Sunday 11 May 2008

1 Mayıs Ekseninde 68 Kuşağı ve Eğitim Sistemi Üstüne Bir Deneme

“Türk genci, devrimlerin ve rejimin sahibi ve bekçisidir.Bunların gerekliliğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır.Bunları güçsüz düşürecek en küçük veya en büyük bir kıpırtı duydu mu, bu memleketin polisi vardır, adliyesi vardır demeyecektir.Hemen müdahale edecektir.Elle, taşla, sopa ve silahla, nesi varsa onunla.Yine düşünecek, demek adliyeyi de düzeltmek gerekir,diyecektir.Onu hapse atacaklar.Yasal yoldan itirazlarını yapmakla birlikte;Bana, İsmet Paşa’ya, meclise telgraflar yağdırıp,Haklı ve suçsuz olduğu için serbest bırakılmasını,korunmasını istemeyecek,Diyecek ki: Ben kanaatimin gereğini yaptım.Müdahale ve eylemimde haklıyım.Eğer buraya haksız olarak gelmişsem,Bu haksızlığı oluşturan nedenleri düzeltmek de benim görevimdirİşte,benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği...”
Mustafa K.ATATÜRK


Salt 1 Mayısı konu edinen bir yazıyı kaleme almayı planlarken, manevra değiştirerek 1 Mayıs akabindeki manzarayı gördükten sonra kağıda dökmeye karar vermiştim. Hatta yazının başlığını “ 2 Mayıs “ olarak atmayı planlıyordum. 1 Mayıs’tan bu yazının kaleme alınışına kadar geçen süreçte, 68 olaylarının 40. yılı nedeniyle ve kronik bir problem olan eğitim sistemiyle, konu kapsamını genişletme kararı aldım. Bir okurum tarafından ( aynı zamanda arkadaşım olan bir okurum ) 1 Mayıs’ta konu ile ilgili bir yazı yazmamış olmam nedeniyle kafasında soru işaretleri oluştuğunu öğrendim. Beni tanıyanlar görüşlerimi az-çok bilirler, en azından hangi cenahta yer aldığım ortadadır ki kendimi bir tek ideolojiyle sınırlandıran biri olmadığım şimdiye kadar anlaşılmış olmalıdır diye düşünüyorum. Kulvar değişikliklerinin moda olduğu bu dönemde arkadaşımın benle ilgili muallakta kalmasını anlayabiliyorum. Buradayım, kendimi ifade edebildiğim kadar netim ve bu konu hakkındaki ifadelerimi uzun olacağını düşündüğüm bu yazıyla ortaya koymaya çalışacağım.

1 Mayısın doğuş sürecinde, çıkış noktası, anti-amerikancı söylemler bağlamında bir paradigma olması nedeniyle ilginçtir. 1886 yılında Amerikan işçi sınıfının 8 saatlik iş günü için vermiş olduğu mücadelede sonucunda Şikago’da birçok işçinin ölmesi ve 4 işçi önderinin idam edilmesi sonrasında 1889’da Fransa’da toplanan 1.Enternasyonel 1 Mayıs’ın dünyanın her yerinde , "İşçi Bayramı" olarak kutlanması için karar alıyor.

Ülkemizde ise bu konuyla ilgili cumhuriyetin ilk yıllarından sonraki en kalabalık miting, 1977 yılında Taksimde yaklaşık 500.000 kişinin katıldığı ve 34 kişinin hayatını kaybettiği gün , tarihe Kanlı 1 Mayıs adıyla geçti. Ve bu kanlı günün sorumlularının hala ortaya çıkartılamamış olması tarihe büyük bir utanç lekesi olarak kaydedilmiştir! 68 kuşağını başlatan olayların ilki Fransa’daki Sourbonue Üniversitesinde meydana gelen öğrenci isyanıdır. Elbette devrimci Che Guevera’nın da 1967 yılında Bolivya’da yakalanarak öldürülmesinin bu olayların başlangıcına neden olduğunu söyleyebiliriz. 68 kuşağının Türkiye’deki uzantısını ise Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan, Mahir Çayan, Harun Karadeniz, Sinan Cemgil, İbrahim Kaypakkaya gibi öğrenci liderleri ve devrimciler oluşturmuştur. Solun bu dönemde çeşitli fraksiyonlara ayrılmış olması nedeniyle Kanlı 1 Mayıs’ın sorumlularının sol gruba mensup kişilerce yapıldığı önyargısının günümüze kadar gelen uzantılarının sonuçlarını hep birlikte gördük. İşçilerinden, emekçilerinden bu kadar ürken, onları “ayak takımı” olarak gören hükümet onlara hak ettikleri onuru (!) jopuyla, gaz bombasıyla, su tankıyla vermiştir!

2008 1 Mayısı, faşizan ve despot bir tavır sergileyen iktidar ve kabadayı ağzıyla tehditler savuran Muammer Güler şefliğinde orantısız güç kullanan bir polis-asker korosu gölgesinde geçmiştir. İşçi ve emekçilere Taksim yasağını, provakasyon istihbaratını ve geçmişte yaşamış olduğumuz acı günü gerekçe olarak sunan hükümet, insanların birbirlerini öldürdüğü maç kutlamalarına; tüm dünyanın dikkatini üzerimize çeken yılbaşı kutlamalarındaki ahlaksız karakteristiklerin dışavurumu için zemin oluşmasında bu tarz bir güvenlik ( ! ) ihtiyacı hissetmemiştir. Hatta daha da ileri giderek , işçilerin provakatif eylemler olabileceğini düşünemeyeceğini, kendilerini koruyamayacaklarını düşünerek onların adına onları koruma görevi üstlenerek onları hem fiziken hem de manen dövme ironisini ortaya koymuştur! Muhterem zat , sayın Erdoğan der ki “ Devlet 1 Mayısla ilgili görevini yapmıştır, sağduyu kazandı”. Bu zatın bu tarz açıklamalarına alışmış biri olarak çok şaşırdığımı söyleyemem. Kendilerine göre hemen hemen tüm konularda her şey rayındadır, ve treni rayına sokmuş olanlar olarak söyledikleri ve yaptıkları her şey mutlak doğrulardır. Türkiye’yi müreffeh (!) bir çizgiye taşıyan bu kişilerin iki de bir halkın istemlerinin kendi zihniyetleriyle aynı doğrultuda olduklarını Gine Papağanı gibi tekrarlamaları, geçmiş yönetimlerde yer alan tüm hükümetlere bok atmaları, takıyyecilik-demogogluk alanlarındaki uzmanlıklarıyla iktidar kalmayı başarıyorlar. Provakatif eylemlerin önünü kesmeye çalışan bir hükümetin 1 Mayısta provakasyonun odağı haline gelmesi sizce düşündürücü değil midir? Bu yetmiyormuş gibi kara çalmaya çalışırken bilgisizliklerini ortaya çıkaran gafları da meşhurdur sayın başbakanın. 1 Mayıs yasağının müsebbibi olarak göstermek istediği CHP’nin iktidar olduğu dönemde, 1978 yılında, 1 Mayıs huzur içinde kutlanmıştır.1979 yılında ise sıkıyönetim vardı. Konumuz bir partiyi savunmak diğerini yermek değildir. Konumuz yok sayılan, sömürülen, aşağılanan, modern ve demokratik olgular altında boynuna zincir vurulan işçi ve emekçi arkadaşlarımıza ve onların yanında olan öğrencilere, aydınlara, siyasetçilere, bilim adamlarına, vatandaşlara yapılan çirkin, gaddar ve faşizan muameledir! Bir adım daha ileri giderek hükümet bu olayları sözde hükümeti devirmeyi amaç edinmiş Ergenekon çetesi ile bağdaştırırsa hiç şaşırmayalım keza bu ülkenin yetiştirmiş olduğu en büyük beyinlerinden ve 68 kuşağının önemli temsilcilerinden biri olan Türk Tabipleri Birliği Başkanı Prof.Dr.Gencay GÜRSOY gözaltına alınmıştır.Neden? Çünkü 1 Mayıs’ta yaşanan çirkin olaylar için Savcılığa suç duyurusunda bulunmuştur.

Türkiye’de, çalışanlar; “değer üreten” değil de, yaratılan “değerden” pay alanlar olarak görülür ve bu "payın", en az olması gerektiğine ilişkin yaygın bir yargı oluşmuş durumdadır. Dolayısıyla ekonomik düzenleme içinde emekçiler, adeta “yük” sayıldığı ve bu ön yargıyla sosyal güvenlik sorunlarına çözüm arandığı için; sosyal güvenlik sorunlarının “burjuva demokratik” anlamda dahi düzenlenmesi yapılamaz durumdadır. Kapitalist sistem yalnızca burjuvazinin yaşamını güvence altına alır. Sosyal güvenlik sistemi ise, işçi sınıfının, burjuva sınıfın yaşamına tehdit unsuru olmadan ölmeyecek kadar / sürünerek yaşamını sürdürme koşullarına sahip olmasını düzenler. Burjuva devlet hukukunun asli argümanı olan sosyal güvenlik yasası, işçi sınıfının kendini köleleştiren sisteme onay vermesini ve karşılığında, kölelik koşullarının sürdürülmesinin güvence altına alınmasının kurallarını koyar. Sosyal güvenlik yasası kölelik yasasının kapitalizm dilinde okunuşudur.

TÜSİAD gibi kurumların 1 Mayısın tatil edilmesini istemesi bir nevi timsah gözyaşları gibi değerlendirmemiz mümkündür. Son zamanlarda Arzuhan Yalçındağ hanımefendiye bayılıyorum (!) zaten. Ne de olsa kendisi Türkiye’nin en güçlü kadını (!). Bu ülkede bu kadar eğitimli-eğitimsiz işsiz olmasının sorumlularından birisi de devlet ile birlikte bu kurumdur diye düşünmekteyim. Kanımca işgören maliyetlerini minimum seviyede tutabilmek ve çalışanı ehlileştirmek adına oluşturulmuş bilinçli bir işsizler havuzu vardır ortada. Bunu görebilmek için alem-i cihan olmaya gerek yok! İşçileri, emeğini satmak zorunda olan çalışanları bir tehdit unsuru olarak gören hükümet ile karını maksimize etmede işçiyi sistemin mekanik bir parçası olarak gören sermayenin arasında pimpon topu gibi kalmış çalışanların “sosyal devlet”, “ sosyal güvenlik yasası”, “toplumsal barış “ demokratik hak” gibi kavramlarla uyutulduğu bir ülkede, buna muhalif bir şeyler söyleyenlere hükümet ve çıkar grupları tarafından koro halinde “siyasal-hukuksal linç” uygulanması vahimdir. Tüm dünyanın dönüşümünde, değer yaratımında başrol oynayan işçilerin, emekçilerin bu kadar sömürüldüğü, 2. sınıf insan muamelesi gördüğü bir düzenin en önde giden örneğinin Türkiye’de yaşandığını söyleyebiliriz. Endüstri mühendisliği ve işletme okumuş, yöneticilik yapan biri olarak, ekonomik hayattaki varoluşumun kökeninde işçinin yattığı gerçeğini görebiliyorum. Daha fazla kazanıyor, organizasyon şemasındaki pozisyonum ve sosyal statüm gereği “ saygın “ ve “ayrıcalıklı” sayılıyorum. Giydiğim temiz janti takımlar ve taktığım kravat beni belli bir sınıfa sokuyor Okuduğum gazete, üye olduğum dernek veya partiler benim siyasi yaftam olmaktadır. Hatta tuttuğum takımın bile sosyolojik analizini yapanlar oluyordur muhakkak. Zaten hep başkaları bizim adımıza birşeyler yapmıyor mu bu ülkede? Üniversite mezunlarının %70’lerinin yetersiz, bilgisiz olduğu bir ülkede, okuma-yazma bilmeyenlerin oranının azımsanmayacak derecede olması, her şeyin diploma, belgeler, sertifikalar ve sınavlarla ölçüldüğü bir ülkede sağlıklı bir gelecek yaratmamız düşüncesi ne kadar sağlıklıdır? Cümle kuramayan, kendini ifade edemeyen, matematik bilimi dışında ortak paydada buluşulabilmesi hiç olası olmayan diplomalıların yaşadığı bir ülkeden bahsediyorum.
Yapılan araştırmalar göstermektedir ki günümüzde okuma ve anlama kabiliyetini en iyi geliştiren Yeni Zelandalılar, matematiği en iyi öğretip kullandırmasını bilen ve yabancı dili öğretmede ve öğrenmede en başarılı olan Hollandalılar, fen bilimlerini teknolojiye en iyi aktarıp uygulayan ve bunu en iyi öğreten Japonlar ve Ruslar, lise seviyesinde en başarılı ve kaliteli eğitimi veren aynı zamanda en kaliteli öğretmen yetiştirmede dünyada tek ülke Almanlar, üniversite seviyesinde özellikle lisansüstü eğitimde ve sanat dalında en iyi öğretimi veren ABD, dünyada ilk sırada yer alan ülkelerdir. (2 Aralık 1991 Newsweek)

Gaye, çocuklara birtakım gerçekleri öğretip ve onlara bilgi yükledikten sonra, kendi geliştirdiğimiz testlerle, yüklenilen bilginin ne kadarını aldıklarını değerlendirip ölçmek değildir. Bizler, yürüyen ansiklopedik insanlar yetiştirmeyi düşünmemeliyiz. Bizler öğrenciye kendine güvenmesini sağlayacak eğitim ve onun hayalini, hassasiyetini, öğrenme, anlama aşk ve şevkini arttıracak bir eğitim vermenin derdinde olmalıyız. Bizler öğrencinin konuyu ezberlemesini değil, kavramasını, anlamasını ve o bilgiyi kullanabilmesini sağlayan bir sistemin temellerini atmalıyız. Onlarda, bağımsız araştırma ve rapor yazma kaabiliyetlerini geliştirmeyi hedefleyen müfredatları geliştirmeliyiz.

Mevcut eğitim sisteminin ( özellikle 80 sonrası ) müfredatının bu ülkeye ve eğitim almış olanlara pek bir şey kazandırmadığı acı bir gerçektir. Ne de olsa önce binayı diken, sonra alt yapı çalışmalarına önem veren bir zihniyetin mirasyedileriyiz! İlkokul eğitimini Bulgaristan’da tamamlamış, ilkokul sonrasından yüksek lisans seviyesine kadar olan eğitim sürecini Türkiye’de tamamlamış biri olarak bilimin deneysel yüzünü görmemiş olmam, yabancı dil eğitimin tamamen yetersiz olduğuna şahit olmuş olmam ayrıldığım topraklarla, geldiğim topraklar arasında sıkışıp kalmama neden olmuştur. Henüz bir ilkokul öğrencisiyken birçok deney yapma şansına sahip olduğum, matematik ve fen bilimleri alanındaki sağlam temelleri attığım, daha ilkokul 3. sınıfında ingilizce, almanca ve rusça dillerini ciddi şekilde öğrenmeye başladığım, felsefe ve edebiyata diğer bilim dalları kadar önem atfedilen, satranç bilmeyenlerin mahcup düştüğü, haftanın 2 günü okul sonrasında yol kazı ve ağaç dikme çalışmalarına fiilen katıldığım, tarihi ve kültürel yerlerin hemen hemen hepsini yerinde görmüş ve içselleştirmiş, en az üç dalda lisanslı olarak spor yapmış, sadece bilginle, zekan ve insanlığınla var olabildiğin bir toplumda hem de komünizm ile yönetilen bir Bulgaristan’da çocukluğumun 12 yılını geçirdim. Hani şu 7-8 milyonluk ve fakir (!) Bulgaristan! Kültür şokunu üzerimde yıllarca taşımış ve hala adaptasyonumu tam sağlayamamış biri olarak nostaljik bir serzenişt içerisinde olduğum düşünülebilir. İlkokulda A.Einstein,Eflatun, Hegel, Marx, N.Hikmet, Atatürk, Lenin okunan bir ortamdan bahsediyorum.
Türkiye’de kitap okunma oranlarının düşük olduğu yönündeki istatistiki sonuçların doğru olduğu kuşku götürmez fakat altında yatan sosyoekonomik nedenler yadsınıyor gibi geliyor bana. 100 kuruş fark nedeniyle insanların BESAŞ ekmeği kuyrukları oluşturduğu bir ülkeden bahsediyoruz. İnsanların vahşi yaşam mücadelesine itildiği, gerçek anlamda sosyal güvenceleri olmayan, mezarda emeklilik reformuyla “ yaşlılık hayalleri” bile elinden alınmış bir ülkede ekonomik olarak gazetelerin “anlamlı” olması bile okuma motivasyonun sağlanmasında yetersiz olduğu ortadadır. “ Yatmadan Önce 100 Fırça Darbesi “ tarzı kitaplar bile 10 – 15 YTL, Edebi ağırlığı ve kalitesi olan kitaplar ise 20 – 30 YTL seviyelerinde seyrederken ve “ korsana hayır “ duyarlılığı gösterdiğimiz bu günlerde nasıl kitap edinebileceğimizi, kölelik şartları altında günde 12 saat çalışanların nasıl zaman bulup kitap okuyabileceğinin formülünü bize, aristokratlarımız ve oligarşinin önde gelen babayiğitleri söyleyebilirler mi?

Bağımsız Eğitimciler Sendikası'nın (BES) AR-GE birimi " Türkiye'nin Okuma Alışkanlığı " adlı bir rapor yayımladı. Rapora göre, Türkiye'de okunan kitaplar, genellikle " siyaset, aşk, cinsellik " konularını işliyor. Günde ortalama 5 saat televizyon seyreden Türk halkı, kitap okumaya yılda yalnızca 6 saat zaman ayırıyor. Türkiye, kitap okuma konusunda çoğu Afrika ülkesinin gerisinde kalmış durumda. Japonya'da toplumun yüzde 14'ü, Amerika'da yüzde 12'si, İngiltere ve Fransa'da yüzde 21'i düzenli kitap okurken, Türkiye'de bu oran on binde 1. Manzara ortada, çelişkiler yumağının odağında olan insanlar suçlanmadan evvel yaşamın kendisinin bir çelişki yumağı olduğu gerçeğini sanırım artık kanıksamamız yerinde olacaktır.
68 Kuşağı da mı oku(ya)mayan bir kuşaktı? 68 ruhunun oluşumundaki temel argüman “ Kapitalizm ve Savaş “ karşıtlığıdır kuşkusuz. Dolayısıyla bu dönemin gençliği kapitalizm ve savaş karşıtı ideologların ve yazarların kitaplarını okumuş, düşünmüş, sorgulamış ve devrimci bir çizgide yer almıştır. Kuşkusuz 68 yılında yaşamış olan herkes 68 kuşağına mensup değildir, bu noktaya dikkat çekmekte fayda vardır diye düşünüyorum. Kuşkusuz her kuşağın okuyan, sorgulayan, tartışan ve toplumsal olaylara duyarlı insanları olduğu değişmez bir gerçektir. Kuşkusuz 80 sonrasında televole kültürüyle yetişen bizlerin 68 kuşağını ve dünya dinamiklerini anlamasını bekleyemeyiz. Mevcut sistemin devamını garanti altına alacak yeter nicelikte zombie’ler yetiştiren devletin sözde rejim tehlikesi ihtimali karşısında takındığı 1 Mayıs tavrı ortadadır. Seçim sistemimizin sakatlığına ise hiç girmiyim keza yazının zaten cılkı çıkmış durumdadır, toparlamam da pek mümkün görünmüyor.
Kuşkusuz bu topluma daha fazla felsefe, daha fazla tarihi ve siyasi bilinç lazımdır. Tüm olumsuz koşullara rağmen daha fazla okuma alışkanlığı, sorgulayıcı ve eleştirel bakış açısı; inşa eden, dönüştüren bir kimlikle birlikte mucize hayal eden devrimci ruh lazımdır! Çirkinliklerin gölgesinde bıraktığımız 1 Mayıs sonrasında şimdiden gelecek 1 Mayısların güzel geçmesi için toplumsal ve siyasal zemini inşa etmeliyiz. İşçilerimizi, emekçilerimizi, yaşlılarımızı, çocuklarımızı, gençlerimizi başımızın tacı etmekten korkmayan hükümetler diliyorum. Hepinize saygılar diyerek sizi Jose Marti’nin şiiriyle baş başa bırakıyorum :

Aynı yalınlıkla ölmek isterim

Kırda bir çiçek gibi, sakin, gösterişsiz.

Mum yerine yıldızlar parlasın üstümde

Yeryüzü uzansın altımda sessiz.

Ben aydınlık ve özgürlük delisiyim

Varsın hainleri gizlesinler soğuk bir taş altında

Dürüstçe yaşadım ben, karşılığında

Yüzüm doğan güneşe dönük öleceğim.