Tuesday 30 June 2009

Bu Yazının Kendisiyim

"Kendi alevlerinizde yanmaya hazır olmalısınız: Önce kül olmadan kendinizi nasıl yenileyebilirsiniz?"

"Bir hilkat garibesiyim. Adımı bile kendim koymadım. Dışımda gelişen sebepler yüzünden; zaman, mekan ve ölüm boyutlarıyla tanımlayabildiğim, bilmediğim bir ortamda kendimi fark etmeye çalışıyorum. “Kendini fark etmek”eyleminin çok acı verici bir deneyim olduğunu biliyorum; çünkü, varlık bilinç düzeyinde fark edildiğinde, “ben ve diğerleri” şeklinde bir ayrım başlıyor. Bir köşede oturup, varlığımı fark etmeden, zamansız bir ortamda sonsuza kadar oturabilirdim. Dışımdaki sebepler yüzünden artık benim için zaman başladı; bir isim sahibi olmanın bedelini yalnızlıkla ödemek zorundayım. Aslına bakılırsa; bir tarz, bir kimlik ya da bir isim sahibi olmak için özel bir çaba harcamadım, bu yüzden; fırlatılıvermişlik duygusu hakim... Sanki ıssız bir adada, bir şişenin içine koyulduktan sonra okyanusa fırlatılmış, sahibinin çaresizliğine hizmet eden, kurtarılmaya muhtaç birinin kurtarılması için açılmayı bekleyen, hapsedilmiş bir mesaj gibiyim. Belki de o kadar kötülük doluyum ki, şişeye kapatılmış kötü cin gibi sırf benden kurtulmak için birileri tarafından hapsedildim.

Burada olmayabilirdim. Olmasaydım da olurdu; mutlak bir gerekliliğimin bulunduğunu sanmıyorum. Bu yüzden varlığımın bir anlam taşıdığı söylenemez. Burada olmayı istedim mi, hatırlamıyorum. Belki de benim seçimimdi. Kendimi somut, yani elle tutulup gözle görülen bir bütün olarak algılamaya başladığım şu andan itibaren, artık asla eskisi gibi olamayacağımı anlıyorum, çünkü; sadece varlığım bile karşılıklı etkileşim yolu ile değişimlere sebep oluyor. Bir bütünün kendisinin farkında olmayan bir parçasıyken, özgürlüğe kavuşmanın, başka bir deyişle bütünden ayrı olarak kendimi algılamanın cezasını ağır bir sorumlulukla ödeyeceğimi anladım. Hem kendime karşı, hem de algı alanıma giren diğerlerinin tümüne karşı, ister istemez yüklendiğim bu sorumluluktan, utanma duygusu ortaya çıkıyor. Çırılçıplak, içi dışı bir, saydam dedikleri bir yapıya sahip olmayı çok isterdim, ancak; varolduğum andan itibaren diğerleriyle kuracağım ilişkiden sorumlu tutulduğum için, kendimi koruma iç güdüsüyle, kendim bile fark etmeden koruma duvarları örmek zorunda kalıyorum. Buradaki zaman ve mekan diliminde uygulamak zorunda kaldığım bu strateji yüzünden, yıllar sonra belli davranış kalıplarının tutsağı haline gelebilirim. Otomatik olarak biçimlendirilen bir nesne olmak, üstelik bunun farkında olmak pek hoş değil doğrusu...

Madem ki buradayım, artık devam edip etmemek benim elimde değil; çünkü kendi benliğime, özüme, yaptığım işe kadar her şeye yabancılaştım. Dolayısı ile kendi seçimlerimi uygulama şansım azaldı, ama hiç yok değil. Seçimlerimin hangisi benim, hangisi dış etkenlerin etkisinde şeklindeki bir soruyu kendime sorduğumda işin içinden çıkamıyorum. Akvaryumdaki balıkları düşünün; ne zaman yem vermek için camı tıkladığınızda hepsi aynı yerde toplanıyorlar. Tıklama sesine şartlanmışlar, ama; hep aynı yerde toplandıkları için aslında balıklar da sizi tıklamaya şartlamış olmuyorlar mı? Neyse, bütün mesele hangi davranışın gerçekten bana ait olduğunu kestirebilme şansımın artık olmadığı... Dış koşulların etkilerini kendime aitmiş gibi algıladığımın farkında olmayabilirim. Somut varlığım yokken böyle sorunlarım yoktu, çünkü; etkileşimde bulunabileceğim bir dile sahip değildim. Kendimi ifade etme fırsatı bulduğum anda, tüfeğin icadıyla başlayan bozulma sürecinde olduğu gibi, güçlü olmak arzusunun önüne geçemiyorum. Kendimi imha etme konusunda yeterli cesaretle donatılmadım. Beni buraya bağlayan, sürekli gelişmemi ve güç elde etmemi isteyen, özgür irademin dışında daha güçlü bir irade var sanki...

Karanlıkta, film başladıktan sonra salona giren, yer gösterici olmadığı için nereye oturacağını bilemeyen bir seyircinin şaşkınlığı var üzerimde...El yordamı ile ilerlemekle, bir ışık beklemek arasında tereddüt yaşıyorum. Perdede belli belirsiz görüntüler yakalıyorum ama sanki doğrudan benimle ilgili olmayan, dışımda gelişen şeyler bunlar. Beklediğim ışık, yer gösteren fener olamaz, çünkü; “şaşkınlığımdan faydalanıp, kendine bir üstünlük payesi çıkarıyor” . O ışığın benimle değil, oturacağım yerle ilgili olduğunu sanıyorum. Benimle ilgili olsaydı,” ışık ve ben” şeklinde ikili algılamaz, ikimizi bir bütün görürdüm. Kavram olarak bile, “öteki” olmazdı.

Her neyse, kendime has olduğumu bilmenin yalnızlığı var üzerimde... Özgün ve tekim. Kendimi tamamlanmış olarak, bir bütün halinde göremediğim için istediğimi yapabilme özgürlüğüm yok. Dışsal faktörler iç özgürlüğüme, yani kendimi gerçekleştirme olanaklarını seçmeme engel oluyor. İster istemez; iplerimin beni oluşturan güçlerin elinde olduğunu sanıyorum. Bu güçleri tanımıyorum. Bilinmezin içindeki kaos deyip geçilebilir. Gidilecek yerden çok gidilen yol önemli. Her başlangıçta bir niyet vardır. Niyetsizlik de bir niyettir. Yola çıktıktan sonra başa dönülemez, çünkü; başlangıca dönme çabası yolculuğun bir parçası haline gelir.

Varlığımdan koptuğumun farkındayım. Burada olmak ve sonrasız bir anın tadını çıkarmak varken, kendimle gereksiz polemiklere giriyorum. Bir çeşit kendinden uzaklaşma, gizli bir ölüm arzusu, yok oluşun getirdiği sorumsuzluğa duyulan özlem olabilir. Ben sadece bu yazının kendisiyim sonuçta...Hepsi bu."

Sunday 21 June 2009

Bilinç, Sanat, Mizah, Eleştiri, Genel Kültür ve Vidanjörler Üstüne Bir Deneme

İnsan denen mefhum hakkında bilinen bir yığın şeye rağmen hala bu evrenin en bilinmez unsurlarından biri olmaya devam etmekte bence. İnsan içinde yaşadığı evreni merak eder, araştırır ve içindeki öğrenme isteğini sürekli biler ve geliştirir. Öte yandan insan egosu ve iç dünyası ile yapayalnız bir tür olmasına rağmen, tabiat ve diğer türlerle baş edebilmek için olsa gerek, bir arada yaşamak gibi bir enstrümanı keşfedip, üstelik bunu sürü psikolojisi formatının da çok ilerisine taşımak gibi bir zafer elde etmiş bir varlıktır.

Özetle insan vardır ve var olduğunu anlayacak bir bilince sahip olduğu için belki de var olmanın bedelini ödemek gibi ağır bir külfete katlanma zorunluluğu ile cezalandırılmış, tek türdür bu gezegende. Yani var olmak gibi laneti, reva görmüştür tanrı ona.Yine insanın bilinen özelliklerinden yola çıkarak, ödediği bu bedelin bir geri dönüşünü yaratmaya ve tanrıdan bunun hesabını sormaya kalkışması kaçınılmazdı. Ve insan tanrının akıl edemediğini akıl etmeyi başardı. Sanatı keşfetti. Ve kendisini yaratan tanrının ona verdiği hem ödül hem de çektiği cezanın ortak nedeni olan bilince ek olarak, yaratma yeteneğine de ortak oldu tanrının. Tanrı bundan başlarda pek rahatsız olmasa da, zamanla tepkisini belli etmeye başladı. Bunu tanrının yeryüzü temsilcileri ile sanatçıların arasının pek iyi olmamasından anlayabiliriz. (bülbül hoca ve kilise korolarını saymazsak tabi).

Sonra sanat dallandı ve budaklandı. İlk zamanlarda çok küçük bir azınlığın uğraşı olan sanat, gerek insan neslinin niteliksel kazanımları,gerek sanatın dallarının artması neticesinde kendisi ile iştigal edenlerin sayısını artırdı. Bu arada insanlar, toplumsal yaşayışın ana kurallarını koymaya başlamışlar, yasa yapmaya ve otoriter biçimde idare edilen kurallı topluluklar oluşturmaya başlamıştı bile. Ama doğası gereği bir yaban hayvanı kadar özgür olmayı isteyecek kadar aykırısından tutunda ağılı, merası ve yakasında ipi boncuklarla süslenmiş çanı olduğunda, kendini son derece mutlu zannedebilecek bir koyun kadar munis olanına kadar çeşitli bireyleri olan bu topluluk, bir konuda bir türlü konsensüs sağlayamıyordu. Kararları alanlarla, bu kararlara uyanlar bir türlü anlaşamıyor ve sürekli çatışıyorlardı.

Ateşi kontrolü altına alan, tabiatla baş etmenin, avlanmanın, tarımın, barınmanın ilkel de olsa yöntemlerini geliştiren atalarından kalan mağara resimlerinin üzerine sanatta yenilikler ekleyen insanoğlu biz, torunlarına da tekerlek ve yazı ( bizim kuşağımızda bunlara elektro manyetizma ve transistoru ekleme başarısını nükleer enerji ve bu prensiple çalışan bomba üretmek gibi bir basiretsizliği ekledi ) gibi olağanüstü faydalı buluşlar ve kesici, delici hatta ateşli silahlar gibi tehlikeli oyuncaklar icat edip, miras bırakmışlardı. Ve insanlık yönetenle yönetilen arasındaki çatışmaya neden olan uyuşmazlığı yumuşatmak işini tanrıya havale etmiş, tanrı da yeryüzüne bir takım elçiler, temsilciler göndererek, yönetilen kalabalıkların yöneten azınlığa itaat edip, başta emekleri olmak üzere her şeylerini, en fazla da çoğunluğun potansiyelinin oluşturduğu gücü, itirazsız sömürtmesini sağlıyordu. Hatta bu işi yapmak için tapınaklar, yöntem ve yordamlar geliştirilmiş,sadece farklı dini ayinlerle sömürülen kalabalıklar, sadece bu farklar için bile ayrı kavimler olmaya ve hatta birbirleriyle savaşmaya başlamışlardı artık.

Tanrının akıl edemediğini akıl eden insanoğlunun en büyük keşiflerinden biri olan sanat, insanoğluna özgür olmayı, eşit olmayı salık veriyordu. Fakat insanoğlunun sayıca çoğunlukta olan kısmını iktidardan ve iktidarın nimetlerinden mümkün olduğunca uzak tutulmakta ve en cüzi payı almaya devam ediyorken, bunun yarattığı gerilimi sanatın ve dallarının görsel, işitsel ve manevi hazları ile yatıştırıyorlardı ruhlarında. Bu çelişki, modern sanat akımları ve modern sanatçılar ortaya çıkana kadar çelişki olarak bile görülmedi fazlaca. Sonra bir gün, birileri bu çelişkinin insanlık tarihinde oluşturduğu uzun soluklu ironiyi açığa kavuşturdu. Artık modern çağların yeni düşünce tarzı, modern olmak gibi bir derdi vardı insanoğlunun. Bir yandan da uygarlık fırını, komedyayla başlayan ve insanlığın serüveni boyunca bireysel olan mizahi şahsiyetleri daha kıymetli hale gelecek biçimde pişirmiş ve servise hazır hale getirmişti.

Artık modern çağın insanı odağında sadece kendinin olduğunu zannettiği daha rahat, daha eğlenceli, daha kendi şekillendirebildiği bir hayatı, teknolojik ve sosyal devrimlerle yaşarken, bir yandan da farkında bile olmadığı bir batağa gittikçe saplanıyordu. Başta sanat olmak üzere, kendi emeğini ve kalabalık olmanın yarattığı potansiyele karşılık gelen yazgısal kaybını önlemesi muhtemel tüm değerlerini hızla önemsizleştiren, varolmanın kahrına rağmen keyfini sürmesine yol açan taraflarını sevimsizce kemiren ve tamamıyla kendi yarattığı bir bataktı bu üstelik. Artık yaşayışın kriterleri moda ve popülizm gibi kavramların cirit attığı insanların kişisel alanlarına kayıyordu büyük bir hızla. Toplumsal ve uzun soluklu akımların ve kuralların yerini kişisel ve güncel trendler almaya başlamış, insanın kendini yaşamın odağında sanmasına yol açan bir illüzyon başlamıştı. İnsanlık tarihi için çok küçük sayılabilecek kadar bir zaman önce, tanrıya aynı biçimde inanmadığı için birbirini boğazlayan kavimler artık diğer insanları (örneğin barış yada demokrasi için savaşarak {barış= petrol demokrasisi=diğer yeraltı kaynakları}) başka gerekçeler ve yöntemlerle hem daha zahmetsizce boğazlamakta ve bunu yaparken eline kan bile bulaştırmamakta idi.

Artık yaşasın dı ! İnsan özgürdü ! Yaşamın tam odağında kendisi var dı ! Ya da öyle sanıyordu. Tamam eskiden, yani modern çağdan önce de insanlar özgür değildi, her ne kadar olumsuzluklar çağı da olsa modern çağlar ötekilerden asla kötü değildi. Yapılan ve hayatı kolaylaştırmakta sınır tanımayan buluşların sayısı ve kullanım alanları öyle çoktu ki ! Haftalık bir derginin tirajı, yüz yıl evvel gezegendeki bütün yazılı materyalin birkaç yüz misli idi. Artık infilak edip, kendini kanser edecek nükleer santralleri ve tarım ilaçları da vardı, teşhis ve tedavi için kullanabileceği manyetik rezonans cihazları ve tedavi yöntemleri de. Lazerle bozuk gözleri, salatalık sütüyle sorunlu tenleri iyi etmekte idi.

Başta sanatçılar (Örn: Tarkan, Seren Serengil, Arto, Aldo,Fatih Ürek vb…) olmak üzere insanoğlunun bazı fertleri ise ilk çağlardan beri sömürülüp durmanın, artık adına kısaca sermaye denmeye başlayan dünya malının, çalışıp didinen yani fiziksel anlamda üreten değil de, diğer nüfusa oranla bir avuç denebilecek kadar az sayıda insanın elinde toplandığı gerçeğini, türlü çeşitli yollarla hatırlatmaya devam etmekteydiler sürekli olarak. Üstelik bu durum, sadece adına ülke denen ve sınırları olan tanımlanmış alanlarda yaşayan insanlar arasındaki ekonomik farklılıklara yol açmakla kalmamış, ülkelere göre de farklar yaratmaya, bazı ülkelerin efendilerinin bazı ülkelerin hizmetkarları kadar pay almasına yol açmıştı dünya nimetlerinden.

Ama bu hatırlatmalar gittikçe sanayileşen sanatın, ve özelliklede modern çağın en büyük marifeti olan sanatı, eğlence dünyasının baş rol oyuncusu haline getirmesinden faydalanarak, sanatı sermayenin emrine sunmuştu bile. Sanatçıların çoğu, bu çatışmayı yaşamlarında ve yapıtlarında hissetmeye, hissettirmeye devam etmekteler hala. Bu açıklanabilmiş bir durum değildir. Eğlence anlayışının sanatı, sermayenin emrine soktuğu aşikardır; ama bu sermayenin zaferi midir yoksa zaafı mı bilinmemektedir.Tek bilinen, iyi bir sanatçının ya da sanat eserinin bedelini sermayeye ödeterek yaptığı ve sermayeyi eleştirdiği bir dünya görüşünün, insanoğluna faydalı mı yoksa zararlı mı olduğu gerçeğinin net olmayışıdır. Ayrı bir orta sınıf güruhu dolmuştur dünyada artık. Hatta sanat o kadar içi boşaltılabilir hale getirilmiştir ki, tanrının yeryüzündeki elçilerinin, günümüzdeki tutumundan anlayacağımız üzere, tanrı da artık kızmamaktadır eskisi kadar, sanata ve sanatçıya.

Ve insanoğlu, serüveninin takvim tutmaya başladığından beri geçen üç bininci yılına doğru giderken, olgunlaşmadan çürümeye başlayan bir meyve tadında sallanmaktadır artık,evren denen ağacın bir dalında. Bunların tümünü birden aklından geçirip, kaleme almaya kaktığında, bencileyin insanoğlunun birinin, kafası karışmakta, genel kültürünün ne denli kifayetsiz olduğuna biraz daha ikna olmakta ve Hawkingin büyük çatırdı, tanrının ise kıyamet dediği o büyük vidanjörü sabırsızlıkla bekliyor olmanın yarattığı kara mizaha da sinsice gülümsemektedir artık.

Wednesday 17 June 2009

Bir Asinin Biyografisi

Eğer tüm düşüncelerimi, hislerimi, sancılarımı; kısacası kendimi anlatacak olsam, şüphesiz bunu Nietzsche’ye yaptırırım. İçinde bulunduğum son bilinç seviyesinde , O’nu da aşarak kendi düşüncelerimi O’ndan daha iyi ifade edebilmem zor görünüyor. İnsanı hiçbir x-ray cihazı, Nietzsche kadar çıplak gösteremez. Ve söyledikleri bana o kadar yakın ki; benden önce yaşamış olmasa ‘biri düşüncelerimi çalmış’ hissine kapılırdım. O konuştuğu vakit, bana susmak düşer. O yazdığı vakit, benim yazdıklarım tumturaklı; bir sivri sineğin vızıldaması gibi kalır. Yamacındaki pınardan su içebilmek dileğiyle…

“Yaptıklarımız hiçbir zaman anlaşılmaz, sadece övülür ya da yerilir.”

“İnsan kendini kendi yaptığı yanlışlarla eğitmiştir: Önce kendi kişiliğini yarım yamalak görebilmiştir ancak; sonra da hayalî yetenekler yakıştırmıştır kendine; üçüncü olarak doğa ve hayvanlarla sahte ilişkiler kurduğunu hissetmiştir; dördüncü olarak boyuna yeni yeni iyilik kuralları yaratmış, bunların her birini belirli bir süre için ölümsüz ve mutlak saymıştır; öyle ki, bu değerlendirme ile soylu hâle gelen şu ya da bu içgüdü yahut şu ya da bu durum, birbiri ardınca ön plâna geçmiştir. Bu dört yanlışın etkisini bilmezlikten gelmek insanlığı, insancıllığı ve ‘insanlık haysiyeti’ni yok etmek olur.”

“ ‘Korkmanın unutulduğunu’ göstererek kazanılmış gücün ve güvenin kanıtını vermek; güvensizlik ve kuşkuyu içgüdülerimize güvenle değiştirmek; kendi bilgeliği ve hatta saçmalığı içinde kendini sevmek ve kendi kendini onurlandırmak; biraz soytarı, biraz tanrı olmak; ne bir deri bir kemik, ne de baykuş olmak; ne karayılan...”

“Ne en iyi düşmanlarımız esirgesin isteriz bizi, ne de candan yürekten sevdiklerimiz. Öyleyse doğruyu söyleyeyim size!
Savaş kardeşlerim benim! Sizi candan yürekten severim, ben öteden beri sizdenim. Ve sizin en iyi düşmanınızım. Öyleyse doğruyu söyleyeyim size!
Yüreklerinizdeki nefreti ve kıskançlığı bilirim. Nefreti ve kıskançlığı tanımayacak kadar büyük değilsinizdir. Bunlardan utanmayacak kadar büyük olun bari!
Bilgi ermişleri olmak elinizden gelmiyorsa, hiç değilse bilgi savaşçıları olun. Onlar, bu türlü ermişliğin yoldaşları ve öncüleridirler.”

“Felsefeyi tehlikeli hale getireceğiz, felsefi bilgiyi değiştireceğiz, yaşam için bir tehlikeli olan bir felsefeyi öğreteceğiz: Yaşama bundan daha iyi nasıl hizmet edebiliriz? Bir fikir insanlığane kadar pahalıya malolursa, o kadar değerlidir. "Tanrı", "Vatan", "Özgürlük"; fikirleri için kendini kurban etmekten çekinmiyorsa, tüm tarih bu tür kurban etmeleri çevreleyen dumandan ibaretse, "Tanrı", "Vatan", "Özgürlük"; gibi bu popüler kavramlar karşısında "felsefe" kavramının üstünlüğü, felsefenin onlardan daha pahalıya mal olması, onlarınkinden daha büyük kıyımları gerektirmesi dışında nasıl kanıtlanabilir? “

“Sen olan şey, seni oluşturan sayısız unsurları, bu unsurların kendi aralarındaki yoğun iletişimine bağlayan etkinliğe bağlıdır. Organik varlığın yaşamını içsel olarak oluşturan şeyler, enerji, devinim, sıcaklık yayılmaları veya elementlerin aktarımlarıdır. Yaşam hiçbir zaman belirli bir noktada yer almaz; tıpkı bir akıntı veya bir tür elektrik akımı gibi, hızlı bir şekilde bir noktadan diğerine (veya çok sayıdaki noktalardan diğer noktalara) geçer. (...) Senin yaşamın bu kavranılamaz içsel akımla sınırlanmaz; yaşam aynı zamanda dışarıya akar ve yaşama doğru durmaksızın akan veya fışkıran şeye açılır. Seni oluşturan kalıcı kasırga, benzer kasırgalara çarpar ve onlarla birlikte, ölçülü bir çalkantının canlanmış geniş bir figürünü oluştururlar. Oysa senin için çalkantının canlanmış geniş bir figürünü oluştururlar. Oysa senin için yaşamak sadece sende birleşen akımlar ve ışığın kaçıcı oyunları olmayıp aynı zamanda bir varlıktan diğerine, senden benzerine veya benzerinden sana geçen sıcaklık veya dalgalarıdır (hatta beni okuduğun şu anda sana bulaşan heyecanımdır): Sözler, kitaplar, anılar, semboller, gülüşler sadece bu bulaşıcılığın, bu geçişlerin yollarıdır... “

“Pazar yerinden ve şandan uzakta yer alır büyük olan her şey. Hep pazar yerinden ve şandan uzakta barınmıştır yeni değerler yaratan. Yalnızlığına kaç dostum: görüyorum ki her yerini ağılı sinekler sokmuş. Sert ve sağlam bir havanın estiği yere kaç! Yalnızlığına kaç! Sen küçük ve acınacak kişilere pek yakın yaşadın. Onların göze görünmez öclerinden kaç! Onlar sana karşı öcden başka bir şey değildirler. Artık el kaldırma onlara! Sayısızdır onlar, hem senin yazgın sinek kovmak değildir ki... “

“Dünya bana bir Tanrı`nın buluşu ve rüyasıymış gibi görünüyor. Dünya canı sıkılmış bir Tanrı`nın gözleri önündeki boyalı buharlara benziyor. İyi ve Kötü, mutluluk ve acı, ve sen, ve ben, benim için bir yaratıcının gözlerinin önündeki boyalı buharlardır. Yaratıcı gözlerini kendi üstünden çekmek istiyordu ve dünyayı yarattı. Acı çeken birisi için gözlerini kendi acısından başka bir yere çevirebilmek baş döndürücü bir mutluluktur.“

“Kuşkuya Günah Olarak Bakmak. - Hıristiyan çemberi kapamak için elinden geleni yaptı ve şüpheyi günah olarak ilan etti. İnsan akıl olmadan bir mucize tarafından inanca yöneltilmeli ve bundan sonra onun içinde en aydınlık ve en belirgin unsurun içindeymişçesine yüzmelidir. Bir kıyıya bakış, belki de sadece yüzmek için orada bulunulmadığı düşüncesi, anfibik doğamızın hafif bir hareketi bile... günahtır! Bununla inancı nedenlere dayandırmanın ve keza onun kökeni hakkında düşünmenin de günah olarak yasaklandığını görmek gerek. Dalgalar üzerinde kör ve sarhoş olmamız ve bir de edebi bir şarkı, dalgaların içinde ise aklın boğulmuş olması isteniyor!”

“-Ne? İnsanları kendisine inanmaları koşuluyla seven bir tanrı ha? Bu sevgiye inanmayanlara korkunç gözlerle bakan, tehditler savuran bir Tanrı! Ne yani! Her şeye kadir bir Tanrı duygusu saklı kalmak koşuluyla bir sevgi! Onur duygusunu da, öcalma susamışlığını da altedememiş bir sevgi! Ne kadar Şark'a yaraşır şeyler bütün bunlar! "Seni seviyorsam sana ne bundan?" İşte bir söz ki bütün Hıristiyanlığı eleştirmeye yeter.”

“Bir inancı sırf âdettir diye kabullenmeye namussuzluk, korkaklık, tembellik denir. Şu hâlde namussuzluk, korkaklık, tembellik ahlâkın önsel'i olsalar gerek”

“Kaçınılmaz. - Ne isterseniz yapın: Kim sizi istemiyorsa, yaşantılarınızda sizi küçültecek bir neden bulur! Bilginin ve kalbin en derin dönüşümlerini yaşayıp, iyileşen insan gibi acılı bir gülümsemeyle özgürlüğe ve sessiz aydınlığa çık: -Ama birisi mutlaka söyleyecek: "Bu kişi hastalığını bir gerekçe olarak kabul ediyor, güçsüzlüğünü herkesin güçsüzlüğü için bir kanıt olarak kabul ediyor; hasta olacak kadar kibirlidir, böylece acı çekenin tadını çıkardığı duygu üstünlüğünü hisseder." -Ve birisinin kendi zincirlerini havaya uçurduğunu ve bu sırada ağır yaralandığını varsayalım: O zaman bir başkası alay ederek onu gösterecektir. "Beceriksizliği amma da büyük!" diyecek; "böyle bir şey, ancak zincirlerine alışan ve onları parçalayacak kadar deli olan birisinin başına gelir!”

“Kolay yaşamak, istiyor musunuz? Sürüde kal ve sürü sevgisi uğruna kendini unut.”

“Peki siz bana, dostlar, beğeni ve beğenme tartışılmaz mı diyorsunuz? Fakat bütün hayat beğeni ve beğenme üstüne bir tartışmadır.”

“Parlâmentarizm, yani beş tane politik düşünce arasından birini seçmek için verilen resmî izin, bağımsız ve kişisel görünmekten, kendi düşünceleri uğurunda savaşır görünmekten çok hoşlanan bir sürü insanın özellikle hoşuna gider. Fakat aslında sürüye tek bir düşünceyi zorla kabul ettirmek ya da beş tanesi arasında seçim yapmasına izin vermek o kadar önemli değildir; bu beş düşünceden hiçbirini paylaşmayan ve herkesten ayrı duran kişi, büyün sürüyü aleyhine çevirir her zaman.”

“Elimizde kudret olmadığı sürece özgürlük isteriz. Fakat, elimizde kudret olunca üstünlük isteriz. Başarı kazanamazsak (çok âcizsek), "adalet" yani eşit bir kudret isteriz.”

“Devlet ya da örgütlenmiş ahlâksızlık -içeride: Polis, mahkemeler, sınıflar, ticaret, aile; dışarıda: Kudret iradesi, savaş, fetih, öç alma.”

FROM HIGH MOUNTAINS: EPODE

Oh life's midday!Oh festival
Oh garden of summer!
I wait restless in ecstasy, I stand and watch and wait.
Where are you friends?
Come to me now!Now is the time!

For you I have set out my feast upon the highest height
Who lives so near the stars as I,
or who so deep in low abyss?
My empire! Has an empire ever reached so far?
And my honey!Who has tasted the sweetness of it?

And there you are, friends! But alas,
Am I not he you came to visit
Now keep your door open to new friends!
Let the old go! Let memories go!
If once you were young, now you are younger

Now, sure of victory together, we celebrate
The feast of feasts
Friend Zarathustra has come , the guest of guests!
Now the world is laughing, the dread curtain is rent,
The wedding day has come for light and darkness.

F.Nietzsche

Monday 15 June 2009

One Night Stand

Seks yapmak istediğim anlarda, sevgililerime, bu isteğimi farklı kelimeler altında sunduğumu fark ettim : ‘sevişelim’, ‘yatalım’, ‘making love’… Birçok olguyu, fiili kamufle ettiğimiz, yumuşattığımız, ahlaki çerçeveye oturttuğumuz; kelimeler, kavramlar türettiğimiz su götürmez bir gerçektir. Aşk, sevişmek, evlilik, fedakarlık bunlardan sadece birkaçı. Bu kavramlar evrenseldir ve 7’ den 70’e herkes tarafından kolayca kabul görürler. Daha da ileri gidilerek kutsallaştırma, yüceltme, dokunulmazlık yükleme saçmalıkları da yapılmaktadır. Ve öylesine güçlü bir inançla yapılmakta ki bu, farklı görüş, düşünce ve eleştiri , yatak odaları dışında tamamen teşhircilik üzerine kurulu yaşamlara yapılmış bir saldırı gibi gelmekte. İnsanoğlunun içinde bulunduğu durumu meşru kılmak gibi salgın bir hastalığı var. Doktor, doktorluğu kutsar. Evli olan evliliği. Holding sahibi, ekonomin her şey olduğunu düşünür ve kendisini ayrıcalıklı sanır. Aşıklar, helenistik bir romantizmle afyonlandıklarından, aşktan başka bir şeyin hayatta yaşamaya değer olmadığını sanırlar. Birçok insan kuru mantık yüzünden acı çekiyor. Ve insan, bir insanın pişman olmayacağı tek şeyin günahları olduğunu çok geç anlıyor. “İnsan mantıklı bir hayvandır” sözünü kim söylemişti hatırlamıyorum fakat; çok zaman mantıklı davranmadığı kesin!

‘Seks istiyorum’ tümcesi insan olmanın gereğiyle örtüşmeyen bir günahmış gibi algılanıyor. Evli çiftler bile bu günah timsali kelimeyi yatak odalarına fantezinin dibini bulmadılar ise sokmazlar. Empati, telepati ve kozmik iletişim, aşk çatısı altında seks yapmaları için yeterli görülmektedir. Öylesine baskın, güçlü, kemikleşmiş ahlak kalıplarından, dogmalardan söz ediyorum ki ; anne ve babanla bile ‘Issız Adam’ filmini müstehcen sahnelerinden dolayı izleyemediğin, en boktan görsel cinselliğin ara ara serpiştirildiği filmlerin topluca izlendiği anlarda tansiyonun artması, senin de bunu biliyor olmanın dayanılmaz ağırlığı ile sazı eline alıp çeşitli şebeklikler yaparak ortamı yumuşatma görevi üstlenmek zorunda kalman; seksin hayatın en güzel şeylerinden biri olduğunu herkes bildiği halde, ona karşı takınılan ahmakça tavırlar, yok saymalar, salt hayvani bir edim veya çocuk yapmak için bir teknik olarak görenler ve tüm bunlara rağmen karınları yüklenmiş halde dolaşan hatunlar, karılarının çekiciliği (perde kalktığında) sona erdiğinde pornolara ve başka kadınlara yönelmeleri yaşayan erkeklerin paradoksal halleri! Bugger off!Sığ beyinlerinizi okuyabilenlerin olduğunu anlayın artık be!Denize işediğinizi biliyoruz. Sübyan pornosu izlediğinizi de! Karınızla anal düşler kurduğunuzu. Kocanızla düzüşürken, Colin Farrell'in çükünü hayal ettiğinizi de….sonra da kalkıp bana ahlak dersi vermeye cüret edersiniz! Neyin ahlakı? Neyin sadakati? Ben herhangi bir kültürlü insanın, yaşadığı çağın ahlaki standartlarını kabul etmesini en büyük ahlaksızlık kabul ediyorum. Sizin dürüstlük, bağlılık dediklerinize ben alışkanlık uyuşukluğu derim. Ya da düş eksikliği de denebilir. Düşünce hayatı için sabit fikirlilik neyse duygu dünyası için de bağlılık odur. Kısacası başarısızlığı itiraf etmek. Sadakat! Aşkta bile sadakat sadece psikolojik bir konudur. İrademizin bu konuda yapacağı bir şey yoktur. Gençler sadık olmak isterler ama beceremezler. Yaşlılar da ihanet etmek isterler ama yapamazlar. Mütemadiyen kendimize ve etrafımıza yalanlar söylemeye devam ediyoruz. Hep daha entellektüel, daha zeki, daha başarılı, daha zengin, daha mutlu, daha bilgili olacağımız motivasyonuyla güdüleniriz. Tamamen bilgilendirilmiş insan aklı korkunç bir şeydir. Antikacı dükkanı gibidir. Bütünüyle garip şeyler ve toz. Her şey, üzerinde hak ettiğinden fazla bir fiyatla etiketlenmiştir. İnsanların çoğu hayat denen romana çok yüklü yatırımlar yaptıkları için iflas ederler.

Kadın! Elbette seks her şey değildir. Ama çok şeydir! Güzel bir şeydir. Odakta olandır. Aklımızı meşgul edendir. Sıkça yapılması gerekendir. Aşk ve tüm iyi niyetlerin senin olsun. Bana aşık olma, tapınma ama benimle seks yap yeter! Benimle arkadaş ol ve seks yap. Seks yaptığımız için buna arkadaşlık diyemeyeceksen, seks arkadaşlığı de, paşa gönlün bilir. Benim bakışımı, gülüşümü, fiziğimi beğendiğin için seks yap. Ya da canın sadece düzüşmek istediği için seks yap. Kurak bir yaz gününde, pınardan kana kana soğuk su içmek gibi seks yap benimle. Mülkiyetsiz, beklentisiz, kaprissiz, kamuflajsız seks yap benimle. Pınar senin mülkün değil! Sonra çek git evine, eğer uyuyacaksam yalnız uyumalıyım. Ya da istersek beraber uyanırız, birlikte duşa girer, kahvaltı ederiz. Günlük koşuşturmacamızdan sonra tekrar istersek randevulaşırız; sen siyah-kırmızı iç çamaşırlarını giyersin, bense salata yaparım, bol limonlu. Üstünde fikir birliği veya ayrılığı yaşayacağımız bir DVD izleriz. Kritiğini yaparız. Akabinde Rammstein sertliğinde seks yaparız. Öpüşmek, koklaşmak, sarılmak, inlemek, terlemek programa dahil. Güvercinler gibi de yapabiliriz, tavşanlar gibi de! Yarının ve öğretilen dogmaların önemi yok. ‘Şimdi’ de gözlerimiz, duyularımız tamamen açık …kızmak yok, kırılmak yok, incinmek yok! Sevişmek mi seks mi? Çokça seks, ara ara sevişmek. Duyuları ruhtan başkası iyi edemediği gibi, ruhu da duyulardan başkası iyileştiremez…

Her zaman! Bu korkunç bir söz. Kadınlar bunu kullanmayı o kadar çok seviyorlar ki! Her türlü romantizmi, onu sürekli kılmaya çalışarak mahvediyorlar. Üstelik anlamsız da bir söz bu. Bir kaprisle hayat arasındaki tek fark, kaprisin birazcık daha uzun sürmesidir. Sıradan kadınlar insanın hayal gücünü hiç çalıştırmazlar. Hiçbir ışık başka biçimle sokmaz onları. Kıyafetlerini gördüğün gibi kafalarının içini de görürsün. Nerede istersen görürsün onları. Hiçbirinde bilinmezlik, anlaşmazlık yoktur. Birbirine benzeyen, modaya uygun davranışları vardır. Her şeyleriyle ortadadırlar. Kadınlar üstünde kötü bir etkim olduğu iddaa edilebilir. İyi etki diye bir şey yoktur. Bütün etkiler ahlaksızdır. Bilimsel açıdan ahlaksız. Çünkü birisini etkilemek ona kendi ruhunu vermektir. Düşünceleri kendisine ait değildir. Kendi arzularıyla yanmaz. Erdemleri onca gerçek değildir. Günahları, eğer günah denecek şeyleri varsa, onlar da ödünçtür. O insan, başka birinin müziğinin yankısı, onu için yazılmamış oyunun aktörü olur. Hayatın amacı kendini geliştirmektir. Kendi tabiatını keşfetmek, kendini bulmak. En önemli ödev budur ve insanlar bu en önemli ödevi unutmuş gibi görünüyorlar. Elbette hayırseverdirler, açları doyururlar, dilencileri giydirirler, birçok kişiye yardım ederler ama kendi ruhları aç ve çıplaktır. Aramızdaki en cesur kişi kendisinden korkuyor. İlkel insanların birbirlerini sakat bırakmaları, bizde kendimizi inkar şeklinde varlığını koruyor. Bu da yaşamımızı zorlaştırıyor. Bu inkarın cezasını çekiyoruz. Boğmaya çalıştığımız her istek beynimizde büzülüyor ve bizi zehirliyor. İnsan bir dönem günah işler ve günahını da unutur gider. Keza eylem bir saflaşma biçimidir. Geriye ya pişman olmanın lüksü ya da bir zevkler yığını kalır. Bir arzudan kurtulmanın en iyi yolu ona teslim olmaktır. Ona direnirsen, ruhun kendisinin kendisine yasak ettiği bu şeylerin arzusuyla hasta olur ve mantıksız yasaların mantıksız ve kanun dışı hale getirdiği şeylerin arzusuyla dolar. Derler ki dünyanın büyük olayları beyinde başlar. Ve aynı zamanda, dünyanın en büyük günahları da kafada başlar.

Bizim toplumuzda da tek gecelik ilişkilerin yaygınlaşmasını diliyorum. Yunus Günçe gibi, Sex and The City’nin tekrar yayınlanmasını istiyorum. Böylece belki toplum olarak rahatlayabiliriz. Din adamları ve ahlakçı toplumbilimcilerin aksine bunun toplumun sağlığı açısından son derece yerinde olacağını düşünüyorum. Hala, evlendiği adama bakire olduğu halde, ilişki sonrası kanama gerçekleşmediği için bakire olduğunu kanıtlamaya çalışan kadınlar var. Böyle bir yaratıkla evlenen bir kadının kendine olan özsaygısından bahsedilebilir mi? Ben burada en çok kadını suçlarım. ‘Siz erkeklersiniz bunun müsebbibi’ diyen bir kadının da alnını karışlarım. Savaşacaksın ulan! Gerekirse hayatın boyunca erkeksiz kalacaksın. Hemen pes edip, oyunun kuralına göre oynayarak ( zarı diktirip, beyaz atlı prensle evlenmek), bunu yüzüne vurana günahını yüklemeye kalkmayacaksın. Bu dik duruş her dönem, her çağda yapılabilirdi. Karanlık çağda bile ! Sonunda ölüm olsa bile, dik duran bir kadını hiçbir erkek gerçekte öldüremez. O yüzden çağımızın popüler hastalığı olan feminizm nutuklarından kimse bana çekmeye kalkışmasın. Ya bu ne hastalıklı bir yapıdır! Hangi sevgilimin babası, kızının bana oral yaptığını tahmin etmez ki? Taraflar bunları birbirine itiraf etmediği sürece normal yaşam devam eder, hiç birşey bilinmiyormuşçasına. Taa ki bir kızın başı kesilip, tüm görsel ve yazın medyasında haber olana, msn ve video kayıtları ayyuka çıkana kadar. Haa, öyle bir acılı durumda, kime oral yaptığı, seks kaydı olduğu önemsizdir. Ölüm acısı tüm bunları unutturur. İyi de, kahrolası herifler, bu örnekler o kadar çok ki; gün ışığına çıkması için hepsinin ölmesi veya şantaj malzemesi mi olması lazım? Bu kadar iyi bir illüzyonu The Illisionist’teki Eisenheim bile beceremez !

Avrupada bir anne, 14 yaşındaki kızına : ‘ Biliyorum birgün ilk seksini yaşayacaksın, yaşamalısın da. Ama lütfen bunu dışarıda biryerde yapma. Evinde, bizim yatağımızda yap. Bu ilk deneyiminin sağlıklı ve güvenli olmasını istiyorum.’ diyebiliyor. Allah aşkına sen, ben, biz ve kaç anne bunu yapar bu ülkede? Anında pezevenk veya orospu annesi olursun. Senin ne düşündüğün, dinin ne söylediği önemsiz be kardeşim. Doğanın ne istediği, söylediği önemlidir. Doğasına uyup da bunu yapan adamın ne hissettiği önemlidir. Toplumun da, sürü ahlakının da canı cehenneme! İnsanı bu kadar kuşatan, hapseden, boğan sağlıksız tüm yapılar elinde sonunda yıkılacaktır. Boşuna kıçını yırtma! Sen ister buna kıyamet de, ister insanlık zıvanadan çıkıyor de. Keyfin bilir.

Bu yazı sonrası eski sevgililerim alınır mı bilemem. Ben,sadece aptalların görüşlerinin kayda alındığı bir çağda ‘neden anlaşılmıyorum’ diye üzülerek kendimi heder edecek değilim. Ne Romeo’yum, ne Mecnun, ne Ferhat ne de Gothe. Onlar beni romantizm ve kadınsı egoları için nasıl kullandılarsa ben de onları seks için kullandım. Ama anladığım kadarıyla şöyle bir fark varmış aramızda : Ben nasıl başladıysam öyle bitirdim ama onlar başlardaki çekiciliğimden veya yalnızlık histerilerinden dolayı ‘olan’ı görmezlikten gelerek kendilerini kandırmışlar. Sonra da beni terk ederken hislerini nefrete dönüştürdüler. Neden? Çünkü ben kafalarındaki prens değildim, bir-iki cazibeli yönüme kapılıp, bende olmasını istedikleri tüm anlamları haberim olmadan bana yüklemişler. Baştaki illüzyon ortadan yok olunca, bendeniz çırılçıplak ortada armut gibi görülünce aşkın alevi birden sönüverdi. Üzgünüm kızlar, ben hep aynı adamdım ( olayın felsefik yönünü dışarıda tutarak söylüyorum ). Hiçbirinize evlilik vaat etmedim. Sonsuzluk, sonsuz mutluluk vaat etmedim. Aldatmama sözü vermedim. Şirin hikayeler, pembe hayaller anlatmadım. Sizi yatağa atmak için türlü türlü yalanlar söylemedim. Ben hiçbirinize kızgın veya kırgın değilim. ( herkese kıl olduğum zamanlar hariç ) Benimle seks yaptığınız için hepinize teşekkür ederim. Bu sıradan yazı bile bu ülkede cesur yazı olarak kabul edilir. Tuhaf ! Uslüp ve dilin kullanımında dikkatli olmam gerektiğini, çok okuyucu çekmek için bunun önemli olduğunu çok yakın bir arkadaşım bana ifade etmişti. Çok okunmak, çok kişiye ulaşmak, popüler olmak….elbette yazılarımı birileri okusun diye yayınlıyorum ama; herkes okusun diye değil ! Yazılarım sayesinde tanıştığım çok değerli insanlar oldu. Onlar beni bir şekilde buldular. Onlar tarafından okunuyor olmak gurur verici, yoksa ; Mehmet Çoşkundeniz, Hakkı Yalçın, Ahmet Altan , Ayşe Arman okuyucu kitlelerinin beni okuması zerre kadar umurumda değil. Beni herkes okuyabilir fakat; ben, herkes beni okusun diye yazmam!

One Night Stand! Seks güzeldir. Bunu konuşmaktan da yazmaktan da ifa etmekten de korkmak yersiz. Aptalların cesaretinden bahsetmiyorum. Tabuları yıkıp atalım. Bırakalım her şey yolunu bulsun. O’nu saygıyla selamlıyorum.

Dipnot : Kadınların aybaşı ve lohusa dönemlerinde oldukları gibi, hayatımın en asi dönemini yaşıyorum. Bu ruh halimi son dönemlerde en güzel yansıtan şarkı: Lethe – Dark Tranquility’dir ( Fatoş’a sevgiler ). Az bilmek için çok okumak lazım !

Tuesday 9 June 2009

Başucu Kitaplarım

Kendi sevdiğim kitaplar arasından ilk aklıma gelenleri sıraladım. Sıralamanın bir önemi yoktur.


1. The Stranger ( Yabancı ) – Albert Camus
2. A Happy Death ( Mutlu Ölüm ) – Albert Camus
3. The Fall ( Düşüş ) – Albert Camus
4. Notes from Underground ( Yeraltından Notlar ) – Dostoyevski
5. The Brothers Karamazov ( Karamazov Kardeşler ) – Dostoyevski
6. The Praise of Fully ( Deliliğe Övgü ) – Erasmus
7. Thus Spoke Zarathustra ( Böyle Buyurdu Zerdüşt ) – F. Nietzsche
8. Human, All To Human ( İnsanca, Pek İnsanca ) – F. Nietzsche
9. Beyond Good and Evil ( İyinin ve Kötünün Ötesinde )- F.Nietzsche
10. War and Peace ( Savaş ve Barış ) – Tolstoy
11. My Childhood ( Çocukluğum ) – Gorki
12. Sodom and Gomorrah ( Sodom ve Gomorra ) – Marcel Proust
13. 1984 – Geroge Orwell
14. Laugther in Dark ( Karanlıkta Kahkaha ) – Vladimir Nabokov
15. Essays ( Denemeler ) – Montaigne
16. The Trial ( Dava ) – Kafka
17. For Whom The Bell Tolls ( Çanlar Kimin İçin Çalıyor ) – Ernest Hemingway
18. The Captain’s Daughter ( Yüzbaşının Kızı ) – Puşkin
19. Neva – Ilgın Olut
20. Tutunamayanlar – Oğuz Atay
21. Kara Kitap – Orhan Pamuk
22. Made in Hell – Küçük İskender
23. It’s Great To Be Alive, brother ( Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim ) – Nazım Hikmet
24. The Blood Doesn’t Speak ( Kan Konuşmaz ) – Nazım Hikmet
25. Adı : Aylin – Ayşe Kulin
26. Essential Works of Lenin : “ What is to be Done ? “ and Other Writings – Lenin
27. Das Capital – Karl Marx
28. Selected Writings ( Seçilmiş Yazılar )– Karl Marx
29. Under The Yoke – Ivan Vazov
30. Suicide ( İntihar ) – Emile Durkheim
31. Blindness and Insight ( Körlük ve İçgörü ) – Paul de Man
32. Globalisation, Democracy and Terrorism ( Küresellşme, Demokrasi ve Terörizm ) – Eric Hobsbawn
33. Nutuk – Atatürk
34. When Nietzsche Wept ( Nietzsche Ağladığında ) – Irvin Yalom
35. Puslu Kıtalar Atlası – İhsan Oktay Anar
36. Saatleri Ayarlama Enstitüsü – Ahmet Hamdi Tanpınar
37. Yalnızız – Peyami Sefa
38. The Hunger ( Açlık ) – Knut Hamsun
39. Masallar – Andersen
40. Bir Dinazorun Anıları – Mina Urgan

Sevişmenin Parçaları



Sana Bakmak


Sana bakmak, kısması aydınlığa çıkan mahkumun, gözlerini.
Sana bakmak, beklediği sanması insanın, köşeyi her döneni.
Sana bakmak, incelemesi savaşçının, düşmanın ayak izlerini.
Sana bakmak, hatırlamaya çalışması kaybolmuş bir çocuğun, evini.
Sana bakmak, seçmeye çalışmak bir koruda, piknik yerini.
Sana bakmak, yatağın sakız gibi olmuş yününü çırpan bir kadın gibi
-hani, kaç kez sıkıntıdan sabaha kadar üzerinde dönüp durmuş,
kaç kez süpürgeyle kovalamış üzerinde zıplayan çocukları,
kaç kez sevişmiş üzerinde, kaç kez sırtını dönüp naz yapmış
ve kaç kez idare etsin diye elleriyle köpürtmüş bir kadın gibi-
bakışlarını boşaltmak; yumuşatmaya çalışmak.




Sana Sarılmak

Sana sarılmak, tırmanmaya çalışması kiraz ağacına, çocuğun.
Sana sarılmak, yapışması kökleriyle toprağa, tohumun.
Sana sarılmak, tutunması bir kütüğe, gemisi batmış yolcunun.
Sana sarılmak, yönelmesi iki derenin, çağrısına okyanusun.
Sana sarılmak, ölçmek karışla, yüzölçümünü yurdunun.
Sana sarılmak, tek bacağı felçli bir adam gibi
-hani, her dalıp gitmesi iki bacaklı bir karabasan,
her konuşması koltuk değnekli bir susuş taşıyan
ve bir içki masası kurup o bacağın üzerinde
top oynayan bir şarkı mırıldanan bir adam gibi-
sağlam bacağını uzatmak; sıvazlamak.



Seni Öpmek

Seni öpmek, gövdeni yeşil bir dal gibi dişler arasına almak.
Seni öpmek, bir gölden su içmesi geyiğin, çevresini kollayarak.
Seni öpmek, dolaşması işgalci askerlerin boş yollarda, kasılarak.
Seni öpmek, alfabesini okuması körün, kabartılara dokunarak.
Seni öpmek, ağzının çağlayanından dökülmek; terine karışmak.
Seni öpmek, evi deprem görmüş birinin çatlakları sıvaması gibi
-hani, bütün ömrünü verdiği başını sokacak bu yerden
bir gece, yeryüzünün bağrı iç geçirince sokağa fırlayan
ve kolonlar, kirişler sağlam olsa da, çatlakları derin olan
ve her görüşte dehşeti ve çaresizliği hatırlayan biri gibi-
dil malasını sürmek; gözden uzaklaştırmak.

Thursday 4 June 2009

İzlenmesi Gereken Filmler

İyi bir film izleyici olarak, izlediğim yüzlerce film arasından bana göre en iyi olanları hafızam el verdiğince paylaşayım. Hepsinin içeriği hakkında bilgiler vermek isterdim ama bunun çok uzun süreceğini öngörebiliriz. Sıralamanın bir önemi yoktur.

1- Forrest Gump
2- Eternal Sunshine of The Spotless Mind
3- Braveheart
4- Pulp Fiction
5- Of Mice and Men
6- 21 Grams
7- Admiral
8- Blow
9- Revolutionary Road
10- Defiance
11- The Wrestler
12- The Reader
13- Ip Man
14- City Lights
15- Dances With Wolves
16- When Nietzsche Wept
17- The Story of The Weeping Camel
18- The Curious Case of Benjamin Button
19- The Shawshank Redemption
20- Gladiator
21- Fight Club
22- Before The Rain
23- Lost In Translation
24- Stalker
25- Cidade de Deus
26- Green Miles
27- Issız Adam
28- Kabadayı
29- Herşey Çok Güzel Olacak
30- Eşkiya

Es geçtiğim filmler olmuştur muhakkak. Fakat sıraladıklarım izlediğim en iyi filmler. Bir başka yazımda kitaplar için bir liste veririm. İyi Seyirler

Monday 1 June 2009

Düğün, Evlilik ve İkili Yalnızlık

Nik - Gözüm beni aramışsın?
Tayfun - Telefonu niye açmıyorsun lan adi herif? Oğlum sen ne biçim akadaşsın göt herif,siticem belanı…yaşıyomusun, nerelerdesin?
Nik – Şu anda sana paralel evrenden cevap veriyorum. Ben de çok iyiyim, sağol (gülüşmeler). Çağrını yeni gördüm ( koca bir yalan, bu ay içerisinde düğününün olduğunu bildiğimden açıp-açmama tereddüdü… ). Nasılsın kovboy?
Tayfun – Nasıl olsun, koşturmaca halindeyim. Yarın akşam düğünüm var, bir mazeretin yoksa beklerim.
Nik – Hadi ya, geldi mi lan zamanı ! Demek hala kararlı ve cesursun. (gülüşmeler)
Tayfun – Kusura bakma, sana yıllar önce gidelim Hollanda’ya, aşkımızı perçinleyelim demiştim. Senden ümidi kesince bir başkasına yöneldim…oğlum senin kafanı kırıcam a.q! Yarın akşam bekliyorum…
Nik – Tamam gözüm. ( gelemeyeceğimi söyleyemiyorum ) Seni mavi telaşından alıkoymiyim.
Tayfun – (gülüşmeler) …siktir lan! Kuafördeyim. Yarın akşam görüşürüz. Kendine iyi davran.
Nik – Bugger off! Chao

Lisans döneminden sınıf arkadaşım, taa çocukluğumuzdan beri berabermişiz gibi yakın hissettiğim; dostluğunu, kişiliğini ve insanlığını sevdiğim Tayfun evleniyordu. Düğünlerden hoşlanmayan, hatta nefret eden biri olarak ( ki bu, beni tanıyanlar tarafından bilinir ) davetine icabet edemeyeceğimi söyleyememiş olmamı ya da mazeret veya yalan uydurmamış olmayı anlayamıyorum. Dostlarımı unutan, dostluğun alevini kısan biri değilim. Kısmi vefasız, patavatsız,inzivaya çekilen ve yarı apatik biri olduğum söylenebilir. Sevgililerim dahi, insanları arayan bir insan olmadım pek…
Bu ay içerisinde akrabalarımdan, çeşitli arkadaşlarımdan birçok düğün davetiyeleri aldım. Tabii ki de hiçbirine katılmadım, katılmayı da düşünmüyorum. Akrabalarım umurumda değil ama Tayfunun ve diğer önem verdiğim dostların beni anlaması önemli.

Düğün merasimlerini biçimsel olarak ele aldığımızda kendisine has bir dilinin ve formatının olduğunu görürüz. Davetiye ile başlayan, çifti gerdek gecesini geçirecekleri yere kadar götürmeyle sonuçlanan bir süreç. Davetiye seçimi, rengi, deseni, zarfı tıpkı kişiliğin kıyafete yansıması ile paralellik arz etmeye başlamıştır. Matbaacıların paranın a.q için bu duygu yüklü günde, çiftlerin mutluluklarına iştirak etmek (!) için ürettikleri çeşitli davetiyeler var. Madem biz farklıyız, neden davetiyemiz de farklı olmasın dedirten. Aynı geminin içinde farklı kamaralarda olmak gibi. ‘Evlilik gemisindeyiz ama davetiyemiz farklı. Hem bizimkisi kır düğünü, üstelik at üstünde nikah masasına gelişimiz. Ayrıca pastamız ançüezli ve gelinliğimin alt kısmında , sevgi yumağını kinetik enerjiye dönüştüren jeneratörlü saydam bir klima var kıçımı yelleyen. Bizimkisi farklı yani. Evleniyoruz ama bizimkisi farklı’ halet-i ruhiyesi. Daha önce belki de bir kez bile görmedikleri insanlar da dahil olmak üzere geniş bir kitleye davetiyeler ulaştırılır.( Bu süreçte, muhtemel hasılat istatistiki tekniklerle hesaplanmıştır ) Düğün salonu, daha doğrusu yeri seçilir : salon mu, kır düğünü mü, yoksa okyanusun kıçı mı…maddi durum ve hasılat beklentisi iyiyse yemekli , kokteyl tarzı seçilir. Piyanist , şarkıcı, dansöz, havai fişek işin eğlence yelpazesi olmaya aday. Çiftler düğün öncesi dans dersleri ve aslında anlamını bilmedikleri fakat popüler olan ve müziğini kendilerinin de sevdikleri romantik bir şarkının lyrics ini yutarlar. Fotoğraf, araba süsleme, alkol-yemek, misafir ağırlanması, düğün sonrası gidilecek disconun ayarlanması gibi işlerden sorumlu olan damat adayıdır. Geline süslenme, makyaj, gerdek yatağını hazırlama, mutluluk fışkıran ve ilk gece korkusu ( bu fix menüde yer almıyor, manuel olarak seçebilirsiniz ) barındıran bekleyiş işleri kalmakta. Herşey ayarlandıktan sonra düğün saati gelir çatar. Misafirler gelmeye, düğün yerini doldurmaya başlarlar. Ne kadar kalabalık bir kitle olursa o kadar mutluluk paylaşılacaktır anlaşılan. Hatırladığım ve bildiğim kadarıyla önce pasta – limon servisi, programda varsa yemek ve alkol servisi ile mutluluk paylaşımı resmi olarak başlar. Akabinde mutluluğun en anlam bulduğu ‘takı merasimi’ vardır. En uzun ama takılanların değeri orantısında mutluluğun nabzını tutan kısmı budur düğünün. Birçoğunun kendi çocuklarının düğününe gelinmesi niyetiyle orada bulunduğu, hatta birçoğunun çifti isimleri dışında tanımadığı, belki de sevmediği davetliler besaş kuyruğu gibi kuyruk oluşturup çift için ne kadar mutlu olduklarını ‘çeyrek altın’ takarak gösterirler. Haa evlenen çiftin 1. derecede akrabasıysanız, maddi olarak sürünüyor olsanız bile ‘elalem ne der’ mottosu gereği sizi en az cumhuriyet veya 5 i 1 yerde kurtarabilir. 3 ü 1 yerde takarak işi espriyle geçiştirebileceğinizi sanıyorsanız yanılırsınız. Düğün sahipleri daha sonra tüm video kayıtlarını, fotoğrafları inceleyecek; kimin ne taktığını tespit edecek ve buna göre mukabele edecektir. Kalçaları ve göbek kaslarını çalıştırma aşaması davetlilerin çoğunluğu için düğünün son kısmıdır. Üç hareketli bir slow parça şeklinde ritmik bir dans platformu olur başlarda. Daha sonra ‘diceeyyyy siktir et slovu, çal ordan bi göbek havası, serdar ortaç vs…’ konsensüsünde birleşilir. Düğün zamazingosu yasal kısıtlar sebebiyle gece yarısı sona erince, çift ve en yakınları soluğu diskoda alır. ( bu seçenek de optional sanırım ) Kurtlar döküldükten sonra evli çift dışındakiler için gece sona ererken, onlar için henüz yeni başlayacaktır. Vee beklenen son: açlık derecesine göre 2-3 posta sevişilecek gerdek yatağına gidiş. Orada neler yapılıyoru anlatacağımı bekleyenler avuçlarını yalasın.Düğün is over! Düğünler, “ …bakın biz gözünüzün önünde nikah kıydık, toplumsal mazbatamızı da aldık, geceden itibaren düzüşücez bu yüzden kimse dişi kişi için kötü kız demesin …” baş ağrısından başka bişiy değiller benim için. Bu sebeple dostlarım bana kızmasınlar. Onları en mutlu günlerinde ( genel görüş ) yalnız bıraktığım filan yok.

Evlilik, insan doğasına bu kadar aykırıyken, yalanlar üzerine kuruluyken yüzyıllardır kutsal bir kurum olarak kabul görebilmiş olması ilginçtir. Neden evlilik? diye sorduğumda benim gibi düşünenlere verilen klasik cevaplar şu şekilde olmakta :
• Düzenli bir yaşam
• Hayatı paylaşmak
• Yuva kurmak, çocuk yapmak
• Sorumluluk almak
• Soy ağacını yeşertmeye devam etmek
İnsanlık çok fazla gerçekliği omuzlarında taşıyamıyor. Bu yüzden hep genel geçer kabuller oluşturup onların arkasına gizlenir. Evliliği sadece hukuksal nedenlerden dolayı kabul edilebilir bulabilirim. Çocuk yapma isteği bile evlilik için yeterli neden olamaz. Evlenmeyi düşündüğü adamın yukarıdaki nedenlerden dolayı onunla evleneceğini bilen kadının aklından şüphe ederim. Ne yani, tüm bu sorumlulukları, karşı tarafın mülkiyetini kazandıran evlilik mi yüklemekte? Bir arkadaşla, bir sevgiliyle olan hukuk ve ilişki tamamen bulutlar üstünde mi kurulu?

Evlenip boşanmış veya evlilik uzmanı biri değilim. Ben hemen hemen her sevgilimle sorumluklarımı, hayatımı, bedenimi, düzenimi, paramı paylaştım. Yani bir evlilikte her ne allahın cezası vuku buluyorsa, ilişkilerimde kendi karakterim ölçütünde vuku bulmuştur. Kimse , ’ evlenmeden evliliğin ne demek olduğunu bilemezsin’ saçma önermesiyle benim kafamı karıştıramaz. Evlilik yeterince güçlenememiş, bağımlı karakter özelliği gösteren zayıf insanların işidir. Cinselliğin özgürce yaşanabilmesi, dış dünyada patırtı koparmadan çocuk doğurulabilinmesi için aşkla, hayatı paylaşmakla bezenerek öğretilmiş bir meşru kılınma halidir evlilik. En zekisinden en aptalına, en güzelinden en çirkinine isteyen herkes kolayca evlenebilir. Evlenmek matah birşey değildir. Kolayca ulaşılıp, tüketilebilen bişeydir. Bir erkek olarak düşündüğümde evlilik bana da çok cazip görünüyor; eve geldiğimde beni bekleyen bir kadın, güzel yemekler, ateşli sevişmeler, sevişmelerin meyvesi çocuk vs. Kolaya kaçmanın en güzel örneği evliliktir aslında. Evli insanların bu kurumu müdaafa etmesi ve evliliğin ne kadar zor bişiy olduğunu söylemesi hem çok normaldir hem de çok ironiktir. Ne demek zor? Nesi zor? Evlenmeyenlerin derdi ne peki? Sadece her gece başka biriyle başka başka yataklarda terleme dertlerinin olduğunu falan mı sanıyorsun? Şunu kabul etmen gerekir, evlenmeyenler ( elbette bilinç sahibi olanları kastediyorum ) bunun üzerinde senden çok daha fazla kafa patlatmışlar, senden çok daha zor durumlar geçirmişlerdir. Senin gibi işin kolayına kaçıp evlenmek hayatta görünen en kolay şey. Siz önce evlenir, sonra düşünürsünüz. Daha sonra ikiden bir olamayınca, düşlediğiniz hayata sahip olamayınca mutsuz olursunuz. O sürece kadar çocuk olmuştur. Bu mutsuzluk halinde dayanağınız çocuk olur, onu kullanırsınız.

Kırgınlığın kemirdiği çiftler vardır. Ya da anlaşılmaz kinler. Ya da hastalıklı kıskançlıklar. Ya da eski eşlerle yapılmış çocukların sorunları. Ya da yeni çocukların gelişi. Ya da para. Ya da egemenlik. Ya da ötekinin ansızın fark edilen başka yüzü. Ya da düş kırıklığı. Ya da , ötekinin, böylesine bir durum karşısında, ister haklı, ister haksız olsun, çok önemli, çok özsel olarak değerlendirilen tepkisi. Kısacası binlerce asalak tutku olasılığı. Ya da ötekinin bedenini eski arzuya karşı duyarsızlaştıran, donuklaştıran, geçirgenliğini yok eden bir türlü saplantı. Kısacası, parazit yapan bin bir çeşit. O beden her zaman orada. Sevilebilir. Arzulanabilir. Hatta kabul edelim ki, ne o ne de siz gerçekten değişmemişsiniz. Sizinle onun aranızda yeni bir tutkunun ve onun doğurduğu yanlış anlaşılmanın engeli var. Arzu yıpranmamış aslında, fakat kovalanmış. Arzu ‘yorulmamış’ birdenbire onun yerini alan bir başka arzu yüzünden olanaksızlaşmış. Evlilik ( veya birlikte yaşam ) nefis bir cehennemdir. Ama bazı güzel dinlenme anlarıyla cennetten bir parça. İki kişiden hiçbirinin ötekinin mülkiyetine sahip olduğu duygusunu açıklamaya evlilik gerekçesiyle ertesi akşam da kendiliğinden orada olacağından emin olmaya hakkı yoktur. Anlaşmanın hergün yenilenmesi gerekir. Günümüzde daha evlenirken, boşanmanın köpeklere özgü olmadığını düşünmeyen kimse kaldı mı? Öyleyse ‘aşk ve sonsuza kadar’ demek gülünçlüğüne düşmemeliyiz. Ben yalnızca, eskiden beri olduğu gibi, evliliğin artık bir genç kızın biricik amacı, biricik tasası, yaşamının biricik tutkusu olmadığına inanmak istiyorum.

Evliliğin çeşitleri de vardır : Aşk evliliği, mantık evliliği, akraba evliliği gibi. Herkes aşka tapar. Evrensel bir realitedir aşk. Aşkı kutsayanlara, yaşamlarının odak noktası haline getirenlere sorun bakalım ‘aşk nedir’ diye. Emin olun verecekleri cevaplar birkaç klişeyi geçmez.

Aşk yoğun bir cinselliktir, feth etme arzusudur. Bir kadın onun bedeni şiddetle arzulanmadan sevilemez. Aşkın sözcük dağarcığı tümüyle savaşçıdır. Ötekine sahip olmak bir “fetih” değil midir? Bir kadın hakkında : “Ona sahip oldum…” denmez mi? Bir erkek hakkında “ Onun oldum…” denmez mi? Aşıklar anlaştıklarını sanırlar, leb demeden leblebiyi anladıklarını. Zavallılar, bir çeşit kutsanmış bir kaynaşma, uyum içinde yaşadıklarını düşlerler. İnsan, ötekinin yanında ne denli kendinden geçerse geçsin, kendisinin ve ötekinin duygularından ne kadar emin olursa olsun, kafasının bir yerinde, bilinç altında, bunun “ömür boyu” sürmeyeceğini bilir. Aşıksanız, özellikle de ilk kez seviyorsanız, bu sizi isyan ettirir. Aşıklar arasındaki sözleşmelerden sakınırım. Tüm sözleşmelerden…bağlılık anlaşmaları var : “Sana bağlı kalacağım, ne olursa olsun sana bağlı kalacağım.” Sadakatsizlik anlaşmaları var : “İki taraf için de özgürlük; önünüze gelenle düzüşürsünüz, sonra her şeyi birbirinize anlatırsınız.”
Tüm aşk öykülerinde bir baştan çıkarma anı vardır. İstensin ya da istenmesin, insanın bunu oynadığı, ortaya koyduğu, hile yaptığı, ya da yanılsamaya kapıldığı bir an. Olunduğundan başka türlü görünmek için insanüstü çabaların harcandığı genellikle çok yoğun olan bir an vardır. Baştan çıkarma, bir müstahkem mevki düşürmek değil midir?

Aşıkların, bedenlerinin yalnızca aşkın kaprisleri ve baş dönmeleri için yaratılmamış olduğunu anladıktan sonra iki çözüm vardır. Kimileri (çoğu) her şeyi apaçık ortaya koyar: “Tamam, oldu, yalan söylendi, biz zavallı çılgınlarız! Gülünç oyuncular! Aynı şeye bir daha yeniden başlamayacağız! Şimdi gerçek gerçek oynanacak.” Ve kimileri ise, tersine, bu görünüşü sürdürmeyi, inceltmeyi seçerler, ne olursa olsun, yanılsamanın bir yüzünü korumayı deneyecekler: kuşkusuz tuzak dağılır; ama yavaş yavaş: çok yavaş, geri dönüşlerle, inceltmelerle, oyunlarla, cilvelerle,’ben senin bildiğini biliyorum, sen benim bildiğimi biliyorsun , ama biz, sen ve ben, bilmiyormuş gibi yapacağız.’ ‘Baştan çıkarmanın gereklerini korumak’ budur. Başarıya ulaşmış çiftlerin tanımı bu olmalı bence.

Başkalarının tutkularının devindiricileri , içgüdüleri, nesneleri karşısında çoğu zaman kısıtlı kalınıyor. Bir azize yerine konan şu kadın. Şu onu sevdiğini ileri süren ve ona rol yapan öteki kadın. Şu paracı kadınlar. Şu kılık değiştirmiş kibar orospular. Şu senin için öleceğini söyleyen hatun.Kadınların söylediği yalanlar ve biz erkeklerin bunu safça yutmamız.

Herşeye rağmen oyun ne kadar önemli olursa olsun, biz ne kadar mantıklı ve ciddi olursak olalım, yine de komuta mevkiinde olan şey, kadınları elde etme tasarımdır. Napolyon’dan Lenin’e ve Stalin’e, sokaktaki son orospudan geri zekalı çocuğa, Greta Garbo’ya ve sokak serserisine kadar, gerçekten de herkesin diğer herkese sorduğu tek ve sürekli olarak sorduğu soru şudur: size güzel görünüyor muyum? Evlilik ve aşka burada çocuk konusu hakkında biraz değinerek nokta koyayım keza yazının cılkı çıkıyor.

Çocukları severim; masumiyetlerini, tazeliklerini, sevimliliklerini, kokularını, meraklarını…Çocuk seviyorum derken kendi pipimden olma bir çocuğa diğerlerinden fazla önemseme halini kastetmiyorum. Bir annenin hamile kalması ve doğurması mucize filan değildir. Sırf karnında taşıdı diye benim bu diyeceklerime itiraz etmede haklılık payı doğurmaz ona. Çocuk sevmek, egoların üstünde olmalı.Baba, pipisinden püskürtüğü için, annenin karnında taşımasından dolayı çocuk olayında daha önemsiz bir rolde olmaz. Ne zaman ki kendimizden olmayan çocukları kendi çocuğumuz kadar seveceğimiz kalibrasyonuna ulaşarız, işte o zaman gerçek çocuk sever oluruz. Bunun dışındaki durumlar bizim canımızı yakmalı. Çocukluğumdan beri uyguladığım bi felsefeyi paylaşayım : Çocuklara yetişkin gibi davranmalıyız ama onlardan yetişkin gibi davranmalarını beklememeliyiz.

Ben istediğim alanlarda araştırmalar yapabileceğim, istediğim kitapları okuyabileceğim, istediğim filmleri ve konserleri izleyebileceğim bir iş tasarlamak isterim kendime. Sosyal biri değilim, hiç olmadım , ama bu bir stadyum dolusu insanın önünde konuşamayacağım anlamına gelmiyor. Arkadaşlarım, gittiğim mekanlar olmadığı anlamına gelmiyor. Sinemayı, rock konserlerini, stand-up ları, seminerleri, söyleşileri, organizasyonları sevmediğim anlamına gelmiyor. Can sıkıntısını gidermek, sırf sosyal olmak için sosyal olmak, sosyal statüme katkıda bulunmak, çevremi genişletmek, yeni hatunlar bulmak için sosyalleşen biri değilim. Kitaplarımla, müziğimle, filmlerimle, hayvanlarımla olmayı seviyorum. Bu dünyanın beni daha zenginleştirdiğini, doyurduğunu görüyorum. Elbette kadını yadsımıyorum. Kadın olmalı hayatımda. Kadın düşüncesi, kadın sohbeti, kadın yumuşaklığı, kadın acısı olmalı. Ama yukarıda anlattığım şekliyle değil. İkimizin yalnızlığında yeşerecek, birlikteyken de yalnız kalınabilmenin mümkün olduğu bir ilişki. Mülkiyetsiz, hesapsız…Özlemlerin, özenlerin, acıların, randevuların olacağı…ikili yalnızlık... ( üzerinde daha yazılmalı )