Thursday, 10 July 2008

Sevgi Üzerine

Sevin.
Sevmek güzeldir. İnsan sevdikçe yaşar. Her şeyi sevin; insanı, ağacı, kuşu, böceği, sineği. Sağanak yağmurda sokakta olmayı, yaz sıcağında basket oynamayı, trafikte ıslık çalarak beklemeyi. Hepsi bizim için. Sevsek de sevmesek de bütün bunlar bizim için. Ama hepsini sevmek, sevmeye alışmak yaşamı daha güzel ve yaşanır hale getirir. Hayatın parçası olan kötülükleri bile sevin. Kötü insanları, çamurlu yolları, kokmuş balığı bile.. Bunları sevmek ne mi kazandırır? Bunları sevmekle, iyi olanlarını daha çok sevmeyi öğreniriz. Daha çok sevmekle bir şey kaybetmeyiz. Sevgi, sevgi olarak geri döner.
Yaşam mı?
Şu boktan dünyaya niye geldiğimizi günde kaç defa düşündün? Her gün bir sürü rezillik yaşarız. Trafikte, sokakta, iş yerinde, okulda... Niye? Anlamı ne bütün bu saçmalıkların. "Kötüyü bilmezsek iyinin kıymetini anlamayız!” Nah! Güleyim ve hatta sen de gül. Bizler dünya denen bu çıkmaz sokakta bu salaklıkları yaşarken, diğer evrenler ne alemde çok merak ederim. Yaz sıcağında basket oynayıp, terini soğutmak için oturduğun kırkbeş derecelik gölgede, sivrisinekler kanını emerken hayatın anlamını düşündün mü hiç? Hiç düşünme, hiç tavsiye etmem. Hem de hiç!

Sevgililer günü, anneler günü, babalar günü, çocuk bayramı. Bütün bu günler bizler için. Unutulagelen değerlerimizi tazelemek için fırsatlar bunlar. Annemize tek bir gül verip yanağına kondurduğumuz minik bir öpücükle, onu ne kadar sevdiğimizi, vefa borcumuzu unutmadığımızı hatırlattığımız bir gün; sevgilimize, en mutlu günümüzde çektirdiğimiz bir resimle hediye ettiğimiz resim çerçevesi ve ölümsüzleştirdiğimiz bir anın hediye edildiği bir gün; babamıza bir kravat, çocuklara birer oyuncak verdiğimiz günlerin olması ne güzel. "Seni seviyorum” diyebileceğimiz özel bir günün olması ne güzel. İşte bu günler, bize "sevgi” denen bir şeyin olduğunu hatırlatıp, gündelik hayatın koşuşturmasına harmanlayan değerli günler.

Az çok ekonomiden çakan herkes şu özel gün saçmalıklarını "şıp” diye çözer. Geçen sevgililer gününde kaç ton gül satılmış biliyor musun? Ya babalar günündeki kravat satışlarını? Bilmezsin tabi, babalara gelmişsin haberin yok! İşte bu günler ekonomistlerin süper buluşu olan; "ekonomiyi adam etme” amacıyla tasarlanmış "aptallara sevgi pompalayıp, paralarını sövüşleme günleri”. Dünya üzerinde bu kadar salak olduğunu düşünmek beni korkutuyor. Birileri uyarmıyor mu bunları? Uyarıyordur herhalde. En azından ben uyarmış olayım seni. Ama hala uyarılmadıysan o senin bileceğin iş. "Yok arkadaş olur mu öyle şey, ekonomistlerin işi gücü gün düzenlemek mi” diyorsan hala, yazının devamını okumasan da olur. Senin gibi kaç salak sevgilisine gül alıyor o gün biliyor musun? Neyse boş ver, bilmesen de olur. Sen devam et gün takip etmeyi. Babalar günün kutlu olsun.

"Sevgili”. Ne güzel bir cümledir. İnsana mutluluk verir. Sevgililere imrenerek bakmaz mıyız hep... El ele tutuşmuş bir mutlu bir çift dikkatimizi çekmez mi hiç? Gözlerini birbirinden ayırmadan konuşan çiftler hoşumuza gitmez mi? Sevgiyi paylaşmanın en güzel yolu, anlaşabildiğimiz bir ortak bulmaktır. Sevgili edinin ve onu sevin, onunla beraber her şeyi sevin. Sevgi paylaşıldıkça çoğalır, çoğaldıkça mutluluk getirir. Mutlu insan insandır.

Sevgililer günü deyince aklıma "sevgi” ve "sevgili”nin ne kadar anlamsız olduğu gelir hep. Nedir sevgili? Arkadaş toplantılarında "tanıştırayım; sevgilim..” diyebileceğimiz karşı cinsten hava atma aracı. Cinsel ihtiyacımızı karşılayacağımız (bu karşı cinsten olmak zorunda değil ama o zaman genellikle arkadaş toplantılarında tanıştıramayız) bir şey. "Oha!” diyorsun şimdi. Ama bu iş böyle güzelim. Sevgilinde seni böyle kullanıyor işte. Paran için, aletin için, kariyerin ve kariyeri için ve hatta diet cola için bir aracısın sen. Bu bir ticaret. Tamamen çıkar üzerine kurulmuş bir müessese. Denemesi bedava inanmazsan. "Seni deli gibi seviyorum” diyen sevgiline "Dün taş gibi bir çıtıra atladım, hem de bakireydi” de bakalım n'oluyor. Veya "mali durumum çok kötü, işten ayrıldım. Hiç harcama yapamam. Hatta bir süre görüşmeyelim, kafamı toplamam gerek” demeyi dene. En fazla bir ay sonra yanında yeni bir sevgiliyle görmezsen gel bana. Seni daha iyi sömürecek birini bulurum ben merak etme. Sevgi bir çıkar oyunu, sevgili de oyuncağı. Oyuncu veya oyuncak olmak senin elinde. Nasılsa bir gün geberip gideceksin, bu tip salaklıklarla vakit kaybetmeden işin tadını çıkarmalısın. Asıl mutluluk budur dostum.

Çoğu zaman fark edemeyiz, yanımızda ki insanın bizi ne kadar çok sevdiğini. Omzumuza yaslanmış sevgilimizle izlediğimiz filme dalıp gideriz. Yanımızda ki sevgi yumağından habersiz yaşarız çoğu zaman. Kedimizi sevmek istediğimiz zaman kucağımıza alırız, bir süre sonra otomatikleşmiş okşamamız kendiliğinden sürer. Bunu kedi bile fark edip çeker gider. Oysa bu yaşam, her anında sevgiyle ve hoşgörüyle yaşanması gereken bir yaşam. Sevildiğinizi fark edin, sevdiğinizi fark ettirin. Ama bu mecburiyetten olmasın. Dedim ya sevgi, sevgi getirir. Seven insan mutludur. Seven insan yapıcıdır, verimlidir. Seven insan insandır.

Sevgilin tutturmuş "kaç haftadır sinemaya gitmiyoruz, yemeğe çıkmıyoruz” diye. Ne yaparsın, mecburiyetten çıkarsınız. Önce yemek, sonra sinema. Sırasını sen ayarla artık. Ama o gecenin sonunda ne olur? Tabii ki yatağa düşülür. Performansa ve havanın durumuna göre birkaç posta sevişilir. Sabah yallah işine. Bir hafta karı dırdırı yok "sinema, cak cuk” diye. Sinema araçtır. Bir ön sevişmedir. Hem de bedava bir ön sevişme. Asıl istek tok karnına bir filmle oyalanıp, sevişme saatini getirmek. Kedin kucağına çıkar, biraz okşatır kendini, tatmin olur ve işi bitince çeker gider. Uyan artık be salak, ne sanıyordun ya?! Sevişen insan mutludur. Biraz dişini sıkıp, paranı harcayarak güller gibi sevişirsin. İşte o zaman hem mutlu, hem de fazlasıyla "yapıcı” olursun. Koçum benim, kim tutar be seni..

Sevgi üzerine anlatılacak o kadar çok şey var ki, bu kısacık yazıya..

Sevgi mevgi hikaye moruk. Keyfine bak, ye, iç, seviş. Bolca seviş, yakaladığınla seviş hatta. Sevgili tam bir saçmalık ki evliliğe hiç girmiyorum. Ha bol paralı birini bulur hayatını kurtarırsın o ayrı konu. Eşinin parasıyla git istediğinle seviş. İşte asıl o zaman senden mutlusu yok. Kedini de boğ gitsin. Ayak bağı artık. Eskidendi kız tavlamak için kedi besleme ayakları. Şimdi cebe bakıyor o işler...

Bu kısacık yazıya sığamayacak bir duygudur sevgi. Hakkında yazılan kitaplar bile yetersiz...

Cebin sağlam değil mi abi? Cazibeni kullanıp, sağlam cepli birine yamanacaksın. İşte o zaman istediğin özel günü takip et. Eşine, eşinin parasıyla mücevherler alıp elinde tut. Metresine eşinin parasıyla mücevherler alıp elinde tut. Başka birine metresinin parasıyla mücevherler alıp elinde tut. Hayat budur işte; elinde tuttuğun şey! Senden mutlusu olmaz o zaman. Sıkı tut. Hem de çok sıkı.

Hakkında yazılan kitaplar bile yetersiz kalırken, sizlere sevgi hakkında bir iki şey aşılayabildiysem, dünyanın en mutlu...

Bak o kadar şey öğütledim ve hala hiç birinden hiç bir bok anlamadıysan, git pencereden dışarı "ben salak bir sevgi yumağıyım” diye bağır. Bu kadar diyorum yani. Ben tüm samimiyetimle sana hayatı anlattım işte. Ders çıkarması senden. Çok çişim geldi. Burada kesiyorum. Bunca şeyden sonra hala "sevgi, sevgili, kıl, yün” diyorsan belanı bulursun inşallah.

Dünyanın en mutlu insanıyım. Hepinizi, her şeyi çok seviyorum. Sizde her şeyi çok sevi...

Ulan sen de bir sktr git ya! Manyak mıdır nedir! Sevgi, sevgi, sevgi... Sçtn ağzımıza sabahtan beri...

Sunday, 6 July 2008

Postmodern Kölelik

Uzun zamandır üzerinde düşündüğüm bu yazıyı, nihayete erdiriyorum. Uzun ve karmaşık bir yazı olacağını sanıyorum.Bu sebeple zamanınızın ırzına geçeceğim için özür dilemeyeceğim çünkü; ben zamanım.Birkaç kişiden oluşan bir okur grubumun olduğunu kuvvetle muhtemel görüyorum.Bu grup bile,yazımın uzunluğundan ve içeriğinden sıkılıp,yazının sonunu getirmeme taktirini kullanabilir.Bu nedenle bir “promosyon” olayına giriyorum.yazının sonunu getirenlere, ödül olarak, hayatın sırrını vereceğim.Yok eğer siz hala ben tencere-tava takımı,bavul seti istiyorum diye diretiyorsanız, bu yazıyı es geçiniz.

“Bağımsız yargılarda bulunmak pek azların ayrıcalığıdır: diğerlerini otorite ve örnek yönetir.Başkasının gözüyle görürler,başkasının kulağıyla dinlerler.”
(Schopenhauer mi yoksa Kuçuradi mi söylemişti?)

Modernite / Postmodernite / Bilim

Modern kelimesinin en yaygın kullanımı yeninin ya da yakın zamanın anlatımıdır.ister olumlu,ister olumsuz değerlendirilsin,gündelik yaşamda ve kültürde modaya uygun tutumlara modern denilir.Aslında modern radikal bir değişmeden sonra ortaya çıkanı adlandırır ve insana olduğu kadar,insanın ürettiği her türlü yapay çevreye de uygulanır.yani modernite önce insanı sonra ise insanın üretimini değiştirir.Modern olmak artık düne ait olmaya ( klasizmi de içine alır ) ve başka yöntemlerle ele alınması gereken bir dünyada yaşamak demektir.

“Modern “ olmak, “kalkınmış”,yani üretim kapasitesi geniş bir toplum olmaktır.Bu tip toplumlar da Batı dünyasına ait oldukları için; Batı-dışı toplumlar için modern olmak, son tahlilde “Batılılaşmak” anlamına gelmektedir.Bir anlamda,modernliğin Batı-dışı toplumlar bakımından ontolojik değil, epistemolojik temelde inşa edilmek zorunda kalındığını söyleyebiliriz.Çünkü, batı toplumlarında kapitalizmin özsel olarak varolan maddi temeli, Batı-dışı toplumlarda üretimin simgesi olarak fabrika olgusundan çok fabrika fikri tutmuş ve önemsenmiştir.Neticede, “Batılılaşma” doğrultusunda üretimcilik tutukusu, tüketimci bir “şehvete” dönüşmüştür.Burada “tüketimcilik”ten kastım, salt ekonomik bir olgudan ibaret olan değil,ondan esinlenen,sosyo-kültürel bir tutumu ifade etmesidir: tıpkı mal ve para gibi,toplumsal ve kültürel şeylerin de edinilmesinin ve gösteriminin vazgeçilmez bir arzu olarak toplumda yerleşmesi; bu arzunun o topluma aidiyet duyguları yaratmada, “bireyler”e toplumsal konum sağlamada, nihai olarak kendini “modern” şekilde var etmede işlevsel olmasıdır: Tüketimin sosyo-kültürel alanının ve ilişkilerin yerleşik özelliği haline gelmesi, bu doğrultuda fikirlerin,imgelerin ve anlamların da bir “meta” gibi tüketilmesi, nihayet insanların kim olduğunun tüketim kalıplarına ilişkin ( tiki cenahı) sembollere bakılarak belli olmasıdır.

“Batılılaşma” içinde olan toplumlarda insanlar tükettiği oranda toplumsal konumlarını yükseltiyor ve / ya pekiştiriyor.Tüketiciliği ( bizde: g…,göbeği açmak gibi ) onu “modern” yapıyor, modernliği ise kendisini “avangard” toplum bireyleriyle “eşitliyor”; eşitlendikçe ( kendini bi bok sanıyor ) kabul görme duygusunu yaşıyor: Kısacası, ( var ) olmasını, kendi dışında tanımlanmış “kültürel değerlere” sahip olmasına bağlıyor; neticede şizofren bir kimliğe bürünüyor, sadece kendi benliğini parçalamıyor, sahip olduğu değerleri de bölük pörçük hale getirmiş oluyor.

Kapitalizm, alışılmış nesneleri, sosyal hayatın rollerini ve kurumlarını gerçek dışı kılmakla öyle bir güce sahip ki, realist denilen temsiller gerçekliği artık sadece nostalji ve acı olay kipinde, bir tatminden çok, bir acı vesilesi olarak gündeme getiriyor.Gerçekliğin deneyime değil, ama ancak sondaj ve denemelere malzeme olabilecek kadar istikrarsız ve kırılgan kılındığı bir dünyada klasisizm pek olası görünmüyor.( All By Myself,All Cried Out öldü!)

Postmodernizm, herhangi bir tanıma indirgenemeyecek bir karmaşıklığa sahipse de, öncelikle modernikle bir hesaplaşma demek. Bu yönüyle kuşkusuz içinde modernizm karşıtlığı ya da modernizm öncesini de barındırıyor. Heterojenlik, çokseslilik, bölünmüşlük kadar, bunların beraberinde getireceği yanlış anlamaları, yanlış çıkarsamaları, yanılgıları da olumluyan, hatta meşruluk zemini olarak gören bir tavır postmodernizm.

Postmodern, modernitenin içinde gösterilmesi, bizzat gösterimin kendinde öne çıkaran; uygun formların tesellisi ile imkansızın nostaljisini hep birlikte yaşamaya elveren beğeni konsensüsunu reddeden, yeni gösterimleri, tadını çıkarmak için değil, ama gösterilemezin varolduğunu daha iyi hissettirmek için araştırandır. Postmodern bir yazar ya da sanatçı, bir filozof konumundadır; yazdığı metin, ürettiği yapıt, prensip olarak, önceden yerleşmiş kurallar tarafından yönetilemez ve belirli bir yargı aracılığıyla, bilinen kategorilerin bu metne, bu yapıta uygulanmasıyla yargılanamaz. Bu kurallar ve kategoriler, yapıtın aramakta olduklarıdır. Dolayısıyla sanatçı ve yazar, kuralsız ve yapılmış olacak olan’ın kurallarını oluşturmak için çalışırlar.Postmodernin, ‘gelecek zamanın geçmişi’ paradoksuyla anlaşılması gerekiyor.

Postmodernitede farklılık ve çoğulluk temelinde bir kimlik inşasının haklılaştırımı modernitenin “tekçiliği” yadsınarak yapılmaktadır.Modernitenin “ya o ya da o” mottosunun yerini, postmodernitenin “hem o hem de o” ( ve/veya mantığı ayrımı ) meşruluk mantığı alır.
“ Show yourself – destroy your fears – release your mask ! ”

Bilimin bugün için görünürdeki üstünlüğü sahnenin pek işine gelir biçimde düzenlenmesi yüzündendir. Bugün eğitimde bilim bir yüzyıl önce dinin okutulduğu (dogmatik ) gibi okutuluyor.
Dünyanın düşünce teamülleri içindeki hristiyanlar,Müslümanlar,rasyonalistler,Marksistler, hatta liboşlar ( liberaller ) için tek bir gerçek vardır. Bunların hepsi bu gerçeğin egemen kılınmasını isterler. Onlar için “tolerans” bugerçeği kabul etmeyenin bu gerçeğe gelmesi için güleryüz gösterilmesi demektir. Oysa tolerans, bu gerçekle, bu gerçeği kabul etmeyenlerin, birlikte yaşamasına olanak vermektir.

Artık önermelerin doğruluğu ya da yanlışlığından önce, etkinliğe bakılıyor. Bir zamanlar bilimin varoluş nedeni olan aklın, bizzat bilim tarafından tehdit edilmesi sonucunu doğruyor bu. Hakikat arayışının yerine teknik bir ölçüt olan “ iyi bir girdi-çıktı dengesi “ geçince,bilim ile tekniğin ilişkisi de, bir anlamda tersine dönmüş oluyor; bilime teknoloji öncülük ediyor artık.( Uzayda sevişebilme olasılığı ya da uçan-veya suyla giden- arabalar benim umurumda değil! )Bilgi bir enformasyon yığını olarak görüldüğü için de, bilgi edinme etkinliği, genelde “ tinsel bir eğitim “e ya da kişilere bağlı olmaktan çıkıyor.

Bilimin kendi başına pek de eşitliği sağlayamadığı görülüyor her şeyden önce. Eğitim alanında da, aydınlanmış, vatandaşlık bilincine sahip insanlar yetiştirilmek, savaşları önlemek gibi ‘soylu amaçlar’ giderek gözden düş(tü.)üyorlar. İdeallerin yerini, iyi bir meslek ( bol para getiren ) ya da beceri edinme özlemi almış durumda.

Bilim ne insanın ötesinde ne insandan ayrı, ne de tarafsızdır. Bilim yaparken tarafsızlık iddiası kanımca geçersizdir. Hele bilimde duygunun olmadığı, duygunun bilime karışmadığı uydurmasıyla gelen, bilimin dilindeki soğukluğun ve hissizliğin altında gerçekte sinsi ve hunhar bir duygululuk yatar: Bu duygululuk egemen düzenin çıkarlarının yönünde biçimlenmiş derin bir duyarlılığın bilimsel anlatımdan geçen ifadesidir.



Dünya, hücreleri insanlardan meydana gelen tek bir organizmaya dönüşüyor. İnternetin merkezi sinir sistemini oluşturduğu, dünya ticaret sisteminin damarların ve içinde akan kanı kontrol ettiği, çok uluslu şirket yönetimlerinin beyin faaliyetlerini üstlendiği yeni bir organizmayı işaret etmeye çalışıyorum. Üstelik bu organizmanın içinde yer alamayan insan ve bölgeler canlılığını yitirip evrim sürecinden çekiliyorlar (selection).

İnsanların bir araya geldiği ve cemaatten millete doğru ortak bir çatı altında toplandığı organizmalar sürecini yüzyıl kadar önce geride bıraktık. Artık sayısal olarak güçlü olmanın, tek bir millet olmanın, bir arada olmanın da önemi kalmadı.

Şimdi organ ve sistemleri olan, işlevselliğin ön planda olduğu hücrelerin bir araya getirdiği organizmayı oluşturmaya çabalıyoruz ( daha doğrusu yırtınıyoruz ). Kimse sizin var olup olmadığınızla ya da ne olduğunuzla ilgilenmiyor. Ne işe yaradığınız, işleviniz ön planda ( kaç beygirsiniz ). Bir alyuvar hücresi gibi çalışıp zamanı geldiğinde yine aynı işi gören bir başkasına yerinizi bırakmanız isteniyor. Postmodern kölelik de böyle oluyor sanırım.

Hayat köleleştirip sadece işlevleri ile var olabilen insanların oluşturduğu yani bir organizmaya doğru evrimsel sürecini sürdürüyor. İnsanlık ve onun değerleri uzunca bir süre önce evrensel anlamda toprağa gömülmüş görünüyor.

Kölelik Biçim Değiştirdi

“ Kişinin kendi zincirlerinin ne olduğunu bilmesi, bu zincirleri çiçeklerle süslemesinden daha iyidir.” J.J. Rousseau

Ekonomik, sosyal ve kültürel ilişkiler düzeninde köle,esir, tutsak olarak tutulmayı zincirli köleliğin yanı sıra, (a) belli ilişkiler düzenindeki ekonomik bağımlılıkla ve bağımlılıktaki pozisyonla gelen, (b) beraberinde bu ilişkiyi destekleyen, (c) kölenin kendisine,kendi üstündekilere, kendi benzerlerine ve kendinden altta gördüklerine karşı belli hisler oluşturmasını belirleyen, (d) maddi ve maddi olmayan ilişkileri kaplıyan, geniş kapsamlı bir anlamda kullanacağım.

Bugünkü dünyada zincire vuruluş, zincirli demokrasi, özgürlük, fırsat eşitliği, vatan ve millete hizmet olarak sunulması ve bunun sayısız kılıflarda hergün ifade edilmesi gittikçe çeşitleniyor ve artıyorsa, bunun en önde gelen anlamlarından biri de, egemen güçlerin, zincirden kurtulma çabalarına (bilinçli / bilinçsiz ) karşı, zincirin artan ağırlığını gül demetinin ağırlığı olarak sunan ideolojik karşı tepkisidir. Örneğin kemerleri sıkma, vatan için fedakarlığa katlanma ( bu kesim hep aynıdır ), enflasyonu yenmek için ücret artışları yerine kamu zenginliklerini kapitalistin cebine aktarma, çok çalışma, simit satarak zengin olma, gerçekte eşitsizliğin, köleliğin, sömürünün ve soygunun egemen olduğu üretim ilişkilerinin meşrulaştırılması girişimleridir.

Devlet yoluyla Ar-Ge için özel teşebbüse ve üniversitelere milyonlarca ( YTL ) para halkın cebinden verilir. Araştırmalar sonucu elde edilen bulguların patentini bir iki uyanık kişi veya firma alır. Böylece toplumun materyal gücünden ve bilgi birikiminden faydalanarak elde edilen bir sonuç, özel (kutsal) sermayenin eline ve kullanımına sunulur. Bu da tabii, diğer bir vurgunluk ideolojisini desteklemede kullanılır: Çalış zengin olursun.( If you work You will be boss)kapılar açık, bu “açık toplum” ( Open Society and Its Eenemies’i okuyabilirsiniz ), seni engelleyen senden başka kimse yok ( sen salaksan,ben n’payım ). Yeter ki çalış. Breh,breh,breh…

Özgür insan ( postmodern köle ) önünde iki yol bulmuştur; özgürce kalmak veya barınak bulmak,giyecek ve yiyecek alabilmek,bir ev kurarak çocuk yapıp hem kendinin hem de çocuklarının ihtiyaçlarını sağlamak ve yaşamını sürdürebilmek için özgürlüğünü satmak…Böylece, toplumsal üretimi gasp edenlerin emrinde, eskisinden farklı olarak, bu kez “zorlanmadan,arzuyla,özgürce” çalışarak eskisi gibi bir değer yaratır,yarattığı bu değer kendisinin değildir yine. Yarattığı bu değer için ona ödül verilir. Eskiden ödül, sahibinin ihsanıydı,lütfuydu,ağalıydı.Bugün ise bu ödül kapitalist düzenin belirlediği politikaya göre verilen ücrettir / maaştır.

Yaşanan dünyada egemen olan ve kendini insanlık düzeni olarak satan; insanlığı küçülten; yaşam kavgası adına insanları birbirine düşüren; insanların oluşturduğu ilişkileri ve değeri satın almaya ve paraya indirgeyen; işine geldiğinde güleryüzlü,gelmediğinde acımasızlığı doğallaştırıp uygulayan; baskıcı,despot ve akıl almayacak derecede sömürgen ve sürüngen ; her iyiyi kendine teşmil eden, her kötüyü kendi dışına plase eden; hatta bilgisizliğin temsilcisi liderleri bilge ve insanlığın dostu olarak sunan ; Makyavelci-hipokrevinin egemen olduğu toplum sistemlerinin a…. koyim!!!

Koçu bulunduğu tepeden al, bir sürünün içine yerleştir, koçluk yeni bir anlam kazanır: Koç sürüden biri olur. Koçlar ve koçların ( billurları ) bilim adamları koçun koçluğunun kendinden kaynaklandığını “ simit satma “ hikayeleriyle süsleyerek anlatırlar. Böylece fırsat eşitliği, çalışarak ve aklını ( bedenini kullanmanı tavsiye ederim ) kullanarak servet sahibi olma kişiselleştirilerek masallaştırılır ve servetten yoksun bırakılanlar da televizyonda falan ağızlarının salyası aka aka hayallenirler.Neden? Demokrasi ve özgürlük, fırsat eşitliği, tarih, coğrafya, yurttaşlık bilgisi var da ondan (!)! Şunu kesinlikle söylemeliyim: kapitalizm, kendinden önceki örgütlü sömürü sistemlerinden farklı olarak, hem fırsat eşitliği ve özgürlük hayalleri verir hem de istisnaları genel kaide yaparak bu hayallerin gerçekliğini kanıtlar,yanıtlar. Dolayısıyla, kapitalist ideolojide yasal ve teorik olarak “zenginlik” ve “başarı” kapıları herkese açıktır, yeter ki çok çalış ve girişken ol. Başarısızlığın, sefilliğinin ve yoksunluğunun nedeni; toplumsal örgütlenmenin biçimi değil, insanın kendi tembelliği,beceriksizliği,korkaklığı,savrukluğu,iş bilmezliğidir.Aman aramızda kalsın bu, kimse uyanmasın!Özgürlüğe tamam,uykuya devam…

Daha çok ekonomik kölelikten bahsettim yazımda.Sosyal,kültürel ve bilimsel kölelikten, yazımın çok uzun ( boku çıktı) olması sebebiyle, bahsedemeyeceğim.Keza popüler kültür ile ilgili benim ve değerli arkadaşlarımın envai yazıları mevcuttur.Arzu edenler okuyabilirler.Sevgili okuyucu buraya kadar okuduysan “promosyon”u almaya hak kazanmışın demektir.İşte :

Hayatın Anlamı

Hepinizce malum,benden,bizden ve sizden evvel de hayatın manasını sorgulayan birçok düşün adamı ( yanlış anlaşılmasın,kendimi onlarla aynı kategoriye koyduğum felan yok ) oldu ve hala da olmaktadır.Bu zat-ı muhteremler envai cevaplarla, bulgularla karşımıza çıktılar ve çıkmaktalar. Kendi süzgecimizden geçirip,doğru kabul ettiğimiz gerçeklikleri içselleştirip, bu bilgilere sahip olduk. Bizim düşündüklerimizi bizden önce düşünen ve de ifade eden düşün adamlarına yakınlık duyduk. Skolastik felsefeyi,kendi zihnimizde çökerttiğimizden beri, durdurulamaz bir sorgulama sürecine girdik. Nietzcshe, Camus, Shopenhauer, Kant, Einstein, Spinoza v.b. okuduk,okuyoruz.Onların etkisinde kaldık ama yine de özgürce düşünmeye çalıştık,çalışıyoruz.Zaten içselleştirmediğimiz bilginin bize ait olamayacağını da biliyorduk. Felsefe yapmak için felsefe yapmadık. Mutsuzluğumuzun ve sanrılarımızın kaynağını aradık. Bu dünyada ne işimizin olduğunu sorguladık,sorguluyoruz. “Baba” soruların altında kaldık; fakat kendi manivelamızı kendimiz ürettik psikologlara inat.Durduramadık hayatı,insanlığı,gerçeği sorgulamayı.Peki cevap ( lar ) bulabildik mi aklımızı susturabilmek için?

[ İnsan “kişi” olduğu sürece, yani kausal bağlarını kıramadığı, “kişiliğini” silemediği sürece,egoisttir ve bütün yapıp ettiklerinin temelinde şu veya bu şekilde açık veya kapalı olarak, kendisi-bir çıkarı,bir eğilimi,kendisi için istediği bir şey- vardır.]

Hayatın hiçbir anlamı yok! İnsana verilmiş olan en büyük ceza hayattır! İnsan bu cezanın etkisini hafifletmek adına uykuya yatmıştır. Öyle bir dünya kurmuştur ki kendi eliyle, kendisiyle baş başa kalmamak için bir sürü enstrüman üretmiştir: aşk,sanat,teknoloji,sanal,politika,bilim,aile,toplum ( belki de din )v.s.. üç tür insan var: Uyuyan insan,yarı uyur-uyanık insan ve uyanmış insan. Uyuyan insanın tipik özellikleri, “hayata sıkıca sarıldım,polyannayım ben” sloganlarına sahip olmalarıdır. Uyur-uyanıklar ise, ( sanırım kendimi bu gruba dahil edebilirim ) ne uyanmış ve ne de uyuyor olmadıkları için agnostik bir arakesitte yer almaktadırlar.Birşeyi eleştirirler fakat öyle olmadıkları için de sık sık acı çektiklerini düşünürler.Son olarak uyanmış olanlar için ise pek bişey söylemem mümkün gözükmüyor.Henüz o basamağa adımımı atmış değilim.( belki de bu basamağa adımımı atmaya çalışırken düşüp kafamı kıracağım,yiyeceğim)

Sanırım yaşamak için uyumamız gerek.Bunu anlamak için dünyadaki milyarlarca uyuyan insana bakabilirsiniz. Sizden pek farklı değiller,sizinle aynı atmosferden soluklanıyorlar.Fakat onlar aşk,para,maddi hayaller,unvan gibi olgularla rahatça uykuya yatabiliyorlarken ben ve biz ise uykuya yattıkça uyanıyoruz.

Uyku girmez oldu miyoplu gözlerime
Geceyi gündüz eden gülüşün yok artık


Hayatta bir motivasyonumuz,moral değerimiz olmalı. Sanırım bu “sevgi” olabilir ( “aşk” demiyorum özellikle ).İnsan her şeyde kendini sever.Onun dışındakiler hep kendisini görmesi için birer “ ayna” dırlar.Sevgilide,dostta,yalnızlıkta,batan güneşte hep kendini sever.Anam beni rahminden çıkardığı için sever.Sevgilim onu doyurduğum için sever.Arkadaşım ise benimle neşelendiği için sever. Bende : “Allah’ım! Kendim için hiçbirşey istemiyorum.yalnızca anneme hayırlı,güzel,zeki ve çalışkan bir gelin kısmet et.” Diyenlerdenim sanırım ve galiba uyanmak işte bunları yapmamak oluyor.
Sanırım ( hep sanıyorum,hala emin değilim,bilmiyorum ) hayatta herşeyi, herkesi olduğu gibi kabul etmek gerekli. İnsanları çıplak görebilmek ve soyunabilmek aslolan.

[ Bir insanda kavramlaşmış bilgi ağır basınca,o, hep bir öğrenci,bir okuyucu,bir “amatör”, bir eleştirici kalmak zorundadır, günlük dilde ona “mantıki insan” denir. Kavramlaşmış bilgi ağır basınca günlük hayatta o, bir ahlak budalası kesilir; ama kendi çıkarı, uzak veya yakın bir çıkarı söz konusu olduğunda, orada inançlar da, ilkeler de susar, kendi çıplaklığı ortaya çıkar.]

Çıplak görmekten ve soyunmaktan kastettiğimi iki örnekle açıklayıp,yazımı noktalayayım.

Öğretmenlik kutsaldır ( kesinlikle katılıyorum )
Nazmi bir öğretmendir
Öyle ise Nazmi kutsaldır.


Hayır! Kutsal olan Nazmi değil,öğretmenliktir.Kutsal bir ünvanın arkasına sığınan bir insanı kutsal görmek körlük,kutsal bir ünvanın arkasına sığınıp kendini kamufle etmek de acizliktir.İnsanlar, Tanrı’nın verdiği güzel bir vücudu nasıl kendi üretimiymişçesine,diğer insanlara karşı bir avantaj olarak kullanmaya çalışması etik değil ise; Nazmi’nin,öğretmenliğin arkasına sığınarak,kendisini kutsallığa götürme ödevini yerine getirmemesi de aynı derece etik değildir.

Sevişmek günahtır
Nazmi sevişen bir adamdır
Öyle ise Nazmi günahkardır


Hayır! Nazmi günahkar değildir,günahkar olan doğa’dır.Sevişmek isteyen bir Nazmi varsa, aynı zamanda sevişmek isteyen bir X kadın da vardır. Peki onlara engel olan nedir? Hayvanlar özgürce sevişebiliyorken ( lütfen bana hayvanların yaptığı şeyin mekanik olduğunu vs düşüncelerle gelmeyin; emin olun ben kafa patlattım bu konuda),biz neden sevişemiyoruz? Sevişirken aklını kullanan kaç insan var?

İşte dostlar hayatın sırrı: sevişmek,yazmak,ölmek,doğmak, hiçlik ve sonsuzluk ve de bilinememezlik…ilaveten dayı olmak ( dayı olucam inşallah)…
Okuduğunuz için teşekkür ederim.Gözlerinizde kusur meydanda geldiyse tedavinizi kurumumuz üstlenecektir.

Tuesday, 1 July 2008

ANA-Bir

"Zayıflar Bizi Kendi Gücümüzden Utanmaya Zorladıkları İçin Kazandılar." Nietzsche

Paylaşmamaya karar vermişken, bir dostla sohbetimiz bu düşüncemdeki yanılgıyı ortaya koydu. Aslında okunmak artık umurumda değil; paylaşmak da! Ben yazarak "Güç İstemi"ne hizmet ediyorum.

"Başınıza geleni hiç bilmiyorsunuz, yaşam yolunda sarhoşlar gibi ilerliyorsunuz, zaman zaman da bir merdiven aşağıya yuvarlanıyorsunuz. Fakat sarhoşluğunuz sayesinde başınız yarılmıyor: Kaslarınız çok yorgun, kafanız çok dumanlı olduğundan o basamakların taşlarını bizim bulduğumuz kadar sert bulmuyorsunuz! Bizim için yaşam daha büyük bir tehlike : Topraktanız biz;...Birbirimize çarptığımız gün vay halimize! Düşersek her şeyin sonu demektir bu!" Nietzsche


Veya-mantığının aşağıda anlatacaklarımı anlamakta zorlanmasının anlayabilirim. Onun için bişey ya A ya da B'dir. Ve bu kurala uymayan herşey onlar için bir paradoks / çelişki / tutarsızlıktır. Herşeyin bir olmasını anladığım şekilde tarif etmeye çalışacağım. Ayrıca buradaki "bir" kavramıyla kastetiğim, her insanın veya herşeyin eşit olduğu kesinlikle değildir.

Bu durumu fantastik bir öykücük kalıbına dökerek anlatmaya niyetleniyorum. Eksik kalacağını baştan itiraf etmemde bir sakınca görmüyorum.

Önce insanaların nasıl "bir" olduğundan başlayacağım; çünkü en çok akla yatmaz görüneni sanırım bu husus. İnsanlar çeşit çeşit görünüyorlar ve hatta biz de zaman zaman onların doğalarının, biricik gen bütünlüğü ve çevre etkileşimleri olduğunu ve bu sebeple binbir şekil farklılık oluştuğunu ifade ediyoruz.

Peki, o zaman inanlar hem "farklı", hm de "bir" nasıl oluyorlar?

Bu yalnızca " canım dokundukları iplik aynıdır, dokuma şekli farklı olabilir " şeklinde ifade edilirse sanırım yeterli olmuyor ; çünkü bu sefer de insanlar " dokuma şekilleri " ile övünebilmeyi ya da başkalarını dövevilmeyi başarıyorlar.
Bunu bir örnekle izah edeceğim, lütfen bu fantastik öykücüğü sakince, sanki dedeniz size uyku öncesi bir masal anlatıyormuş gibi okuyun.

Her insanın bir küre olduğunu düşünün ve bu kürenin üzerinin belli sayıda minik aynacıklarla kaplı olduğunu ve bu aynacıkların karanlık olduğunu varsayın. Bu minik aynacıklar her insanda aynı ve eşit sayıdadır. yani bu durumda bu küreler birbirinin aynıdır.
Her küre dünyaya gelirken "doğa" tarafından bir bonus ile ödüllendirilir. Bu ödül şudur ; bu aynalardan oniki tanesi ( sayı atmasyondur ) ışıklandırılmış olur. Fakat her kürenin farklı yerlerindeki farklı oniki aynası aydınlıktır.

Böylece insan hayata karanlıkta başlamaz, kendisine başlangış puanı üklenmiştir. Aynı yerdeki aynaları aydınlatılmış insanalr arasında tabiidir ki bir tanıma duygusu, sempati oluşur. Kendisinde diyelim A/F/Z aynaları ışıklı olan küre, başkasında R/N/C aynalarının ışıklı olduğunu gördüğünde irkilir ve onu reddetme / yanlışlama / kötüleme gayreti içine girer. Çünkü kendini AFZ zannetmekte ve her kürenin de böyle olmasını istemektedir / beklemektedir.

Küre hayat içinde büyürken bazı olaylar ( Aşk, sarsıcı büyük acılar gibi ) nedeniyle başka kürede aydınlanmış O ve S aynasının kendinde de olduğunu fark eder. Bu farkındalık derhal onun yeni iki aynasını aydınlatır. Böylece 12 aydınlık aynası olan diyelim AFZ... serisi, AFZ....OS haline gelir.

Kürelerin kendini bilmekte gayretleri eşit olmadığından fırsatları da eşit olmayacaktır. Bu sebeple her küre hayatı içinde 12 aydınlık aynasına eşit sayıda aydınlık ayna ekleyemez. Zaten ekledikleri de farklı farklı olduğundan, küreler doğarken farklı gibi görünürken, ölürken de hala farklı görünücektir bu da doğaldır; çünkü kimse karanlık aynaları bilmez.

Bir kürenin bütün aynalarının aydınlık hale gelmesi pek alışıldık bir durum değil. Sadece şunu varsayabilirim o takdirde küre "ışık topu" haline gelir ki bu artık asla ondan alınamayacak "yuvaya dönüş biletidir"( ister Üst-İnsan deyin, ister başka bişey ).
Bunu örneğini ben görmedim, yalnızca bilgelik tarihinde böyle insanlar olduğunda dair kuvvetli sezgilerim var.

Bir diğer ve bence çok önemli aşama ise şudur:

Bazı küreler hayatlarında öyle çok aynayı aydınlatırlar ki, aydınlık bölümler, karanlık aynaları çerçeveleyecek şekilde öyle bir dağılır ki hala karanlık duran aynalar da "bilinir" hale gelir!
Şöyle örnekleyelim: Diyelim küre doğduğunda üstünde İstanbul, Honolulu, AlmaAta, Erzincan, Van... aynaları aydınlatılmış olsun. Diğer her yer karanlıktır. Bu kişi hayatı boyunca öyle çok ayna aydınlatmayı başarır ki, kıtalar tarafından çevrelenmiş okyanusu, yani bizim deyimimizle "hala karanlık aynalar" bölgesinin varlığını anlar. Bu durumdaki kişi herşeyin "bir" olduğunu artık bilir. Fakat bir ışık topuna dönüşmemiştir.

"Şu an" dan kopmuş ve simgeler / düşünceler yolu ile yaşamaya başlamış insanların yukarıdaki aşamalardan geçmesi bir zorunluluk haline gelmiştir. Dışımızdaki dünya aslında zihnimizdedir ve oradan yansıtılır. Milyarlarca insan tarafıdnan yüzbinlerce yıldır yansıtılan bu görüntüyü artık "gerçek" kabul etmek zorundayız. Zihin imgeler çöplüğüdür. "Ben" dediğimiz algımızın, zihnimizdekiler olduğu yanılgısı en büyük açmazımız olur. Oysa "ben" algısı tektir. Kendini zihindekiler zannederek ayrıştırır ve isim koyar ; Ayşe, Osman, Sibel gibi...
Ayrıştırma anlamanın bir yolu olmakla birlikte eğer bubu ifrata vardırırsanız sonu tımarhanede biter. Ve çok sayıda küre bunu yaparsa bu dünya böyle sonsuza kadar "oyun"u geveler.

Çok yaklaştığınız objenin çekim alanı sizi yutar; çünkü o obje yüzbinlerce yıldır sayılmayacak kadar çok insanın enerjisini içinde barındırmaktadır. Bir kişinin enerjisi bunun yanında hiç kalır. Kuvvetli olan zayıfı yutar; oyunun en gözde kuralı budur ( Güç-İstemi ). Bu sebeple herhangi bir şeye yaklaşırken; anlayabilecek kadar yakında, yutulmayacak kadar uzakta durmak gerekiyor.

"İnsanlar ışığın çevresinde toplaşırlar, daha iyi görmek için değil, daha iyi parıldamak için."
"Kişi, ışığını karartmayı da bilmelidir, böceklerden ve hayvanlardan kurtulmak için." Nietzsche

Wednesday, 4 June 2008

Nazım Hikmet Ran


It is the 45th anniversary of Nazım Hikmet Ran. You know, he is the one of the biggest poets in the world. I don't wanna tell anything about him, i can't do either! He is the one whom I adore and take him as my model. He was a friend of my father too, from Bulgaria. Anyway, i wanna share a Nazım's poem with you. There is need to tell nothing; the poem tells us everything. Here it is :


ABOUT LIVING


I


Living is no laughing matter:

you must live with great seriousness

like a squirrel, for example-

I mean without looking for something beyond and above living,

I mean living must be your whole occupation.

Living is no laughing matter:

you must take it seriously,

so much so and to such a degree

that, for example, your hands tied behind your back,

your back to the wall,

or else in a laboratory

in your white coat and safety glasses,

you can die for people-

even for people whose faces you've never seen,

even though you know living

is the most real, the most beautiful thing.

I mean, you must take living so seriously

that even at seventy, for example, you'll plant olive trees-

and not for your children, either,

but because although you fear death you don't believe it,

because living, I mean, weighs heavier.


II


Let's say you're seriously ill, need surgery -

which is to say we might not get

from the white table.

Even though it's impossible not to feel sad

about going a little too soon,

we'll still laugh at the jokes being told,

we'll look out the window to see it's raining,

or still wait anxiously

for the latest newscast ...

Let's say we're at the front-

for something worth fighting for, say.

There, in the first offensive, on that very day,

we might fall on our face, dead.

We'll know this with a curious anger,

but we'll still worry ourselves to death

about the outcome of the war, which could last years.

Let's say we're in prison

and close to fifty,

and we have eighteen more years, say,

before the iron doors will open.

We'll still live with the outside,

with its people and animals, struggle and wind-

I mean with the outside beyond the walls.

I mean, however and wherever we are,

we must live as if we will never die.


III


This earth will grow cold,

a star among stars

and one of the smallest,

a gilded mote on blue velvet-

I mean this, our great earth.

This earth will grow cold one day,

not like a block of ice

or a dead cloud even

but like an empty walnut it will roll along

in pitch-black space ...

You must grieve for this right now

-you have to feel this sorrow now-

for the world must be loved this much

if you're going to say ``I lived'' ...


Nazim Hikmet

February, 1948

Sunday, 11 May 2008

1 Mayıs Ekseninde 68 Kuşağı ve Eğitim Sistemi Üstüne Bir Deneme

“Türk genci, devrimlerin ve rejimin sahibi ve bekçisidir.Bunların gerekliliğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır.Bunları güçsüz düşürecek en küçük veya en büyük bir kıpırtı duydu mu, bu memleketin polisi vardır, adliyesi vardır demeyecektir.Hemen müdahale edecektir.Elle, taşla, sopa ve silahla, nesi varsa onunla.Yine düşünecek, demek adliyeyi de düzeltmek gerekir,diyecektir.Onu hapse atacaklar.Yasal yoldan itirazlarını yapmakla birlikte;Bana, İsmet Paşa’ya, meclise telgraflar yağdırıp,Haklı ve suçsuz olduğu için serbest bırakılmasını,korunmasını istemeyecek,Diyecek ki: Ben kanaatimin gereğini yaptım.Müdahale ve eylemimde haklıyım.Eğer buraya haksız olarak gelmişsem,Bu haksızlığı oluşturan nedenleri düzeltmek de benim görevimdirİşte,benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği...”
Mustafa K.ATATÜRK


Salt 1 Mayısı konu edinen bir yazıyı kaleme almayı planlarken, manevra değiştirerek 1 Mayıs akabindeki manzarayı gördükten sonra kağıda dökmeye karar vermiştim. Hatta yazının başlığını “ 2 Mayıs “ olarak atmayı planlıyordum. 1 Mayıs’tan bu yazının kaleme alınışına kadar geçen süreçte, 68 olaylarının 40. yılı nedeniyle ve kronik bir problem olan eğitim sistemiyle, konu kapsamını genişletme kararı aldım. Bir okurum tarafından ( aynı zamanda arkadaşım olan bir okurum ) 1 Mayıs’ta konu ile ilgili bir yazı yazmamış olmam nedeniyle kafasında soru işaretleri oluştuğunu öğrendim. Beni tanıyanlar görüşlerimi az-çok bilirler, en azından hangi cenahta yer aldığım ortadadır ki kendimi bir tek ideolojiyle sınırlandıran biri olmadığım şimdiye kadar anlaşılmış olmalıdır diye düşünüyorum. Kulvar değişikliklerinin moda olduğu bu dönemde arkadaşımın benle ilgili muallakta kalmasını anlayabiliyorum. Buradayım, kendimi ifade edebildiğim kadar netim ve bu konu hakkındaki ifadelerimi uzun olacağını düşündüğüm bu yazıyla ortaya koymaya çalışacağım.

1 Mayısın doğuş sürecinde, çıkış noktası, anti-amerikancı söylemler bağlamında bir paradigma olması nedeniyle ilginçtir. 1886 yılında Amerikan işçi sınıfının 8 saatlik iş günü için vermiş olduğu mücadelede sonucunda Şikago’da birçok işçinin ölmesi ve 4 işçi önderinin idam edilmesi sonrasında 1889’da Fransa’da toplanan 1.Enternasyonel 1 Mayıs’ın dünyanın her yerinde , "İşçi Bayramı" olarak kutlanması için karar alıyor.

Ülkemizde ise bu konuyla ilgili cumhuriyetin ilk yıllarından sonraki en kalabalık miting, 1977 yılında Taksimde yaklaşık 500.000 kişinin katıldığı ve 34 kişinin hayatını kaybettiği gün , tarihe Kanlı 1 Mayıs adıyla geçti. Ve bu kanlı günün sorumlularının hala ortaya çıkartılamamış olması tarihe büyük bir utanç lekesi olarak kaydedilmiştir! 68 kuşağını başlatan olayların ilki Fransa’daki Sourbonue Üniversitesinde meydana gelen öğrenci isyanıdır. Elbette devrimci Che Guevera’nın da 1967 yılında Bolivya’da yakalanarak öldürülmesinin bu olayların başlangıcına neden olduğunu söyleyebiliriz. 68 kuşağının Türkiye’deki uzantısını ise Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan, Mahir Çayan, Harun Karadeniz, Sinan Cemgil, İbrahim Kaypakkaya gibi öğrenci liderleri ve devrimciler oluşturmuştur. Solun bu dönemde çeşitli fraksiyonlara ayrılmış olması nedeniyle Kanlı 1 Mayıs’ın sorumlularının sol gruba mensup kişilerce yapıldığı önyargısının günümüze kadar gelen uzantılarının sonuçlarını hep birlikte gördük. İşçilerinden, emekçilerinden bu kadar ürken, onları “ayak takımı” olarak gören hükümet onlara hak ettikleri onuru (!) jopuyla, gaz bombasıyla, su tankıyla vermiştir!

2008 1 Mayısı, faşizan ve despot bir tavır sergileyen iktidar ve kabadayı ağzıyla tehditler savuran Muammer Güler şefliğinde orantısız güç kullanan bir polis-asker korosu gölgesinde geçmiştir. İşçi ve emekçilere Taksim yasağını, provakasyon istihbaratını ve geçmişte yaşamış olduğumuz acı günü gerekçe olarak sunan hükümet, insanların birbirlerini öldürdüğü maç kutlamalarına; tüm dünyanın dikkatini üzerimize çeken yılbaşı kutlamalarındaki ahlaksız karakteristiklerin dışavurumu için zemin oluşmasında bu tarz bir güvenlik ( ! ) ihtiyacı hissetmemiştir. Hatta daha da ileri giderek , işçilerin provakatif eylemler olabileceğini düşünemeyeceğini, kendilerini koruyamayacaklarını düşünerek onların adına onları koruma görevi üstlenerek onları hem fiziken hem de manen dövme ironisini ortaya koymuştur! Muhterem zat , sayın Erdoğan der ki “ Devlet 1 Mayısla ilgili görevini yapmıştır, sağduyu kazandı”. Bu zatın bu tarz açıklamalarına alışmış biri olarak çok şaşırdığımı söyleyemem. Kendilerine göre hemen hemen tüm konularda her şey rayındadır, ve treni rayına sokmuş olanlar olarak söyledikleri ve yaptıkları her şey mutlak doğrulardır. Türkiye’yi müreffeh (!) bir çizgiye taşıyan bu kişilerin iki de bir halkın istemlerinin kendi zihniyetleriyle aynı doğrultuda olduklarını Gine Papağanı gibi tekrarlamaları, geçmiş yönetimlerde yer alan tüm hükümetlere bok atmaları, takıyyecilik-demogogluk alanlarındaki uzmanlıklarıyla iktidar kalmayı başarıyorlar. Provakatif eylemlerin önünü kesmeye çalışan bir hükümetin 1 Mayısta provakasyonun odağı haline gelmesi sizce düşündürücü değil midir? Bu yetmiyormuş gibi kara çalmaya çalışırken bilgisizliklerini ortaya çıkaran gafları da meşhurdur sayın başbakanın. 1 Mayıs yasağının müsebbibi olarak göstermek istediği CHP’nin iktidar olduğu dönemde, 1978 yılında, 1 Mayıs huzur içinde kutlanmıştır.1979 yılında ise sıkıyönetim vardı. Konumuz bir partiyi savunmak diğerini yermek değildir. Konumuz yok sayılan, sömürülen, aşağılanan, modern ve demokratik olgular altında boynuna zincir vurulan işçi ve emekçi arkadaşlarımıza ve onların yanında olan öğrencilere, aydınlara, siyasetçilere, bilim adamlarına, vatandaşlara yapılan çirkin, gaddar ve faşizan muameledir! Bir adım daha ileri giderek hükümet bu olayları sözde hükümeti devirmeyi amaç edinmiş Ergenekon çetesi ile bağdaştırırsa hiç şaşırmayalım keza bu ülkenin yetiştirmiş olduğu en büyük beyinlerinden ve 68 kuşağının önemli temsilcilerinden biri olan Türk Tabipleri Birliği Başkanı Prof.Dr.Gencay GÜRSOY gözaltına alınmıştır.Neden? Çünkü 1 Mayıs’ta yaşanan çirkin olaylar için Savcılığa suç duyurusunda bulunmuştur.

Türkiye’de, çalışanlar; “değer üreten” değil de, yaratılan “değerden” pay alanlar olarak görülür ve bu "payın", en az olması gerektiğine ilişkin yaygın bir yargı oluşmuş durumdadır. Dolayısıyla ekonomik düzenleme içinde emekçiler, adeta “yük” sayıldığı ve bu ön yargıyla sosyal güvenlik sorunlarına çözüm arandığı için; sosyal güvenlik sorunlarının “burjuva demokratik” anlamda dahi düzenlenmesi yapılamaz durumdadır. Kapitalist sistem yalnızca burjuvazinin yaşamını güvence altına alır. Sosyal güvenlik sistemi ise, işçi sınıfının, burjuva sınıfın yaşamına tehdit unsuru olmadan ölmeyecek kadar / sürünerek yaşamını sürdürme koşullarına sahip olmasını düzenler. Burjuva devlet hukukunun asli argümanı olan sosyal güvenlik yasası, işçi sınıfının kendini köleleştiren sisteme onay vermesini ve karşılığında, kölelik koşullarının sürdürülmesinin güvence altına alınmasının kurallarını koyar. Sosyal güvenlik yasası kölelik yasasının kapitalizm dilinde okunuşudur.

TÜSİAD gibi kurumların 1 Mayısın tatil edilmesini istemesi bir nevi timsah gözyaşları gibi değerlendirmemiz mümkündür. Son zamanlarda Arzuhan Yalçındağ hanımefendiye bayılıyorum (!) zaten. Ne de olsa kendisi Türkiye’nin en güçlü kadını (!). Bu ülkede bu kadar eğitimli-eğitimsiz işsiz olmasının sorumlularından birisi de devlet ile birlikte bu kurumdur diye düşünmekteyim. Kanımca işgören maliyetlerini minimum seviyede tutabilmek ve çalışanı ehlileştirmek adına oluşturulmuş bilinçli bir işsizler havuzu vardır ortada. Bunu görebilmek için alem-i cihan olmaya gerek yok! İşçileri, emeğini satmak zorunda olan çalışanları bir tehdit unsuru olarak gören hükümet ile karını maksimize etmede işçiyi sistemin mekanik bir parçası olarak gören sermayenin arasında pimpon topu gibi kalmış çalışanların “sosyal devlet”, “ sosyal güvenlik yasası”, “toplumsal barış “ demokratik hak” gibi kavramlarla uyutulduğu bir ülkede, buna muhalif bir şeyler söyleyenlere hükümet ve çıkar grupları tarafından koro halinde “siyasal-hukuksal linç” uygulanması vahimdir. Tüm dünyanın dönüşümünde, değer yaratımında başrol oynayan işçilerin, emekçilerin bu kadar sömürüldüğü, 2. sınıf insan muamelesi gördüğü bir düzenin en önde giden örneğinin Türkiye’de yaşandığını söyleyebiliriz. Endüstri mühendisliği ve işletme okumuş, yöneticilik yapan biri olarak, ekonomik hayattaki varoluşumun kökeninde işçinin yattığı gerçeğini görebiliyorum. Daha fazla kazanıyor, organizasyon şemasındaki pozisyonum ve sosyal statüm gereği “ saygın “ ve “ayrıcalıklı” sayılıyorum. Giydiğim temiz janti takımlar ve taktığım kravat beni belli bir sınıfa sokuyor Okuduğum gazete, üye olduğum dernek veya partiler benim siyasi yaftam olmaktadır. Hatta tuttuğum takımın bile sosyolojik analizini yapanlar oluyordur muhakkak. Zaten hep başkaları bizim adımıza birşeyler yapmıyor mu bu ülkede? Üniversite mezunlarının %70’lerinin yetersiz, bilgisiz olduğu bir ülkede, okuma-yazma bilmeyenlerin oranının azımsanmayacak derecede olması, her şeyin diploma, belgeler, sertifikalar ve sınavlarla ölçüldüğü bir ülkede sağlıklı bir gelecek yaratmamız düşüncesi ne kadar sağlıklıdır? Cümle kuramayan, kendini ifade edemeyen, matematik bilimi dışında ortak paydada buluşulabilmesi hiç olası olmayan diplomalıların yaşadığı bir ülkeden bahsediyorum.
Yapılan araştırmalar göstermektedir ki günümüzde okuma ve anlama kabiliyetini en iyi geliştiren Yeni Zelandalılar, matematiği en iyi öğretip kullandırmasını bilen ve yabancı dili öğretmede ve öğrenmede en başarılı olan Hollandalılar, fen bilimlerini teknolojiye en iyi aktarıp uygulayan ve bunu en iyi öğreten Japonlar ve Ruslar, lise seviyesinde en başarılı ve kaliteli eğitimi veren aynı zamanda en kaliteli öğretmen yetiştirmede dünyada tek ülke Almanlar, üniversite seviyesinde özellikle lisansüstü eğitimde ve sanat dalında en iyi öğretimi veren ABD, dünyada ilk sırada yer alan ülkelerdir. (2 Aralık 1991 Newsweek)

Gaye, çocuklara birtakım gerçekleri öğretip ve onlara bilgi yükledikten sonra, kendi geliştirdiğimiz testlerle, yüklenilen bilginin ne kadarını aldıklarını değerlendirip ölçmek değildir. Bizler, yürüyen ansiklopedik insanlar yetiştirmeyi düşünmemeliyiz. Bizler öğrenciye kendine güvenmesini sağlayacak eğitim ve onun hayalini, hassasiyetini, öğrenme, anlama aşk ve şevkini arttıracak bir eğitim vermenin derdinde olmalıyız. Bizler öğrencinin konuyu ezberlemesini değil, kavramasını, anlamasını ve o bilgiyi kullanabilmesini sağlayan bir sistemin temellerini atmalıyız. Onlarda, bağımsız araştırma ve rapor yazma kaabiliyetlerini geliştirmeyi hedefleyen müfredatları geliştirmeliyiz.

Mevcut eğitim sisteminin ( özellikle 80 sonrası ) müfredatının bu ülkeye ve eğitim almış olanlara pek bir şey kazandırmadığı acı bir gerçektir. Ne de olsa önce binayı diken, sonra alt yapı çalışmalarına önem veren bir zihniyetin mirasyedileriyiz! İlkokul eğitimini Bulgaristan’da tamamlamış, ilkokul sonrasından yüksek lisans seviyesine kadar olan eğitim sürecini Türkiye’de tamamlamış biri olarak bilimin deneysel yüzünü görmemiş olmam, yabancı dil eğitimin tamamen yetersiz olduğuna şahit olmuş olmam ayrıldığım topraklarla, geldiğim topraklar arasında sıkışıp kalmama neden olmuştur. Henüz bir ilkokul öğrencisiyken birçok deney yapma şansına sahip olduğum, matematik ve fen bilimleri alanındaki sağlam temelleri attığım, daha ilkokul 3. sınıfında ingilizce, almanca ve rusça dillerini ciddi şekilde öğrenmeye başladığım, felsefe ve edebiyata diğer bilim dalları kadar önem atfedilen, satranç bilmeyenlerin mahcup düştüğü, haftanın 2 günü okul sonrasında yol kazı ve ağaç dikme çalışmalarına fiilen katıldığım, tarihi ve kültürel yerlerin hemen hemen hepsini yerinde görmüş ve içselleştirmiş, en az üç dalda lisanslı olarak spor yapmış, sadece bilginle, zekan ve insanlığınla var olabildiğin bir toplumda hem de komünizm ile yönetilen bir Bulgaristan’da çocukluğumun 12 yılını geçirdim. Hani şu 7-8 milyonluk ve fakir (!) Bulgaristan! Kültür şokunu üzerimde yıllarca taşımış ve hala adaptasyonumu tam sağlayamamış biri olarak nostaljik bir serzenişt içerisinde olduğum düşünülebilir. İlkokulda A.Einstein,Eflatun, Hegel, Marx, N.Hikmet, Atatürk, Lenin okunan bir ortamdan bahsediyorum.
Türkiye’de kitap okunma oranlarının düşük olduğu yönündeki istatistiki sonuçların doğru olduğu kuşku götürmez fakat altında yatan sosyoekonomik nedenler yadsınıyor gibi geliyor bana. 100 kuruş fark nedeniyle insanların BESAŞ ekmeği kuyrukları oluşturduğu bir ülkeden bahsediyoruz. İnsanların vahşi yaşam mücadelesine itildiği, gerçek anlamda sosyal güvenceleri olmayan, mezarda emeklilik reformuyla “ yaşlılık hayalleri” bile elinden alınmış bir ülkede ekonomik olarak gazetelerin “anlamlı” olması bile okuma motivasyonun sağlanmasında yetersiz olduğu ortadadır. “ Yatmadan Önce 100 Fırça Darbesi “ tarzı kitaplar bile 10 – 15 YTL, Edebi ağırlığı ve kalitesi olan kitaplar ise 20 – 30 YTL seviyelerinde seyrederken ve “ korsana hayır “ duyarlılığı gösterdiğimiz bu günlerde nasıl kitap edinebileceğimizi, kölelik şartları altında günde 12 saat çalışanların nasıl zaman bulup kitap okuyabileceğinin formülünü bize, aristokratlarımız ve oligarşinin önde gelen babayiğitleri söyleyebilirler mi?

Bağımsız Eğitimciler Sendikası'nın (BES) AR-GE birimi " Türkiye'nin Okuma Alışkanlığı " adlı bir rapor yayımladı. Rapora göre, Türkiye'de okunan kitaplar, genellikle " siyaset, aşk, cinsellik " konularını işliyor. Günde ortalama 5 saat televizyon seyreden Türk halkı, kitap okumaya yılda yalnızca 6 saat zaman ayırıyor. Türkiye, kitap okuma konusunda çoğu Afrika ülkesinin gerisinde kalmış durumda. Japonya'da toplumun yüzde 14'ü, Amerika'da yüzde 12'si, İngiltere ve Fransa'da yüzde 21'i düzenli kitap okurken, Türkiye'de bu oran on binde 1. Manzara ortada, çelişkiler yumağının odağında olan insanlar suçlanmadan evvel yaşamın kendisinin bir çelişki yumağı olduğu gerçeğini sanırım artık kanıksamamız yerinde olacaktır.
68 Kuşağı da mı oku(ya)mayan bir kuşaktı? 68 ruhunun oluşumundaki temel argüman “ Kapitalizm ve Savaş “ karşıtlığıdır kuşkusuz. Dolayısıyla bu dönemin gençliği kapitalizm ve savaş karşıtı ideologların ve yazarların kitaplarını okumuş, düşünmüş, sorgulamış ve devrimci bir çizgide yer almıştır. Kuşkusuz 68 yılında yaşamış olan herkes 68 kuşağına mensup değildir, bu noktaya dikkat çekmekte fayda vardır diye düşünüyorum. Kuşkusuz her kuşağın okuyan, sorgulayan, tartışan ve toplumsal olaylara duyarlı insanları olduğu değişmez bir gerçektir. Kuşkusuz 80 sonrasında televole kültürüyle yetişen bizlerin 68 kuşağını ve dünya dinamiklerini anlamasını bekleyemeyiz. Mevcut sistemin devamını garanti altına alacak yeter nicelikte zombie’ler yetiştiren devletin sözde rejim tehlikesi ihtimali karşısında takındığı 1 Mayıs tavrı ortadadır. Seçim sistemimizin sakatlığına ise hiç girmiyim keza yazının zaten cılkı çıkmış durumdadır, toparlamam da pek mümkün görünmüyor.
Kuşkusuz bu topluma daha fazla felsefe, daha fazla tarihi ve siyasi bilinç lazımdır. Tüm olumsuz koşullara rağmen daha fazla okuma alışkanlığı, sorgulayıcı ve eleştirel bakış açısı; inşa eden, dönüştüren bir kimlikle birlikte mucize hayal eden devrimci ruh lazımdır! Çirkinliklerin gölgesinde bıraktığımız 1 Mayıs sonrasında şimdiden gelecek 1 Mayısların güzel geçmesi için toplumsal ve siyasal zemini inşa etmeliyiz. İşçilerimizi, emekçilerimizi, yaşlılarımızı, çocuklarımızı, gençlerimizi başımızın tacı etmekten korkmayan hükümetler diliyorum. Hepinize saygılar diyerek sizi Jose Marti’nin şiiriyle baş başa bırakıyorum :

Aynı yalınlıkla ölmek isterim

Kırda bir çiçek gibi, sakin, gösterişsiz.

Mum yerine yıldızlar parlasın üstümde

Yeryüzü uzansın altımda sessiz.

Ben aydınlık ve özgürlük delisiyim

Varsın hainleri gizlesinler soğuk bir taş altında

Dürüstçe yaşadım ben, karşılığında

Yüzüm doğan güneşe dönük öleceğim.