Saturday 19 September 2009

Ramazan Biterken

Onbir ayın sultanı olduğu söylenen, dini duygularımızın tavan yaptığı; bir aylığına bile sözde-müslüman olmayı bir kenara bırakıp gerçek-müslüman gibi davranamadığımız ramazan ayı sona eriyor. İftar çadırları kurulur. Başbakan fakir-fukaranın iftar sofrasına katılır. Yığınlar, en hızlı kıldıran hocanın camisine teravi namazına akın eder. Televizyonda din sohbetleri, temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp sunulan din temalı aynı filmler gösterilir. Hani gerçeği bilmeyen dışarıdan biri, her şeyin ne kadar mükemmel olduğunu sanıp hemen şehadet getirerek müslüman olabilir. O derece müslümanız senede bir ay! Küresel ısınma, savaşlar, dünyada açlıktan ölen insanlar, gelir dağılımındaki eşitsizlik, siyasetteki erozyon, başbakanın “kriz bizi teğet geçti” türküsünü gine papağını gibi tekrarlaması… bunlar umurumuzda değil, bu ay müslümanız ve başka bir şeye odaklanamayız…Bunları boşverin siz, bayram namazını kaçırmayın yeter!


Çağımız dünyasında "modernite öncesini" yaşayan kültürleri bir yana bırakırsak, modernite sürecini az-çok yaşamış tüm toplumlarda evren ve evrendeki şey-olay bağlamlarının algısını “bilimsel paradigma” belirlemektedir. Üstelik de klasik bilim anlayışının paradigması. Modern bilim anlayışları henüz "hayatın-içinde" yansımalarını bulabilmiş değil.

İnanç-siyasal anlayış ve değer dünyaları ne olursa olsun, kainattaki olup bitenler hep bu paradigmanın "konseptlerine" göre algılanıp-değerlendirilmektedir.(Ayrım noktaları "yapısal-özsel" değil de ilintiseldir. Bazıları bu olup bitenleri evren üstü aşkın bir gücün inayet-istenç ve ereğine göre "değerlendirir", bazıları da kozmik-işleyiş ve kendi yasalarıyla açıklamaya çalışır.)

Bu açıdan ele aldığımızda;

X türünden bir olay, belli olgu bağlamlarının, içine yerleştirilip-neden sonuç ilişkileri içinde açıklanabiliyorsa bu olay için doğal bir olay denir. Yağmurun yağması-rüzgarın esmesi v.s..

X türünden bir olay belli olgu bağlamlarının içine yerleştirilip de açıklanamıyorsa bu durumda ona rastlantı/tesadüf adı veriliyor. Örneğin bulunduğunuz şehirden kalkıp başka bir şehre gittiniz ve orada mezun olduktan sonra hiç-görüşmediğiniz ilkokul arkadaşınızı gördünüz. Bu ne kadar büyük bir-tesadüf diyorsunuz. Oysa onun orada oluşu kendi süreci açısından bakıldığında bir olaylar serisinin sonucu. Sizin orda olmanız da belli olaylar serisinin bir sonucu. Her iki olay da kendi dinamikleri açısından tesadüfi değil. Ama o kesişme anı tesadüf olarak değerlendiriliyor.

Kısaca, önceden "ön-görü" varsa tesadüf ortadan kalkıyor. Bir olayın oluş-etkileyici faktörler serisi olduğunca ortaya konamıyorsa buna tesadüf deniyor. Şans oyunlarında ikramiye isabet eden numaraların ortaya çıkış sürecindeki tüm-faktörleri bilemediğimiz-hesaplayamadığımız için bu olaya tesadüf-şans-şanslı-şanssız diyoruz. O topların ilgili yere konuş şekli sırası, düğmeye basılış anı, topların dönmesi, bir-birlerine çarpışları ve sonuçta birinin delikten düşmesi ve sırasıyla aynı işlemin diğer toplar için yapılışı.. İşte tüm bu süreci hesaplayıp-öngöremediğimiz için bu olaya tesadüf diyoruz.

X olayı bilinen neden-sonuç ilişkilerinin çok ötesinde ise ve söz-konusu olan olayı bu "bağlama" yerleştirip algılayamıyorsak bu durumda "mucize" demeye başlıyoruz. Örneğin diyelim ki şu anda üzerinden okuduğunuz bu bilgisayar durup-dururken havalanmaya başladı. Eğer bilimsel paradigma sizde güçlü bir şekilde yerleşmişse bu durumda bu sonuca fiziksel bir neden arayacaksınız. Yukarı bakacaksınız (ip nerde diyerek) veya en azından durup da "anlamaya" çalışacaksınız. Görünen fiziki bir neden bulamayınca işte o zaman bismillah-bismillah demeye başlayacaksınız annem gibi veya "mualla-hanım" gibi...

İşte insan-oğlunda fiziğin bitip metafiziğe geçiş alanının başlamasına yol açan bu gibi olaylardır. Ve bu eski alışkanlığıdır insan-oğlunun. Güneşi anlayamamış onda meta-fizik aramış. Rüzgarda-şimşekte falan. Hatta bir tırtıla tapındığı dönemler olmuş. Anlayamamış çünkü bir tırtıl bir ağacı nasıl kurutur.

İnanmak “bilmenin” bittiği yerde başlar. Bilinen “doğallaştırılmıştır" bilinemeyen gizemini korur. O nedenle insanoğlu Tanrıyı "evrenin" dışına-üstüne "sürmüştür". Onu hiçbir zaman bilemeyecek ve böylelikle ona olan inancı devam edecek ve o da bu inancıyla oynayabilecek.

Aslında işte bu denli basit. Alıştığımız(ki bu da sürekli aynı şekilde tekrarlandığı söylenen algı biçimlerimizden kaynaklanıyor) dünyanın dizgelerine kurallarına uygun olanlara doğal, olmayanlara ise rastlantı-mucize deyip duruyoruz.

Bu noktadaki en önemli ve kritik soru şu;

Dış dünya denilen kendisi öyle-olduğu için mi biz onu öyle algılıyoruz , yoksa biz dış-dünya denileni algı-biçimlerimize göre mi düzenliyoruz? Bu soru da aynı zamanda şu önsel soruyla ilgili. Acaba sahiden de “ben” denilenden bağımsız bir-dış dünya var mı?...


Genel olarak ‘insanlar neden ve nasıl inanır' konusunda ahkam kesmek isterim. Keza ilahi bir güce inançta bence bundan çok farklı değil.

2, 4, ?
Bu dizideki sayı nedir?
6 da 8 de olabilir, hatta daha karmaşık bir fonksiyonsa başka şeyler de olabilir.

Peki
2, 4, 8, 16, ?
Buradaki sayının 32 olma olasılığı gözümüze çok daha yüksek gözükür. Ama inanın 32 olmayan kayda değer başka yaklaşımlar da vardır.

Bence inanç bütünlükten doğar. Elinizde ne kadar uzun bir sayı dizisi varsa, ne kadar birbirlerini tamamlıyor, ne kadar bütünlüyorlarsa, bulmacanın eksik parçasını tahmin etmek (belli bir şey olduğuna inanmak) o kadar kolaylaşır. Ama hiçbir zaman %100 olmaz. %100’ün olduğu durum inanmak değil, bilmektir.

Başka bir tartışma konusu, ama aslında bildiğimiz tek bir şey yoktur. Gerçek bir 'Bilme', varoluşun/sonsuzluğun tümünü eşzamanlı bilmek demektir. Siz uzun zamanlar boyunca bir şeyleri bildiğinizi sanabilirsiniz, ama ilksel sebep elinize yıkılmaz bir teminat vermedikçe bir şey bilmek mümkün değildir. Çünkü son noktada ilksel sebebin o öyle değildi böyle idi, sen yanlış gördün/anladın/hayaldeydin/rüyadaydın deme olasılığı her zaman vardır.

Bu bağlamda aslında 'şeylerin' (düşünce, kavram, algı, teori) ispat edilebilirliği de yoktur. Bize göre ispat dediğimiz şey ise bir takım kabullerle başlamak daha sonra o kabullerle çelişmeyen en büyük ve bütüncül seti 'ispat ettiğini' düşünmekten ibarettir.

Gene de biz bunları söyleriz: "biliyorum, ispatlandı vs.". Söyleyeceğiz de... Çünkü bulunduğumuz bağlamda çok da yararsız sözcükler değil. Fakat bunların hepsi görece bir sistem için geçerli ve esasen boşlukta (veya ilksel kabullerin üzerinde, çünkü ilksel kabuller boşlukta) durmaktadırlar.

Böylelikle biz daha tümleşik/sade/güzel bütünlükler arayışını sürdürürüz. Yaşarız, deneyimleriz ve sonuçlar çıkarırız. Bunlar aslında bir nevi laboratuvar deneyleri gibidir. Yaşamdan çıkardığımız sonuçlar. Bu sonuçlar yavaş yavaş kafamızdaki büyük bulmacada yerlerine oturmaya çalışırlar. (ve tabii ki yüzlerce kez yer değiştirirler, bozulup tekrar konurlar, vs.) Ve giderek bir yoğunluk noktası, bir eşik enerjisine doğru yaklaşırlar. Ve sonra "inanıyorum" deriz. İlahi güç olsun, başka şey olsun bu hep böyle olur...tabi bu bilinç düzeyinde olanların niceliği hakkında bir kestirimde bulunmam zor.

No comments: