir". Bu her ne istiyorsanız herşey için geçerli olan bir sözdür.

Olayın bu noktasında madem ki, sınırlayan ve özgürleştiren inançlar var, öyleyse onların seçimi önemli. Neye inandığınız, neyi düşündüğünüzden ve neyi bildiğinizden daha önemlidir. Aslında bunlar arasında karşılıklı ilişki vardır. Neyi bildiğiniz ve neyi/nasıl düşündüğünüz, neye inandığınızı belirler. Ve tersi olarak neye inandığınız neyi/nasıl düşündüğünüzü ve neyi bilebileceğinizi belirler.

Düşünceleri değiştirmek zordur ama inançları değiştirmek daha zordur.
Ve inançları değiştirebilmenin ilk adımı da inançların tartışılabilir/üzerinde düşünülebilir ve değiştirilebilir olduğu inancını, kendi inanç setinize eklemenizdir. Eğer inançların değiştirilebilir olduğuna inanmıyorsanız, onları değiştiremezsiniz.

Peki bu durumda inançları ikiye ayırabiliriz; varlığı destekleyici inançlar ve köstekleyici inançlar. Amaçlarınız doğrultusunda sizi destekleyen inançlar ve bunların tersleri vardır. (Yaşamın amacı ise tüm amaçlarınızın toplamıdır/bileşkesidir. Yaşamın amacı nedir; diye soruyorsanız; yaşamınızın amacı, yaşamınızın amacını bulmaktır. Varlık sebebinizi araştırmaktır. Bu araştırmanın bitmeyen bir araştırma olması onu terk için yeterli sebep değildir.)

"Ben yapamam"
"Yeterince zeki değilim"
"Bu mümkün değil"

gibi inançlar/düşünceler bizi köstekler/sınırlandırır.

Tersi düşünceler ise destekler/özgürleştirir.


Genel olarak insanlar neden ve nasıl inanır'a cevap vermek isterim. İlahi bir güce inançta bence bundan çok farklı değil.

2, 4, ?
Bu dizideki sayı nedir?
6 da 8 de olabilir, hatta daha karmaşık bir fonksiyonsa başka şeyler de olabilir

Peki
2, 4, 8, 16, ?
Buradaki sayının 32 olma olasılığı gözümüze çok daha yüksek gözükür. Ama inanın 32 olmayan kayda değer başka yaklaşımlar da vardır.

Bence inanç bütünlükten doğar. Elinizde ne kadar uzun bir sayı dizisi varsa, ne kadar birbirlerini tamamlıyor, ne kadar bütünlüyorlarsa, bulmacanın eksik parçasını tahmin etmek (belli bir şey olduğuna inanmak) o kadar kolaylaşır. Ama hiçbir zaman %100 olmaz. O inanmak değil bilmektir.

Başka bir tartışma konusu, ama aslında bildiğimiz tek birşey yoktur. Gerçek bir 'Bilme', varoluşun/sonsuzluğun tümünü eşzamanlı bilmek demektir. Siz uzun zamanlar boyunca birşeyleri bildiğinizi sanabilirsiniz, ama ilksel sebep elinize yıkılmaz bir teminat vermedikçe birşey bilmek mümkün değildir. Çünkü son noktada ilksel sebebin o öyle değildi böyle idi, sen yanlış gördün/anladın/hayaldeydin/rüyadaydın deme olasılığı herzaman vardır.

Bu bağlamda aslında 'şeylerin' (düşünce, kavram, algı, teori) ispat edilebilirliği de yoktur. Bize göre ispat dediğimiz şey ise bir takım kabullerle başlamak daha sonra o kabullerle çelişmeyen en büyük ve bütüncül seti 'ispat ettiğini' düşünmekten ibarettir.

Gene de biz bunları söyleriz: "biliyorum, ispatlandı vs.". Söyleyeceğiz de... Çünkü bulunduğumuz bağlamda çok da yararsız sözcükler değil. Fakat bunların hepsi görece bir sistem için geçerli ve esasen boşlukta (veya ilksel kabullerin üzerinde, çünkü ilksel kabuller boşlukta) durmaktadırlar.

Böylelikle biz daha tümleşik/sade/güzel bütünlükler arayışını sürdürürüz. Yaşarız, deneyimleriz ve sonuçlar çıkarırız. Bunlar aslında bir nevi laboratuvar deneyleri gibidir. Yaşamdan çıkardığımız sonuçlar. Bu sonuçlar yavaş yavaş kafamızdaki büyük bulmacada yerlerine oturmaya çalışırlar. (ve tabii ki yüzlerce kez yerdeğiştirirler, bozulup tekrar konurlar, vs.) Ve giderek bir yoğunluk noktası, bir eşik enerjisine doğru yaklaşırlar. Ve sonra "inanıyorum" deriz. İlahi güç olsun, başka şey olsun bu hep böyle olur. İnanmaya çalışarak veya ceza korkusuyla inanç oluşturamazsınız. İnanıyorum demeniz inanmanızı sağlamaz. Bunun için yeteri kadar varsayımı denemeniz gerek yaşam laboratuvarında...