Friday 31 July 2009

Azınlık Gruplar


Toplumda bir azınlık grubunun üyesiyseniz, yaşam yazgınızda sorunlara yol açabilir. Sırf başkalarından ‘farklı’ olduğunuz için size karşı ayrımcılık yapılır ve bunun sonucu olarak aşağılık kompleksi geliştirirsiniz. Aynı şey belirgin fiziksel ya da beyin özürleri olan kişiler, daha yaratıcı olanlar(dolayısıyla daha az uyum gösterenler), belirgin bir şekilde uzun ya da kısa boylu olanlar, daha az güzel olanlar, daha zayıf olanlar, karşı cins yerine kendi cinslerinden olanlara daha fazla bağlananlar ve hatta yaşıtlarına kıyasla daha akıllı ya da daha yetenekli olanlar için de geçerlidir.

Ancak bu durum etnik azınlıklar için çok daha geçerlidir. Zenci, melez, yahudi, alevi ya da Kürtseniz, bu yüzden yaşam yazgınız sizi yetenekleriniz, kişiliğiniz ya da sizi siz yapan diğer yanlarınızla değerlendirmek yerine, size teninizin rengi, ırkınız, hatta yaşadığınız bölge ve yer nedeniyle bir etiket yapıştırır.

Objektif bir açıdan bakıldığında, bunun kadar büyük bir saçmalık olamaz dersiniz. Gerçek değerinizin ne olduğuna bakılmaksızın böylesi bir yaşam yazgısı sizin seçeceğiniz partiden, oturacağınız yerden, okula gittiğiniz yere, kiminle evleneceğinizden önünüze hangi iş olanaklarının çıkacağına kadar her şeyi size empoze edecektir. Böylesine bir yaşam yazgısının etkisiyle bir yandan kendinizi yetersiz hissederken diğer yandan da dünyaya karşı burukluk ve düşmanlık duyarsınız. Sanırım dünyadaki terörün artmasındaki nedene de bir cevap olabilir bu. Her iki durum ve bunların arasındaki nüanslar benlik imgenizi ve yaşam felsefenizi önemli ölçüde etkiler. İnsanlar hiçbir zamanda ve çağda yeterince çağdaş, insancıl, demokratik, duyarlı olamayacaklardır.

Yazmaya yönelmek öncelikle azınlık olmayı göze almaktır. Yazan azınlıktadır! Yazar, ideal okurun kendisidir. Dış dünyaya ve okura karşı birinci dereceden bir sorumluluğu yoktur yazarın. Kendine, yazının iç dinamiklerine karşıdır asıl sorumluluğu. Yazısını oluştururken en son düşüneceği şeydir okur.

Her toplumda egemen akıl tüm algı alanlarını kodlayarak, toplumsal sağ duyuya dönüşür. Bu olgu, toplamımızın bileşkesi olarak bizi esir alır ve zamanla yerleşik ezberleri yaratır. Yazmanın amacı, bu klişeleri, ezberleri, kuralları aşındırmak olmalıdır. O nedenle yazmak uzun-ince-dar bir yoldur. Bu yolu geçmek için ağırlıklardan kurtulmak gerek.

Azınlıklar, sosyal olarak görünür bir değişmeye yol açmasalar bile, bireylerin algı veya yargılarını değiştirebilir. Pek çok kişi grup halindeyken çoğunluk etkisine uyma gösterip tek başına kaldığında tekrar eski pozisyonuna dönebilir; burada sanki grup halindeyken kolektif kimliğe bağlanış ve daha sonra tekilliğine dönüş söz konusudur. "Azınlıkların kimliği sosyal olarak tanınmak ve görünür hale gelmek üzere giriştikleri etkinliklerde ve farklılıklarının talebi ve bilinci içersinde oluşmaktadır". Azınlık bireyleri için farklılıklarında sosyal olarak tanınmak, etkinin dinamiğini oluşturur.

Ya "marjinaller"?

İnsan hayatı, duygu ve yönelimleri bir çizgiyle sınırlandırılabilecek kadar basitmiş gibi çizgiyi aşanlara marjinal deniveriyor (margin=sınır). Gey, lezbiyen bireyler, vicdani redciler, ateistler, komünistler hep bu marjinal olarak nitelenen gruba dahiller. Marjinallerin sayıları azınlıklardan da az olmakla -ya da öyle görünmekle- birlikte en çok ezilen ve zarar gören grup da yine onlar. Bunun sebebiyse çoğu zaman örgütlü olmamaları ve toplumsal yapıyı oluşturan ataerkillik, erkeklik, evlilik, askerlik gibi temel kavramları sarsan varoluşları. Türkiye'de azınlıklar ve marjinaller yok edilmek isteniyor. Neden mi? Kimin çizdiği belli olmayan bir çizgiyi aştıkları için. Fakat “varolmak çizgiyi aşmak demektir”. Hepimiz ısrarla aşıyoruz o çizgiyi ve devam edeceğiz... Kimimiz dinimizle, kimimiz dilimizle, kimimiz düşüncelerimizle, kimimiz de cinsel yönelimimizle!

Monday 27 July 2009

Yaşamdaki Paradoksal Döngü


Tamirci iseniz, eğer size getirilen malları çok iyi tamir ederseniz, işiniz giderek azalır ve kazancınızda.

Eğer üretici iseniz, ürettiğiniz malları çok iyi ve çok dayanıklı yaparsanız, bir ürünü bir kişiye bir kere satabilirsiniz. Evladiyelik olur ve gene satışlarınız düşer.

Bir yerde çalışırken işinizi en iyi şekilde yapmanız demek, işleri en iyi şekilde otomatize etmeniz/programlamanız/planlamanız demektir. Öyle ki, işler siz olmadan da yürür. Yani kendinizi gereksizleştirirsiniz.

Kimsenin hasta olmaması doktorların işine gelmez. Kimsenin kavga etmeyip, birbirlerinden davacı olmamaları avukatların işine gelmez. Savaşların bitmesi askerlerin işine gelmez. Enerjinin bedava olması enerji üreticilerinin işine gelmez. Herkesin kendi kendine çok iyi öğrenebilmesi öğretmenlerin işine gelmez. Toplumdaki tüm işlerin sahipleri vardır, ve işlerin gereksizleşmesi sahiplerini de gereksizleştirir. Aslında tüm toplum bir yandan iyiyi istediğini söyleyen öbür yandan peynir parçasını kendi tarafına çekmeye çalışan karıncalar gibidir. Gizli bir, 'daha iyiye karşı direnç' gömülüdür sistemin içinde. Herkes birşeylerden şikayet eder ama 'değiştirebilme gücü' kendine geçtiğinde tek yapabildiği, gene bu sefer başkalarının kendisinden şikayet etmesini sağlamaktır. (Fakirler zengin olmak ister, emekçiler sermaye sahibi olmak ister; ama olunca da hiçbirşey değişmez, sadece kişiler yer değiştirmiştir, sistem/senaryo ve oyun aynı oyundur. Birinden alıp öbürüne vererek bu çözülemez. Kontrol ederek de çözülemez. Bu sadece bilinç gelişimiyle ilgilidir ve bu zorlanabilir bir şey değildir. Zorlamanın olduğu heryerde 'özgürlük' adına özgürlükler ayaklar altına alınır, 'cennet' adına 'cehennemler' yaratılır. Çünkü bilinç gelişimi 'zorlanabilir' birşey değildir. Hiçbirşey yapamazsınız. 'Yapmak'tan çok 'anlamak' gereklidir. Herkes anlarsa 'yapılacak' hiçbirşeye gerek kalmaz.)

En iyi yönetici, hiç var olmasa bile işlerin kesintisizce yürüdüğü yöneticidir. Yani en iyi yöneticinin aslında bir kişi bile olması gerekmez, o bir kurallar bütünü, işleyen sistemin kendisidir. Yani gene kendisini gereksizleştirmiştir.

İddia o ki, varoluştaki tüm sistemlerin nihai amacı kendini gereksizleştirmektir; sistemin içine gömmektir.


Yaşamda büyük bir zıtlık vardır. Ben buna akıl (tezahür etmemiş olan), ve beden (tezahür etmiş olanlar) zıtlığı diyorum.

Akıl daha akıllı olmak için bütünleşmek zorundadır, beden ise beden kalabilmek için ayrılmak ve parçalı olmak zorundadır. (Bildiğiniz herşey, tüm varlıklar 'bedenler'dir)

Akıl ve beden birbirinin zıttıdır. Aklın önerdiği bedene uymaz. Kendini gereksizleştirmek akıl için sistemle uyum içine girmek demekken, beden için yokolmak demektir. Aklın 'iyi ve doğru' diye önerdiği bedenin çıkarlarına terstir.

İyilik olarak yapılan şeyler genelde kötü görünür. Eksik olan tam, bütün olan belirsiz görünür. "Besle kargayı oysun gözünü", "İyilik yap at denize ..." gibi sözlerimiz vardır.

Genelde ürettiğimiz/amaç edindiğimiz niyetin tersi ile algılanırız. Birine iyilik yaparsınız, kendisini aşağıladığınızı düşünür ve sizden nefret eder ve kötü bir sonuç üretmiş olursunuz. Birine kötülük yaparsınız, o da sizden nefret eder ve size benzememek isteği yüzünden iyi olur. Yani başladığınız niyetin tersi ile sonuçlanmış olur ikisi de.

Sırf bu terslik yüzünden birine doğrudan yardım etmek imkansız hale gelir.

Nitelik ve nicelik arasındaki zıtlık da buradan doğar. "Niceliğin gücü (bedenin gücü), niteliğin gücünü (aklın gücünü) aşmamalıdır" Aştığı heryerde bir sapma ortaya çıkar.

Peki problem bu. Çözüm nedir? Bence varlıklar kendilerini 'beden' olarak gördükleri sürece bir çözüm yoktur. Çünkü bedenin hangi tarafı seçtiği bellidir. Veya-mantığı kullanır o. Bir beden ya buradadır ya orada. Aynı anda iki yerde olamaz. Oysa nesnesiz olan akıl, ve-mantığı kullanır. Düşünceler hem orada hem de buradadırlar. Giderek birleşip bütünleşerek kendi evrimlerini heryerde, eşzamanlı olarak sürdürmektedirler. Ve-mantığını kullanan akıl birleştirip, bütünleştirir, iki olanı bir yapar. Herbir ikinin (zıtlığın) bir yapılması herşeyi 'bir' yapar. Veya-mantığını kullanan beden ise böler ve parçalar. Her 'bir'in iki yapılması sonsuz bir parçalanmaya neden olur.

Thursday 23 July 2009

Flashback

Dört gün önce 30 yılı geride bırakmıştım. Artık 18-20 yaşlarındaki kızlar için çekim merkezi olmaktan çıktığım bir yaş grubuna dahil oldum. Gerçi onların yaşındayken bile ilgi alanımda değillerdi ama yine de insan o grubu kaybetmiş olmanın verdiği tuhaflığı hissediyor. Yirmili yaşlarım geride kaldı ve bu süreç sanki biraz hızlı ilerledi gibi geliyor bana. On altı yaşında bir veled iken siktiğimin lig maçlarını şifreli ( tele on idi sanırım ) bir kanalda seyretme zarureti vardı tıpkı günümüzde olduğu gibi. Decoderi olan yerlere de giriş için +18 kuralı geçerliydi. O günlerde 18 yaşında olmaktan daha önemli hiç birşey yoktu benim için. On sekiz yaşına ulaşmam o kadar uzun sürdü ki ucunu göremediği bir tüneldeki yolculuğun kasvetini yaşadım çokça. Maç zamanlarında kahvehanenin önünde, penceresinden skoru öğrenebilmek için ezik ezik bakışlar attığımı, içten içe sahibine en okkalı küfürler ettiğimi hatırlıyorum. O kahveye girebilmek çok önemliydi, sadece maçı seyredebilmek için değil, dışlanmışlık, liyakatsizlik hissinden kurtulabilmek, dünyaya “ artık on sekiz yaşındayım ve siktiğimin yerinde maçı da seyredebilirim, meyhanede bira da içebilirim ve siz büyüklerin dünyasında fink atabilirim” haykırışını yapmaktı aynı zamanda. Ulan kalın kalın kitaplar , dergiler, cumhuriyet okuyor, kendimden 5 yaş büyük sevgili ediniyor, nerede nasıl davranmam gerektiğini biliyor, olgun davranışlar sergileyebiliyorken yaşım on sekiz altı diye adam yerine konmuyordum, neden lan ibneler?

Bir türlü gelmeyen 18. Yıl nihayet nüfus cüzdanımda sirayet ettiğinde , yıllar sanki bu anı bekliyormuş gibi bu sefer tam tersine hızla akmaya başladı : üniversite, master, askerlik, kariyer, yiyişmek , spor, yazmak, düşünmek..bugünlere gelindi. Elde ne var? Maddi olarak bir hiç. Manevi olarak ise kontrolsüz güç: piç!
En son çalıştığım yerde taşaklı bir makamım vardı. Hani şöyle bölüm müdürlerini toplantı masasına toplayabileceğim cinsten. Haftanın en az altı günü, sabah 8.00 akşam 22.00 , inanılmaz bir toplantı, telefon, sorun trafiği içinde çalışılan bir süreç. Resmi ve Dini tatilleri şehir ve ülke dışındaki fabrikaları ıslah etmek için fırsat bilirdik, normal çalışma günlerimizden çalınmasın diye. Herkesin tatil yaptığı bu zamanlarda benim keyif alanım sadece gittiğimiz yerlerdeki hotellerin havuz ve hamamları ile sınırlıydı. Aldığım para öyle bavullara sığmayacak cinsten değildi ama genç yaşta müdür olmuş, yalnız yaşayan, alkolü seven biri için tatminkar düzeydeydi. Grupta yedi fabrika var, aynı anda birçok proje yönetiyorsunuz, re-engineering gibi süreçleri yeniden yapılandırmak gibi meşakatli işlerin yanında bir de günlük planların denetimi, kontrolü, üretimde ve tedarikçilerde yaşanan sıkıntıları göğüslemek gibi rutinlerle uğraşmak eve gittiğimde de gece 01-02 sularına kadar çalışmamı gerektiriyordu. Çalışmaktan kaçınmam, işimi çok ciddiye alırım ama ya hayat? Ya diğerleri? Çalışma arkadaşlarınız, elemanlarınız, hedefler, sözler? Kendi yaşamımdaki diğerler: okumak, film seyretmek, kadınlar, pes, dostlar, seyahat, tembellik? Fikir ayrılıkları sebebiyle istifa ettim. Patronum, sağolsun, beni kararımdan vazgeçirmek için Moldovia’daki veya İngiltere’deki fabrikalardan birine göndermeyi bile teklif etti. Buna kariyerde “vites küçültme” ama insanlıkta “ git kafanı bi dağıt “ denir. Adam benim çok ciddi olduğumu görünce : “ bazen evliliklerde ayrılmak daha iyi olabilir, şimdi ayrılıyoruz ama bu ileride tekrar birlikte çalışmayacağımız anlamına gelmiyor” demişti. Kendisi İngiltere’de büyümüş 40 lı yaşlarında başarılı genç bir adam. Sözün gelişi değil, gerçekten severim onu. Sözün kısası işi bıraktım ve tıpkı eski sevgililerime dönmediğim gibi eski işime de döneceğimi sanmıyorum. 6 yıllık özel sektör kariyeri sonrasında üniversitede hoca olalım bari dedik. Başka bi bok gelmez çünkü elimden. Bakalım birkaç üniversiteye başvurucaz doktora muhabbeti için. Nerden çıktı bu yazıyı yazmak derseniz, sizlerin yüzünden a.q ! Neye karar verdin, başladın mı yeni bir işe, ne yapıyorsun tüm gün evde ? bla bla bla …akrabalarım, anne-babam, ağabeylerim, komşularım, arkadaşlarım kafamı sikiyorsunuz sadece. “ N’olcak oğlum bu böyle? Yaşın gidiyor, evlenmiyorsun, asiliğinden ödün vermiyorsun, bi baltaya sap olmuyorsun ( paralarımı ve konforumu paylaşırken her şey iyiydi a.q )…hayır , sana acıyoruz, mutlu olmanı istiyoruz..” bi siktirin gidin lan !!! Sizin salak oyuncaklarınızla mutlu olabileceğimi düşündüren ne lan size? A.Q yerinde sen evlisin diye, yediğin boku sürüye bakarak meşrulaştırma işine ne zaman son vereceksiniz? Madem beni seviyorsunuz, mutlu olmamı istiyor, mutlu etmek istiyorsunuz lafazanlığı, ucuz kahramanlığı bırakın be…mutlu mu etmek istiyorsun ? sen , kızım, ver bi kere; sen abi aç bi rakı çağır kardeşini sohbete. Anne evlilikten ve değerlerden söz etme. Lanet olası komşular “ işe başladın mı “ diye sormayın. Kardeşim, benden habersiz cv mi veya yazımı bir yerlere gönder, sürpriz olsun. Arkadaşım, sikik sikik ekonomi, siyaset, kpss geyiği yapacağına çadırları alıp ormana kampa gidelim. Hey sen, en iyi dostum! Ananın babanın o sikik, kokuşmuş, çarpık kişilik kusmuklarına maruz kalacağına tüm olumsuzluklara rağmen “ sikerim evinizi de sizi de” deyip vur kapıyı çek git yeni bir hayata. Sevgilim, hiçbir zaman senin istediğin gibi biri olmayacağım, kuşbeyinli kafanda yarattığın biri değilim ben; romandaki adamı istiyorsan siktir git hayatımdan ve romanın en güzel sayfasını yırtıp kukuna sok!!! Hafız , senin de a.q. Hoparlörün sesini kıs biraz!

Sınavlar da bitti napıyorum boş zamanlarımda? Hiçbir dönemde kafelere, diskolara, alışveriş merkezlerine giderek mutlu olan bir tip değildim zaten. Normal değilim diyorum size. Resim albümüm bile yok be! Param yok, zaten hep problemliydi aramız. Cebimde durmamakta ısrar ediyor. Olsaydı dünyayı gezerdim, fersah fersah. Arabam, evim, param yok. Sikimde mi? Değil! Bu dünya için, ülken için, insanlar için ne yaptın diyen ucubeler olacaktır. Çünkü bu hepimize yüklenmiş bir misyon; gece yatağa uzandığımızda üç soru sorulması gerek : 1-Tanrı için ne yaptın? 2- Kendin için ne yaptın? 3- İnsanlar için ne yaptın? Hazır soruları sormuşken hemen cevaplarını vereyim : 1- Tanımıyorum. 2- Kendimi becerdim. 3- Sedef ve Ayla yı becerdim. Daha çok insanı mutlu etmek isterdim ama alet otomatik değil doldurmalı.

Mesela bugün ne yaptım : Germinal-Zola, İnsanca Pek İnsanca-Nietzsche, Ezilenler-Dostoyevski ve Oscar Wilde-Dorian Gray’in Portresi’nden parçalar okudum. Zeliş’le konuştum. Latter Days ve Earhtlings izledim. Birkaç blogdan birçok yazı okudum. E-mule’me yeni filmler, kitaplar yükledim. Jasmyn ile tartıştım. Dedim ki : “keep fingering yourself!”. İki bira içtim. Beş km’ den fazla koştum. Düşündüm. Ian Curtis ve Jeff Buckley dinledim. Sadece akşam yemeği yedim. Osurdum ama bunu kimse bilmiyor. Soyundum. Kırklı yaşlarda da göbekli olacağımı sanmıyorum. Canım seks istedi ama yapacak partnerim yoktu. Bu duruma rağmen evliliğe ve paralı sekse hayır! Nihal ile konuştum, hastanedeymiş 2-3 gündür(hayırsız olduğum için bana kaynadı). Şimdi durumu iyi, geçmiş olsun. Şimdi de bu yazıyı yazıyorum saat 00.15. Tüm gün evde ne yaptığımla ilgili aldın mı cevabını? Vaktini bir bölümünü Akmerkez’de, diğer bölümünü sergide geçiriyorsun diye daha anlamlı ve doyurucu bir yaşamın mı var? Yoksa şu muhteşem kelime mi : “sosyalleşmek”. Tamam, varım. Grup seks yapalım mı? Sen , Acıbadem’de çalışan doktor hatun, birkaç ay önce suratına boşaldığımda , külahtan damlayan dondurmayı yalar gibi gözlerime bakarken hangi statüyü, değeri, edebi güdüyordun? Bakanlarımız bu işi de mi protokollere göre yapıyor?

Burası benim blogum. Yazdıklarımı beğenmeyen ister eleştirisini yapar ister sayfayı kapatır, bu kadar basit. Eski çalışma arkadaşlarım “ aa Nik beyin bu yönünü hiç bilmiyordum” diye aptalca hayretlere kapılmayın. Ona bakarsanız aletimin boyutunu da bilmiyorsunuz. Burada küfrettiğim gibi, yazdığım gibi iş yerinde de mi aynı tarzda davranış sergilemem gerekir tutarlılık adına? Maskelerimizi beş dakikalığına sikip atalım. Toplumda envai çeşit maskeler giyiyor, giydiriyoruz zaten. İzin verin de burada, kendi alanımda sansürsüz ve maskesiz olayım. Siz de olun. Beni eleştirin ama laf giydirmenizi hiç önermem çünkü bu işin piri olsanız bile altta kalmam, bilesiniz. Entelim, dantelim, çok okurum, çok bilirim havalarında değilim. Aptallara ok. Olmalı. Ama aptal olup da kendini bi sikim sanan bacı ve hacı lara tahammülüm yok. Aptallığın sınırını kim belirler mi diyorsun? Elbette aptallığın. Aptal isen aptallığını havlayarak örtemezsin.

Üniversitedeyken üretim hocam tahtada iyi olduğumu, konuları iyi anlattığımı söylerdi. “ Bu sınıftan iyi lojistikçiler, planlamacılar, pazarlamacılar, sistemciler, süreç mühendisleri vs. çıkacak ama içinizden bir tek Nik iyi bir yönetici veya teknik adam olacak” derdi. Blogumu okusa aynı düşünceleri bugün de taşır mıydı? Belki de birçok sığ insan gibi bu uslübu, dili yakıştıramazdı bana. Ya da belki gurur duyardı söyleyemediklerini söyleyebildiğim için. Ben üniversitede bir profesör olsam bunları yazabilir miydim açık kimliğimle? Bilmiyorum. Aklıma gelen Neyzen Tevfik, Nihat Genç örnekleri var.

Kişisel blogları okumayı seviyorum. Avagadro sayısından çok daha fazla şeyler kattıkları ortada. Farklı beyinlerin düşüncelerini , tezlerini okuyup kendi düşüncelerimi sağlamlaştırmayı veya temelsiz olanları elemeyi seviyorum. Obsesif, eleştirel, patlayıcı, şizofrenik ve maskesiz yazılar ilgimi çekiyor. Etrafta o kadar çok ahlak bekçisi, kültür elçisi, düzgün insan var ki farkı görebilmek için turnusol kağıdına ihtiyaç duyarsınız. Genç kızlık zamanlarımızda envai adamlara blowjob yapmışızdır ama bunun kızımıza yaptırılması düşüncesine katlanamayız. Birçok hatunu becermişizdir ama kendi kızımızın becerileceği gerçeğini görmezlikten geliriz.
Yaratıcı bir tip değilim, daha çok eleştirel yazılar yazıyorum. Birşeyden tilt olmam gerekiyor ki yazayım. Blog dünyası şöhretleriyle de haşir neşir değilim. Friendfeed (birazdan üye olup, bakıcam), twitter da kullanmıyorum. Hani birileri çıkıp, “Nik şu konuda yazsana” dese, konu verilince belki hergün yazabilirim. O kadar yaratıcılıktan yoksun bi kazmayım yani. Yeni bir bira açıp Ronaldo’nun maçını seyredeyim.

Tuesday 21 July 2009

Neyzen Tadında

Biz ki babalarını çarmıha gerenlerin "oğulları" olarak...
Analarımızı becermiş olmanın yüz-akıyla yıkıp geldik tüm z-amanları...
Diye "şiirlenmek" isterdi ya gönül...
O da yaktı artık geçtiği köprüyü...
Ve aktı "hiçliğin" deryasına...

Nedir ki "şiir" dediğiniz?
Yarım-yamalak entellektüellerin..
Uyuz-uyuz mırı(a)ldanmaları...
Duygu denilen pezevenklerinin...
Ortalığa -coşu-hüzün ağırlıklı melankoli pazarlaması...
Ve "hüzün-şehvetiyle" sarhoş olanların o büyük "aldanışı"...

Nedir ki şiir dediğiniz?
Hem nasıl olur da "sıçan" aynı zamanda şiir yazar...
Nasıl yan-yana gelir bu ikisi?
Ne o ezberiniz-kutsalınız zeval mı gördü?
Yoksa siz o "işi" duygularınızla mı yaparsınız?


Böyle de şiir olmaz mı?

Monday 20 July 2009

Uygur(suzlaşan) Uygarlık

"Uygur türklerinin gösterisi ölümle sonuçlandı. Çin polisi sert müdahale etti. Bin 500 kişi gözaltına alındı. Olayların sorumlusu olanlar da kurşuna dizildi.

Kanal D'nin özel haberine göre, geçen ay bir fabrikada Çinlilere Uygur Türkleri arasında çıkan kavganın ateşlediği olaylar sokağa taştı.

Uygur Türkleri kavgada ölenlerle ilgi soruşturma açılmasını talep etti. Ama Çin hükümeti olayı örtbas etmek isteyince, Urumçi karıştı.

Günler süren olaylar sonrasında Çin yönetimi Urumçi'ye asker takviye etti. Urumçi'de ev ev baskınlar yapıldı, Uygur Türkleri gözaltına alındı. Çin hükümeti olayların sorumlularının idam edileceğini açıkladı.

Ve o kararını önceki gün uyguladı. Tam 196 Uygur Türk'ü kurşuna dizildi.

Uygur Türkleri'nin nerede idam edildiği bilinmiyor. Cenazelerinin ailelerine verilip verilmediği de belli değil. Bilinmeyen sadece o değil. 600'den fazla kişiden de haber alınamıyor.

Çin yönetimi olayları kanlı şekilde bastırdı. Tam 196 Uygur Türkünü de idam etti. Adeta dünyaya meydan okudu."


Yaklaşık 4 aydır televizyonu hiç açmayan biri olarak, haberleri gazete ve internetten takip ediyorum. Birkaç saat önce doğum günü ile ilgili geyik yazısını yayınladıktan sonra, az önce, yukarıda Hürriyet gazetesinden alıntıladığım dehşet uyandırıcı yazıya rastlamak bende tam bir şok etkisi yarattı. Dünya barışı, topyekün terör-ırkçılık-açlık mücadelesi (!) veren günümüz dünyasında bu durumla karşılaşmak ...196 insan kurşuna diziliyor. Binlerce insan göz altına alınıyor, kayıplar had safhada...çinli olmayanların can güvenliği yok! En dehşet verici yanı da kıyım işini devletin kolluk güçlerinin gerçekleştiriyor olması. Bize Apo'yu idam etmememizi dikte eden Batı medeniyeti bu vahşet karşısında nasıl bir tavır takınacak çok merak ediyorum. Gerçi teamül ortadadır, siyasi tavır takınmaktan öte pek gidilmez ne de olsa ülke menfaatleri ( ticari ) söz konusudur!!! Doğrusu ülkemin hükümeti tarafından Çin'de yaşanan bu kıyım ile ilgili ortalama siyasi nutuklar dışında omurgalı ultimatomlar görmüş de değilim. Onlar kafalarını kendi yarattıkları sanal olaylara gömmüş olup, ergenekonculuk oynamaya devam etmekteler.(Ergenekon gel bana kon) Anamızı beceren bu iktidar-sermaye ittifakı gücünü halktan almaya devam ediyor. Bu ikide bir ağlayan, kükreyen, mızmızlanan ulema zümresinin dümeninde seyrettiğimiz gemiden, buz dağını ancak ona çarptığımızda fark edeceğimiz aşikardır. Siyasetin ve savaşın olduğu her yerde pisliğin, çürümüşlüğün, kokuşmuşluğun, adaletsizliğin olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Siz ey halk yığınları! Bu boktan dünyaya çükünüz ve egonuz uğruna çocuklar getirirken beyninizdeki tek bir nöronu bile yormuyorsunuz, etrafınızda olanları fanatik kuş beyinli taraftarların maç seyretmesi gibi seyrediyorsunuz, işiniz ve eviniz arasındaki ring hattında seyredilen nebati yaşamlarınıza çomak sokulmadığı sürece kahramanlık da yapmıyorsunuz...

Siktiğimin insanlığı çoktan çığrından çıktı...fakat biz bunu ancak birileri öldürüldüğünde fark ediyoruz. Oysa hergün öldürülüyoruz: akrabalarımız, ailelerimiz, kendimiz, iş verenler, sokaktakiler ...herkes cinneti yaşıyor. Kıçımıza sokulan yaldızlı değerlerimiz anlamını çoktan kaybettiği halde hala polyannacılık oynayanların çokluğu beni hayrete düşürüyor. Dünyada bi Einstein, Nietzsche çoğunluğu olabileceğini zaten düşünmüyorum da..

Yazıyı Neyzen Tevfik ile bitirelim.

Âlemin bağ-zârını s.keyim
Sünbül ü verd ü nârını s.keyim
Andelib-i nizârını s.keyim
Hâsılı nev-baharını s.keyim !

Bana yoktur lüzumu gülşeninin,
Şeb-i tarîk ü rûz-ı rûşeninin
Ne gulâmının ne de zenninin
Hepsinin tâ mezarını s.keyim !

Ağlamam ben, ben erkeğim erkek,
Hayli güçtür bana cefâ etmek,
Minnet etmem bu ömre de felek,
Atını al, tımarını s.keyim !

Güççedir bu fakiri aldatmak,
Yüzdürüp sonra kündeden atmak,
Gözünü aç da sen bana bir bak,
Ben senin i'tibarını s.keyim !

Saki-i mâh-rûyına s.çayım,
Gülünün reng ü bûyuna s.çayım,
Mutrîbin hâyâ-hûyuna s.çayım,
Sâgar-ı neşvedârını s.keyim !

Yok sâfâsı hezâr-ı dem-gerinin,
Gül-sitanda şükûfe-i terinin,
Bezm-i sahbâ-yı rûh-perverinin
Neşvesiyle hümârını s.keyim !

Feleğin uğradımsa vartasına,
Sıçayım ağzının ta ortasına,
Bunu yazsın cihan da hartasına,
Kıta'at ü bihârını s.keyim


Sizden bi farkım yok. Biraz sonra yatağıma uzanıp mışıl mışıl uyuyacağım. Tepkim sadece yazımda kalacak..

Sunday 19 July 2009

00.00.1979

Dün gece saat 00.07 sularında Zeliş’ten gelen mesaj 30 yıl önce doğmuş olduğumu hatırlattı. Günleri sevmediğim bilinir ama kutlama mesajı çok sevdiğim birinden gelince işin rengi bazen değişebiliyor. Düğün hazırlıklarında olan, sevgilinin zihni en çok meşgul ettiği bir saatte, benim bile unutmuş olduğum doğum günümü hatırlaması, egoma sunulmuş leziz bir yemek tadı vermekte. Bu dünyalar tatlısı insan tarafından sevilmek, böyle ince ruhlu bir dosta sahip olmak şans değil de nedir? Ki sevilen objenin benim gibi boktan biri olduğu göz önüne alınırsa durumun ilginçliği iki kat daha artmakta. Şunu belirtmeden geçemeyeceğim; burada hatırlanmak önemli değil, klasik otomatik kandil mesajları gönderen bir zihniyetin tezahüründen bahsetmiyorum. Aldığım mesaj doğum günüm olduğunu hatırlatmakla beraber Zeliş gibi hiçbir doğum günüme değişmeyeceğim bir dosta sahip olduğumu da hatırlattı. Burada kutlanılacak biri varsa o ben değil, kendisidir!

Doğum tarihimle ilgili tuhaf bir durumum var. 1979 yılında doğduğuma dair herhangi bir muallak durum yoktu fakat; annemin uzun süre devam eden Юни(haziran)- Юли(temmuz) muallaklı hali (*akt za rajdene’ye bakmak aklına gelmiyor hatunun) devam ettiğinden psikolojimde “sikicem doğum gününü de, ölüm gününü de” babında ağır yaralar açmış olmalı ki bu günlerde bunun tezahürünü yaşamaktayım. Doğum tarihime önem verilmeme hali Bulgaristan’dan Türkiye’ye geldiğimizde Nüfüs Müdürlüğüne kayıt aşamasında da sürmüştür. 2000 yılına kadar doğum tarihi hanesinde sadece 1979 yer alırken, o tarihten sonra 00.00.1979 gibi çok kullanışlı yeni bir formata kavuşmuştur.

- Doğum günün ne Nik?
- 00.00..
- Hıı?
- Şey, henüz doğmadım da..

Daha 15 yaşında bir veled iken kulübümün bana lisans çıkarmak için gerekli belgeleri benden istediklerinde fark etmiştim bu tuhaf durumu. Günüm ve ayım yoktu a.q ! Oysaki lisanslı futbol oynamış olanlar bilirler ki gün ve ayın çok önemi vardır, siz 1 ay sayesinde 1 yıl daha yıldız takımında oynayabilirsiniz. Kulübüm bana Nüfus Müdürlüğünde gün ve ay olarak en son ayı yazdırmamı telkin etti. Ben de haliyle bacak kadar boyumla gittim Nüfus Müdürlüğünün kapısına, bir tekmede kapıyı kırıp odasına girdim, gözleri faltaşı gibi açılmış olan müdüre okkalı bi küfür sallayıp…..hayır, bunları yapmadım tabi ki..nüfus cüzdanıma aralığın son günün doğum tarihim olarak işlemeleri istemeye gittiğimde aldığım cevap hayli hukuki cümbüşlüğü olan bir cevaptı : “ Bunu yapabilmen için anneni babanı mahkemeye vermen gerekiyor, öyle kafamıza göre tarih atayamayız.” Hah! Ulan dümdük madem bu kadar nizamisin, benim kaydımı yaparken neden sadece yıl yazdın? Benim bir günüm ve ayım yok mu? Neden kuralları o zaman işletmedin? Eve gittiğimde bunu babamla paylaştım. Adam bana “ aç o zaman dava” dedi ya! Hah o gün bi kez daha “sikeyim doğum günümü “dedim. Bugün bu konuyu ne zaman babamla konuşsam herif hala ısrarla der ki : “ sen futbol oynayabilmek için yaşını küçültün, bir şeyler yaptın o zamanlar..” Ulan a.q BG’den bu ülkeye geldiğimizde benim doğum tarihimi sadece 1979 olarak yazdırmışsınız ve ben bunun ceremesini hala çekmekteyim. Hiçbir başvuru kaynağında 00.00 formatı yok ki! Muhtarda 19.01, üniversite 01.07, başka yerde bilmem ne..ulan bir sürü doğum tarihim oldu be..bazen ben bile hangisinin doğru olduğunu kestiremez duruma geliyorum.

- Lütfen aşağıdaki forma bilgilerinizi nüfus cüzdanınızda yer aldığı haliyle giriniz
- Doğum tarihi : …eeee 00.00 yok! Boş da bırakamıyorum, bi tarih seç uyarısı geliyor…doğduğum tarihi girip, ok tuşuna basıyorum :
- Hatalı bilgi girdiniz.Girdiğiniz bilgi nüfus cüzdanınızdaki bilgiyle eşleşmiyor.
- Nüfus cüzdanını da başvurunuzu da sikeyim!

00.00.1979 benim doğum tarihim. Doğum tarihi kutlanan ve hediye alan bir adam olsaydım. Bu işten bir hayli karlı çıkabilirdim. 365 gün de doğum tarihim a.q!
Hediyeden söz açılmışken, aldığım en güzel hediyeler çocukluğumda kaldı. Dahi sayılabilecek bir abim var benim. Satırlarımda onu övmeliyim biraz, ne de olsa yüzüne karşı acımasız olmaktan başka bir halt edemem. Adı Rumen Uzunov ( Ruşen ) . Kısacası Ruşka. Yanlış hatırlamıyorsam 1988 yılında Bulgaristan çapında birinci olarak bir Bulgar ile birlikte , devlet tarafından Rusya’ya atom mühendisliği eğitimi almak için gönderilen iki kişiden biriydi. Masterini de yaptıktan sonra, ABD’den çok ciddi teklif almasına rağmen Kozloduy / Bulgaristan’ daki atom santralinde çalışmayı tercih ederek, sakin bir yaşamı tercih etmiştir. (hala oradadır) Bulgarca, Rusça, İngilizce, Fransızca ve Almanca dillerini konuşmaktadır. Türk olmasına rağmen Türkçesi epey kötüdür  Benim için sorun değildir, ağabeylerimden biriyle Türkçe dışında bir dille iletişimde olmak daha eğlenceli. Satranç şampiyonlukları vardır. İyi gitar çalar. Fevkalade karikatür çizer. Bir dönem boks ile ilgilendi. Pink Floyd, Led Zeppelin, Rainbow hayranıdır. Müthiş yakışıklıdır. En az babam kadar yakışıklıdır. Bu ikisinin yanında ben Gerard Deperdeu gibi bişiy kalırım. İki kez evlendi. İlk eşi Rus, son eşi ise Macar idi. İlk eşinden Anuşka diye bir oğlu var. Şimdilerde birlikte yaşadığı Bulgar sevgilisinden de Boyan isimli bir oğlu oldu.
Bana en güzel hediyeleri Ruşka vermiştir. Satranç takımı, gitar, briç destesi, tarih dürbünü, Rus Klasikleri, Einstein kitapları-dergileri … Daha dokuz yaşında satranç ve briç oynamayı, gitar çalmayı ( sadece o dönem çaldım ) o öğretmiştir. BG’den bambaşka bir kültüre, dünyaya geldik. Buraya adapte olmak yıllarımı aldı. (hoş hala adapte olmuş sayılmam) Artık gitar çalamıyorum ama çalabilseydim, en çok çalmak isteyeceğim parçalar Lost for Words-Pink Floyd ve Zombie-Cranberries olurdu.

Son tahlilde artık doğum günü konusunu en azından pratikte netleştirmiş olduk : 19.07.1979. Nüfus Cüzdanımda hala 00.00.1979. Örneğin Turkcell 01 temmuz günü bana doğum günümü kutlayan bir mesaj gönderdi. İçinde de bedava 50 sms, gün içinde kullanmam şartıyla. Ama mesajın gönderildiği saat 22.15 idi ve günün sona ermesine sadece 2 saat kalmıştı, ne komik ! Zaten sallamadım, mesajları da kullanmadım ki o gün doğum günüm de değildi!

Bu yıl en çok doğum günü tebriği aldığım bir yıl oldu. Şaşırdım. Zeliş, Merve Çelik, Jimena, Iliana, Katharine, Nazmi, Cevdet abi, Nesrin abla, Erayço…(günün sonuna kadar daha gelirse başka zaman deşifre deriz  hepsini kınıyorum! 30 yılı geride bırakmış olmayı ayin havasına dönüştürdükleri için.
Gereksiz bir yazı oldu. Yazılmasa da olurdu. Yazıyı Pink Floyd ile bitirelim :

So I open my door to my enemies
And I ask could we wipe the slate clean
But they tell me to please go fuck myself
You know you just can't win


*Doğum belgesi

Edit: Fatoş bana kitap almış, diğer doğum günüme kadar vermesini umuyorum :)

Thursday 16 July 2009

Bulanık Zihin Kusmuğu

Ve ceza, saldırgan için aynı zamanda bir hak ve şeref olmazsa, CEZANIZ EKSİK OLSUN! Nietzsche

Güneş dans ediyordu. Sallanıyor, sallanıyor... Çatıdan düşüp lanet olası kaldırıma çakılmak üzere. Lanet olası! Aah! Isıtıyor...
Başım dönüyor, kusacağım. Olmak üzere. Yağmur başlasaydı keşke. Umutsuzlar ordusunun üstüne. Üstüne üstüne.. Üstüne koca dağ.
Oturuyor bir koltukta kocadağ. Hava sıcak. Güneş kustu kusacak. Burnuna bulutu çekmiş, kokain niyetine..

Küçük kızlar koşuyor bahçelerde. Zaten dün de öyleydi. Güneş sallanıyor, dans ediyor. Hala ayakta ihtiyar. Yanacak dört milyar yıl.
Ellerimden silip Dünya'yı, gökyüzüne kalkıyorum. Ellerim temiz. Ben bir ulu güneşim. Dört milyar yıl yanmak için, açıyorum kollarımı.
Küçük kızlar koşuyor bahçelerde. Ben bir kocadağım. Gencecik..
Ya da öyle sanıyor bu genç. Kollarını kaldırınca birden bir güneşe dönüşecek. Bir ölümden yaşayacak. Sonsuzun bir parçası. Tek parçası. Tanrıya ait. Ya da o.
Dans ediyor, dans ediyor.

Bir tren geçiyor şehrin katısından. Şehrin katısından. Camdan bakınca görürsün. Zaman dönmeyi sürdürdükçe mevsimler değişecek. Yaz sıcağı eğilip bükülmeye çoktan başladı. Bizden uzakta. Pencereden kaçıyor martı.
Bir tren geçiyor gardan. Bir güvercin geçiyor yardan. Kuşlar kalkıyor yerden. Ayağım sıcacık terden. Korusun beterden. Beterden.
"Güneş dans ediyordu." Mavi haplara kur yapıyor. Başım dönüyor. Kusacağım.
Ne uyuşturucu gerekir ne de hatta sert fondip.. Zaten o müzik var ya. Tempo var. Bakın: Güneş dans ediyor.

Memur emeklisi bir kocadağın anası ağlıyor emekli kuyruklarında. Bir bankanın kuyruğu bu. Sallıyor kuyruğunu ve gülümsüyor güneşe. Güneş sallamıyor vezneleri. Parası ona geçmez.
Harcanmışlar yürümeğe devam edecek. Zulüm devam edecek. Deniz devam edecek. Bir gün her şeyi anlayacağız. Ölüm ve yaşam önemini kaybedecek. Umutsuzlar olmayacak. Umut da öyle. Unutmayın: Unut gitsin.

Ağla ve dans et güneşim. Vitaminlerin cebimde, yavrum. Asıl emaneti soruyorsan, o ceplerin arasında. Sakin bekliyor..
Neye ihtiyacın var yar? Kollarını aç. Kolların ışığı toplar. Depolar hücrelerine. Fotosel. Ah zaman, ah ucube! Bana beni geri ver. Ver!
Dans ediyor dans! Daanss! Romans sevgilim romans.
Uydurma tanrılar ayaklarını sürür yerde.. Dünya'nın her yerinden görünen bu şehirde.. Bursa. Bizans. O kültür. O ağırlık, o şefkat, o güç. Ve biz..
Kim o kız?
Güneş dans ediyor kızla. Kız damdan düşmek üzere. Rüzgara uymuş, sessizlikte sallanıyor. Aşağıda toplanıyorlar. Damda deli var. Nesi varmış bu kızın? Memuriyetini elinden almışlar. Karşılığında ne vermişler?
Bekaretini.

Dans ediyor güneş dans! Çatılara çıkıyorlar. Umut ne. Allah. Komünizm. Kapitalizm. Materyal. Madde. Ölüm. Koka. Cigara. Umut. Umutsuzluk. Hüzün. Aradığın ne. Bulutlar mı. Bu kalabalık, bu sessiz ordu nereye yürüyor böyle? Geceleri ürüyor böyle? Söyle! Söylesene, söyle!
Bir ağırlık çöküyor üstüne. Bir umutsuzluk.. Bir ölüm..
Bunlar benim kendi.. dölüm..
Bir yaz gecesinden kalan yapışıklı o terlilik ve boşalım. Yapış yapış nem.
Em! Em!
Ama orada yoksun ki sen! Ah bir bilsen! Bir bilsen..
Gece dans ediyor güneş. Dünya sırtını dönmüş güneşe. Bize onu göstermiyor.
Ve bir tren geçiyor.

"Koltukların birine koca dağlardan biri çökmüştü. Oracıkta çıldırmıştı."
Bok çuvalı..
Hepsi aynı! Aynıyız. Kayıplarda koca bir hiç. Çocukluklarından beri peşlerinden gelen imge: Bembeyaz bir hiçlikte beyaz elbiseli sarı kadın, görünmeyen.
Bembeyaz bir hiçlik olabilir mi? Bembeyaz olmasa olur. Olmasa olur. Olur. İyi olur.
Güneş dans falan etmiyor.
Sert bir dönüş tek yaptığı. Mevlevi dönüşü. Topraktan sana. Sallan. Sallan. İyi bir sevişme gibi. Nereden bileceksin.
Haydi. Yürrüü!
Uzatıyor lastik gibi. Sırtı tutuldu yazmaktan. Kötü olması sorun değil. Yazsın yeter. Belki de ne kadar dağıtırsan o kadar iyidir.
İyi nedir? Saçmasapan cevaplar: Ölüm, hayat, Tanrı, kuku, Kanat, uyum, Doğa, sen. Öyleyse buldum: İyi saçmasapandır. Saçmasapan iyidir.

Bu ülke nasıl benimse, bu şehir nasıl içindeyse, bu Dünya da öyle benim. Benim, kendimim. Yazılarım, şarkılarım. Ben: Senim.
Ağaçlar ve köy. Orada bir köy var uzakta. O köy benim. Bizim. Bizim köyümüzdür.
Umutlarla dolu Dünya. Bütün o şahane pisliğine rağmen, umutlarla.. Pisliği sevdiğimden çok seviyorum umutları. Tüm bütünü. Fotonu, kristali, dağı, kadını, işçisi, fili, pilotu, dili, kili, ateşi, bombası, zoruyla bütün bu tüm bütünü.. Pisliği, boku ve aşkı.. Sevgilerle seviyorum. Nefretim nefretlerle. Denizi kesen bu ufuk. Bizonlar. Kitle.

Sola bak. Devrime. Sağa bak. Çukur. Bazı iyi şeyler de var içinde. Çukurun içinde fareler: Saygıdeğer organizmalar: İnsan leşlerini kemiriyorlar. Adolf Hitleri.. Yukarı bak. Orada O var. Aşağıya: Aşağısı toprak.
Bir Atatürk bakışıyla geçiyorum sokaklardan. Seviyorum sokakları. Kurtaracağım onları. Gençliğe emaneti bu.
Tanrı'ya sığınıyorum: Kendime.. Tövbe!
Ki tövbeni bozsan da gel. Gel. Yine gel..
Ki ben sizim. Serserilerin karındeşen tanrısı. İlahi süvari. Günahkar.
Bensizim..
Bulutlarım. Dans, dans, dans!
Romans.
Romans.

İskeletler kıvrılmış yatıyor kalyonlarda. Kalyonlar Bizans, Osmanlı. Tersane malı değil, insan malı.
Fabrika bacalarının bacak olup kaldırdığı o dev beden.. Medyanın baskı kolları.. Boğuyor bizi. Varsa saflık kayboldu. Yoksa zaten hiç yoktu.
Yanardağ ağızlarının içi kırmızı ve sıcaktı. Saftı. Kırmızı ve sıcak ağızları severim. Kaslı.
Bulutlar geçiyor üstümüzden. Köyler sessiz. Köyler insandan boşalmış. Issız kovboy kasabası artık. Kimse yok. İn. Cin. Top. İki kale maç. Birilerine verilmesi gereken haraç.. Üstümüzde yükselen batıl simge haç.
Halbuki çocuklar aç.
Çocuklar aç.
Kaç!
Kaç!
Kaç!
Kaç!
Kaç!

Ne denli yükselirsek, uçmak bilmeyenlere o denli küçük görünürüz. Nietzsche

Tuesday 14 July 2009

Salaklık Dönemlerimden Pasajlar

Geçmişte yazdığım yazılarımın birçoğuna bugünün penceresinden baktığımda; "bunları ben mi yazmışım" diye hayret ettiğim çok olur. Bazen de öyle yazılar yazmışım ki, tarih ve ben o yazının değerini azaltamıyoruz. Bu yazıda, 'salaklık tutulması' yaşadığım anlarda ortaya çıkan yazılarımdan bazı derlemelere yer veriyorum. Buyrun buradan yakın :

Kapanan Telefon

Bu gece olduğu kadar,karşı cinsten birinin söyledikleri bana hiç bu kadar koymamıştı.
...çalan telefonu(kimin aradığını bilmemin güveniyle) herzamanki sakinliğim ve sıradanlığımla açmışken,konuşma sonrası tam bir hezeyandı.Zaman mefhumu beni artık sınırlamıyordu vede sonsuzluk artık sonsuz değildi.Benim saatimde şimdi bir dakika altmış saniye etmiyordu.

Kalbim inanılmaz acıyor,sanki içinde mangal yapan birilerinin mevcudiyetini anlamamı ister gibiydi.İnanılmaz fiziksel bir acı...acının tüm anlamları vücut bulmuştu bu an...Tanrım bu nedir?Öncü olduğunu bildiğim bu tarifsiz acının artçıları da olacak mıydı?
Sudan çıkmış balığa dönmenin pratiğini mi yapıyordum.Oysa şu ana kadar hep balık olmayı istemiştim...

Gelen bu tarifsiz acı beraberinde tarif edeceğim bir çok yaşanmışlığı da yaşanmamış kılıyordu.Durduramıyordum kalbimdeki sızıyı.Aklım daha önce hiç karşılaşmadığım bu durum karşısında işlevini yitirmişti sanki.Peki sevişme anını ben belirleyemeyeceksem benim şu an şişme bebekten farkım neydi?

Bağışıklığım yoktu.Hiçbir aşı ben mikrobunu yalıtamazdı ki içimden!
...idmansızdım.Daha evvelinde deneyimleyemediğim bu bilinçdışı acının kaynağı neydi?Yoksa Freud haklı mı çıkıyordu?Ya da domine olan kişiliğimin dibe ittiği diğer kişiliklerimden birinin bağımsızlığı mıydı bu?

Kalbim,yumurtadan dışarı çıkma zamanı gelmiş timsah yavrusu gibi göğüs kafesimi kırmak istiyordu.Düşünce denizimde düşünecelerim öylesine birbirine girmişti ki ortada duran deniz fenerinin bir fonksiyonu kalmamıştı.Artık ben farklı bir bendim.Bir insanın aynı nehirde iki kere yüzememesi bu muydu?Savunduğum ve övündüğüm birçok şeyi anlamsız kılıyordu bu sancılı anlar.
İlk defa kendimi bu kadar kontrol dışı hissettim.Aklımın insiyatifi eline alamayışı beni var olan tüm kırıklıklara uğrattı.

...uyuyamıyordum...

Yazdığımın,fiziksel acımın daha da ötesi aklımın acizliğinin idrakındaydım en şiddetlisinden.
...Yazamıyordum...

Acıtmamıştı beni hiçbir ölüm,ayrılık,sevgisizlik ve haz bu akşam kapanan telefon kadar.Kalbimin ağrısı o kadar basınçlıydı ki,sanki aklım koordinasyon yetisini kaybetmiş durumdaydı.İmpulslarım yörüngesiz ve imansız,sanki mahşer telaşındaydılar.Nefesim acıma paralel bir ritimle seyrediyordu ömrümün en uzun akciğer yolunda.

Kendime her 'güçlü ol,rasyonel ol' telkininde bulunuşum aslında kalbimdeki acıya atılan bir katalizörden başka birşey değildi.Hep sevdiğim fakat şimdi,şu anda küfrettiğim karanlık,hiç bu kadar kapkara gelmemişti bana.Dışardaki lanet olası cırcır böceği hiç bu kadar sinir bozucu cırcır etmemişti.Lambanın ışığı beni bu kadar utandırmamıştı baskın yediğim mahrem anlarında bile.
Evet,artık eski ben ölmüştü.Maskem düşmüştü.Kendimi dışardan bu kadar net görebilmek ve güçsüzlüğümü gizlemiş olduğum kamuflajımın görüntüsü acımı kalbimin tekelinden kurtararak diğer organlarıma da nasiplendirmişti.

Acı artık tüm bedenimdeydi.Acıyı hissetmiyordum çünkü onunla bütünleşmiştim.Ben artık acıydım...bedenim umurumda değil,ruhum ise iflas etmiş durumda.

Artık acı yok çünkü ben acıyım...uyuyordum yoksa uyanıyormuydum?

*Bu yazı olayın vuku bulduğu anda,hiçbir biçimsel ve içeriksel kaygı olmadan yazılmıştır ve üzerinde hiçbir düzeltme yapılmamıştır.O yüzden yapılmış olan hatalardan dolayı affınıza sığınırım.

Aşkın İzafiyeti

Ben hiç aşık olmadım ki! Aslında aşkın ne olduğunu da bilmiyorum. Eğer aşk, sevgiliye duyulan özlem yada ayrılıktan dolayı çekilen hasretse, ben, hep olmayan sevgiliye özlem duyuyorum. O sevgilinin yokluğundan dolayı hasret ateşleri içinde yanıp tutuşuyorum. Ama bunlar aşk değil ki. Bu, bas baya özlem ve hasret!

Sahi aşk ne? Bir güzeli görünce yüreğinde duyduğun coşkunluk mu? Fakat bu da duyulan o coşku ve taşkınlık işte! Belki de bu, aşkın bir tezahürü, ama aşkın kendisi değil muhakkak.
Aşk, kadınına, çocuklarına duyduğun sevgi mi? Onlara olan bağlılığın mı? Gerçekten nedir aşk? Bir de aşkın gerçeği ve sahtesi oluyormuş! Çok zaman gerçek aşktan bahsediliyor. İşte bu gerçek aşk! Sevgilinin uğruna canından bile mi vazgeçmek bu? Yollara düşüp avare dolanmak mı yoksa?
Yahut aşk, duyamadığın, açıkça hissedemediğin, bilemediğin bir sonsuzluğun huzurundaki perişanlık mı?

Aslında bir parça hissedilmiyor değil: Sanı veya gerçek; ama bir duygulanım, dolayısıyla bir his az veya çok hep var. Hissediyorsun bir şeyler; bu his, sürekli olunca sezgiye dönüşüyor. Sezgi, nesnel bir bilgi değil. Bilgi, açık kanıt istiyor. Aktarılabilecek açıklık istiyor. İşte buna ermek, çok zor görünüyor. Bilemiyorsun, bulamıyorsun.

Kum Saati

Bir kum saatinin dökülen küçük,minicik kum taneleri gibi hayatımdaki her şey.Birbirini ezip geçmek ve diğer hazneye ötekilerden önce varmak isteyen.Her bir kum tanesinin amacı belli.Saat ters çevrilip de hazneler yer değiştirince ötekilerden daha uzun süre kalmak üst haznede.Ya saat iki kez çevrilirse...

Her bir parçan senin.Bir tanesi acıların belki.Bir kaçı,pek çoğu.Tüm acıların bir kum tanesi kadar yer kaplamakta sende şimdi.Ufalana ufalana erimiş,ama senden de epeyce almış götürmüş bir yerlere.Sana sormadan,hoyratça.

Şu renkli olan tanecikler mi?Onlar senin güzel günlerin.İlk söylediğin kelime,anne deyişin belki,düşük bir ihtimalle baba.İlk adımın,ilk yazdığın kelime,çarçabuk bitirdiğin kitaplar,okullar,mezuniyet törenleri,ilk işin.İlk maaşınla sokak çocuklarına aldığın simitler,balonlar.Ah!Tabi ki ilk sevdan.Yani içten içe sevdiğin ilkokul öğretmenin.Kim bilir...
Bak,diğerlerinden biraz büyük gözükenler var ya.Aslında diğerleriyle eşit olup da onlardan büyükmüş gibi görünenler.Onlar da hayallerin.Ulaşabildiklerin ya da hep hayal olduğunu düşündüğün için bir zaman sonra unuttukların.Yapmak isteyip de yapamadıkların.İçinde kalanlar.Şimdi iyice bak.Büyük mü,değil mi sen karar ver.Hem büyük olsalardı,nasıl devam ederdi bu düzen,akış.Tıkanmaz mıydı onlar yüzünden?

Bunlar da yalnızlıkların.Sürgün gibi dolaştığın,terk edildiğin günler,ya da zaten tek başına olduğun anlar.Nasıl da belli mahzunlukları.Bir gece,bir ayaz,bir istasyon,bir vagon,bir ev,bir yatak.Yalnızdın hepsinde.Hepsinde bir sen vardın,bir de yalnız kaldığın an...

Ne kaldı geriye.Şu en tepede duran mı?Belli değil mi o,gururun.Aşağıda olanlardan habersiz hep orada kalacağını zannediyor sonsuza dek.Ayaklarının altındakiler kaymaya başlayınca yavaş yavaş bakalım ne yapacak.

Siyah olanlar en kötü duyguların.kinin,öfken,kıskançlığın.En uzun birlikteliğinin yaşadığın sevgilinin okul arkadaşı,senin yapmak istediklerinin yapan dostların,patronun,en başarılı meslektaşın,kimselere diyemediğin kuruntuların onlar.Hep gizlediğin ya da yeri geldikçe şakayla karışık ekmek arası yaptıkların...

Sonra şu tanımlayamadıklarım da hep yüzlerini gördüğüm ama isimlerinin ve kim olduklarını bilmediklerim:Otobüsteki biletçi çocuk,bakkalın çırağı,mahallenin en dedikoducu iki kadını,köşe başındaki simitçi,metroda kitap okuyan güzel bayan,her sabah aynı saatte seninle aynı yoldan; fakat ters yönde yürüyenler,kavşaktaki polis,apartmanına yeni taşınan gizemli çift...Hiçbirini tanımasam da hayatının birer parçasıydı onlar!

Dedim ya: Ya saat tekrar çevrilirse ne olacak?Dayanabilecek mi yüreğin bunlara tekrar?İki haznenin arasındaki mesafeyi tekrar alabilecek gücü kendinde buluyor musun?Ne o,yoksa korkuyor musun?Şimdi sana onları yaşayan bir başkasıymış gibi geliyor değil mi?

Fark ettin mi bilmem ama neden kimseyi sevmedin sen?Ya da sevdin de çabucak bitti?Bak sevdalardan söz edeceğime bakkalın çırağı,simitçi çocuk aldı zamanımızı.Doğru kişiyi mi bulamadın?Sana bir sır vereyim mi?Doğru kişi yoktur.Onu sen yaratırsın,sen,doğru kişi sensin,dersen o doğru kişi olur.Bu yüzden kum saati ters çevrilir çevrilmez,birini bul ve sev!Kum saatine inat...

Aşağıya yazacağım iç döküm,sizi ilgilendirmez biliyorum.Edebi bir yönü de yok.Fakat yukarıdaki yazıdan sonra yazmak istedim,nedenini de pek bildiğim söylenemez.

Bugün yine bir ilişkim sona erdi.Artık bu sona ermeler kronik hale geldi.Biten bir ilişki benden neler götürür diye hep düşünmüşümdür.Fakat bulduğum cevap: götürmekten ziyade, bana çok şey kattığıdır.Haklı olduğumu biliyorum, fakat bazen haklı olmak istemiyorum.Daha düne kadar yakışıklım,canım,sevdiğim diyen biri, bugün beni ilgisizlikle suçladı.Ona gayet açıkça anlatmaya çalışmıştım oysa ki!Evet, ben kartlarımı açık oynamayı seven biriyim.Ben bir kadının, bir erkekten beklediği şeyleri bekleyen biri olduğumu söyledim ona.O da bana aynı şeyleri benden beklediğini söyleyerek,kendince tezat bir durumun varlığından bahsetti.Ben, bunda bir tezatlık olmadığını, bilakis aynı şeyleri isteyen iki insanın ortak düşünceleri olduğunu söyledim.Doğal olarak,ilişkinin idamesi bakımından, bir orta yolun bulunmasının gerekliliğinden bahsettim.O ise orta yol bulmak zorunda olmadığını söyledi.Benim cevabım ise net ve açıktı: O zaman sana iyi günler.Yoluna yolcular gelsin.Hayat gönlüne göre versin...

İnsanlar (kadınlar ve erkekler) beni anlamakta zorlanıyorlarmış.İnsan değer verdiği insanı kaybetmemek için savaş verirmiş...Ben değer verdiğim insanları kaybetmekten korkarım, fakat kaybetmeyi de göze alabilen biriyim.Hiçbirşeyi tanrılaştırıp,müptelası olmuyorum diye duygusuzlukla,aykırılıkla suçlanıyorum,yargılanıyorum.Ne istediğimi bilmemekle fikir dünyamda yalnız bırakılıyorum.
En çok yüzüme vurulan şey ise; onlarca kadın hayatıma girdiği halde hiç sağlıklı,uzun soluklu bir ilişkimin olmamasıdır.

Evet,kadınlar başlarda benden hoşlanıyor.Onlarla ilişki kurmakta zorlanmıyorum.Ama ben sevgiliyi sevmek noktasında ihtiyatlıyım.Daha doğrusu onu pek beceremiyorum.Nedeni ise bariz;yukarıdaki örnek bir tanesidir.Klasik ve popüler sevgili tipi değilim ben.Kadınlar klasik sevgili tipine,kalıbına sokmaya çalışıyorlar beni.Peşlerinden koşan,haklı da olsa alttan alan,her zaman duymak isteyeceklerini söyleyen,24 saat onlarla beraber olmak isteyen,tüm ilgisini onlara yönlendiren,hayatını onlara göre şekillendiren biri olmamı istiyorlar.Ben böyle biri değilim,olamam da!En azından öyle olmadığımı düşünüyorum.Ben özgün,kendi olmaktan hoşlanan,kendimi bulmaya çalışan biriyim.Ve beni bu halimle sevecek bir kadını istemek de hakkım.Bu mükemmelliği arayış değildir.Karşımdaki kadın beni,onunla ilgili verdiğim şeylerden(sevgi,ödün,hediye,zaman,iltifat vs.) ötürü değil de, "beni sevdiği"için sevmeli.Tıpkı annem gibi,tıpkı dostum gibi.

Evet, bir ilişkim daha sona erdi.Yalnızım, bunu uzun zaman önce öğrenmiştim oysa ki!Ama yine de sevmek ve sevilmeyi istiyor ruhum.Aklımla bunu engellemem,çok çabalamama rağmen, mümkün gibi görünmüyor.Bunca yıldır,bunca insanla beraber olmama rağmen benim hiç “aşık” olmamamı anormallikle bağdaştırıyorlar.Yani ben ya normal biri değilim ya da "doğru kadın" karşıma çıkmamıştır.Doğru kadın,her ne demek ise?O kendince ve 3. kişilerce doğru kadın olsa da, eğer ben onu doğru bulmuyorsam onun doğruluğunun benim için ne önemi var ki?O'nu doğru yapan benim!
İçimde bir boşluk var,canım yanıyor.Bu ilişkilerim bittiği için değil.Hepsine saygım var.Kendimi tanımamda bana yardımcı olmuş kadınlardır hepsi.Hepsine mutluluklar dilerim.Benim derdim onlarla değil,kendimledir.Bu boşluğu doldurmak için ne yapmalıyım? İçeyim mi,yazayım mı,kariyer peşinde mi koşayım,eğlenceye mi dalayım?

Evet canım sıkılıyor.Akıllı ve yakışıklı olmam beş para etmiyor.Kadınlardan uzak durmamam için bir sebep de göremiyorum.Evet hepsi aynı değiller.Ama ben kendimi bu teselliyle avutmaktan bıktım usandım.Artık öyle olmadığını somut olarak görmek istiyorum.
Yalnızım,kendimleyim.Kendime aşık olmaktan korkuyorum!Duygularımı konrol edebilen biriyken aklımı kontrol etmekten acizim.
Yalnızım...


Yare

Ellerim üşürdü, üşürdüm.Tüm vizelerin,raporların ve de ödevlerin sıklığına inat seni düşünürdüm.Bir sensizlik kaplardı içimi beni böyle görmeni istemezken,inan üşümezdim .Senin yanında gibi aynı,delikanlıydım soğuğa karşı uzun kıs gecelerinde 21 aralık dahil...Hayallerim vardı benim.Zaferler getirecek yıkılacak ve tekrar kurulacak hayallerim vardı.Senin yanında korkmazdım depremlerden

Hayatın bir amacı,bir gayesi vardı ve şimdi bir sensizlik kaplıyor odamı, inan karanlık.
Yağmurları severdim.Şu sıcak bahar yağmurlarını,büyük şehirleri alt üst eden, altını üstünü karıştırdığın yağmurları severdim.Öyle ev rahatlığında izlemeyi değil,hissetmeyi isterdim,ıslanmayı,severdim.Korkmazdım,hasta olmaktan.Ama şimdi sen başka memleketlere yağıyorsun-ki benim memleketime kar yağar genelde-sıcak sıcak gökkuşağına sebep bir anlam taşıyorsun en basiti bulutlarında.
Peki yağdığın yerde seviyor mu insanlar yağmuru benim yağmuru benim seni sevdiğim kadar gökkuşağı olmasa da olur hani ...
Çakardım kibriti şehrin karanlığına inat.Bir ayındık hissiydi bu havai fişek gösterisi misali coşkusu büyük, zamanı bir o kadar az...

Ellerim üşürdü.Daha dün ellerinde terleryen ,sensizliğin duman nikotin sinmiş ellerim.Duman duman olurdu şehir, hiçbir zaman aklıma gelmedi sis ihtimali benden diye düşünürdüm.Ana haber bülteni sonrası hava durumunu es geçerek yapılan bir hataydı bu belki de spor haberlerini kaçırma pahasına da olsa.

Ölemezdim... Her genç kadar, düşünürdüm kendi cenaze törenimin soğuk yüzünü ve her genç kadar isterdim ölmeyi ne biraz fazla ne de biraz az, beceremezdim sensiz ölmeyi bilmeyi.
İlkbahardaki mutluluklara taput olurdu umutsuzluk ilk ilkbahar gömülürdü ben yine veremezdim toprağa.Hep seni bekledim,gelmezdin,gelmeyecektin randevu bile vermemiştin oysa.Ben yine de beklerdim seni her ne kadar sürpriz yapmayı sevmesen de.

Yaza sarkan umudumun taputunu hazırlarken mutsuzluk, ben dimdik ayaktayım, zannetme ki çok güçlü olduğumdan.Eğer gelirsen beni böyle görme diye, üzülme diye, istemem senin üzülmeni yakışmazda sana yakıştıramazdın da...
Birinci ligde kendi halinde bir kent takımıydık,üç büyükler rakibimiz değildi.Sen çıka geldin aniden, o kadar aniydin ki geldin demek yetmedi anlatmaya.ilk haftalar hayallerimiz vardı şampiyonluk gibi mesela.Güvendi herkes sana ama sen bıraktın görevi, sebep bile bildirme gereği duymadan bıraktın ve takım düşmedik küme bırakmadı.

Hayata karşı yapılan son maçtı bu, tribünden biri bağırdı “yapılır mıydı bu be yapılır mıydı”sağ elinin tüm parmakları açıktı ve sallıyordu
Tek başına içilen rakı gibiydi hayat buna sadece bir küçük içilmez
Bir de, büyük ağlanırdı.


Biz Erkekler

Ne diyebilirdim, ya da ne demeliyim ki? Biz erkekler hep aynı değil miyiz? Kadınlarda olan duygular bizde neden yok? Var da bizler mi farkında değiliz. Annelik çok farklı bir duygu olmalı, doğa gibi. Biz erkekler ne işe yararız, diye sorar dururum kendi kendime çoğu zaman. Yanıtını tam olarak hâlâ bulabilmiş değildim. Kadınlar öylesine farklı duygulara sahipler ki. Tatlı bir söz, küçücük bir çiçek bile yetiyor mutlu olmaları için. Ama biz erkekler, bunun bile farkında değiliz.

Egoistiz, maçoyuz ve bununla gurur duyuyoruz. Ne büyük bir çelişki. Bizler çalışıyoruz, sizler, evde oturacaksınız deyip çıkıyoruz galiba işin içinden. Ev işleri sizin, çalışıp para getirmekse, bizim işimiz.
Ama kadınlarımızın da duyguları olabileceğini neden asla düşünmüyoruz? İşten eve döndüğümüzde, her şeyin hazırlanmış önümüze konmasını bekliyoruz. Yemek sıcaksa kızarız, soğuksa yine kızarız. Biraz beklesek soğuyacak ama, bu maçoluğumuza ters gelir. Kadınımız kendini parçalamıştır bütün gün evde, bulaşık, yemek, çamaşır, ütü, genel temizlik vs. Ama, bunları hiç görmeyiz, görmek istemeyiz belki de. Yaptığı onca uğraş için bir teşekkürü bile çok görür, “eline sağlık karıcığım, yemekler harika olmuş” demeyi dahi gereksiz görürüz. Çünkü biz erkeğiz.

Yemek masası kurulduğu gibi kaldırılır kadınımız tarafından, biz hemen yan koltuğa çöreklenir yayılırız. Bir elimizde gazete diğerinde uzaktan kumanda aleti. Mutfaktan yıkanan tabak, bardak seslerini duymayız bile. O bizim işimiz değildir ki. Bir erkeğizdir. Bu bizim işimiz değildir ki. Kaç erkek vardır, yemek masasını birlikte kuran, ya da birlikte kaldıran? O üç beş tabak ve bardağı birlikte yıkayıp kurulayan? Kadınlarımıza bu kadar küçük işlerde bile neden asla destek olmayız.
Karizmamız çizilir diye mi korkarız?

Şimdi bunu yeğenime nasıl diyeceğim ben, tüm bunları nasıl anlatacağım? Nasıl diyeceğim ki, biz erkekler hepimiz zaten böyleyiz diye. Haksız mıydı bana “Siz hepiniz aynısınız” derken? Ve siz kadınlar, bizlere, öyle ya da böyle katlanmak zorundasınız mı demeliyim? Kadınlarımız nasıldır bizim gözümüzde? Ne ifade ederler ki? Uğrunda hapisler yattığımız, hani, tarlada öküzün yanına koştuğumuz, sofrada ise öküzden sonra gelen kadınlarımız. Onlarsız bir hiç olduğumuzun farkında bile değilizdir aslında. Kadınsız bir evin, yapraksız bir ağaç gibi kuru ve çirkin olduğunun bilincinde bile değilizdir.

Ve ben, şimdi böylesine çaresiz, yüreğinde tarifi olanaksız acılarla bana gelen gencecik yeğenime nasıl anlatayım tüm bunları? Beni anlar mı, anlayabilir mi? Sanmıyorum... çünkü biz erkekler onlara hep yalan söyledik, söylüyoruz. Onları aldattık, aldatıyoruz. İlk tanıştığımız günlerde çok başka sözler fısıldadık kulaklarına, senin için ölürüm, sensiz yaşayamam dedik. Ya sonra? Sanki bu sözleri söylememiş gibi davrandık, ya da inkâr ettik. Hiçbir sözümüzü tutmadık, zaten olması gereken buydu dedik, çıktık işin içinden. Bazen, oturup kendi annemizi bile düşünmedik, annemizi biraz olsun düşünebilseydik, onu, neden hâlâ bu kadar çok seviyor olduğumuzu anlayabilseydik, kadınlarımızın da birer anne olduğunun farkına belki varabilirdik.
Ana kalbi demiş bilge, neden hiç “baba kalbi” dememiş hiç kimse?
Ana kalbi başkadır, tarifi yoktur ki...

“Vaktin birinde, köyünde çobanlık yapan genç adam, köyün ağasının kızına aşık olur. Ağa duyar, bunu ama ses çıkarmaz. Kızı da sevmektedir galiba genç çobanı. Ağa bir plan yapar kendince, genç çoban, yaşlı anasını çok ama çok severmiş. Çobanı karşısına alır ağa, “Genç adam, kızımı severmişsin ama, benim ağır bir şartım vardır. Kızımı alabilmen için bana, ananın sıcak ve canlı kalbini getirmelisin ki kızımı sana vereyim” der. Düşüncesi farklıdır ağanın, çoban, anasını çok severmiş ya, istediğimi yapmaz, yapamaz, böylece ondan kurtulurum, demiş, öyle düşünmüştür.
Ama, ağa yanılmıştır ne yazık ki. Ağanın sözlerini duyan çoban, fırtına gibi çıkar odadan, koşar anasının yanına. Yatırır, tek söz söylemeden keser anasını, çıkartır göğsünden, yaşlı sıcacık kalbini anasının, alır eline ve, geldiği hızla yollanır ağanın yanına doğru. Hızla koşarken birden, ayağı takılır bir yerlere, kapaklanıyorken yüzü koyun toprağa, fırlar elinden, anacığının, canlı sıcacık kalbi havaya. Ve bir ses duyulur, havada uçan yaşlı sıcacık ana kalbinden, “evlâdım bir yerin acımadı ya!”.

Bu, anamızın, kadınımızın, o sıcacık kalbidir, bizlere seslenen...
Biz erkekler bunu görmeyiz, hissetmeyiz ve duymayız bile.
Çünkü, Biz erkeğizdir!..

Monday 13 July 2009

fenomeno R9

Bu adamı seviyorum. Luiz Nazario Da Lima Ronaldo, fenomeno, yani orijinal Ronaldo! Tartışmasız dünyanın gelmiş geçmiş en iyi golcüsü. C.Ronaldo dan şişirme bir fenomen yaratıldı. Bu aralar rüzgar ondan yana esiyor. Ama ne C.Ronaldo, ne İbrahimovic, ne Kaka, ne Messi ve ne de diğerleri Ronaldo ile boy ölçüşemezler. Bu adam sadece dünyanın en iyi golcüsü değil aynı zamanda en iyi futbolcusudur: felç eden hızı, öldürücü tekniği, futbol zekası, gücü, hava toplarına hakimiyeti, frikik ustalığı, uzaktan şut atma özelliği, her iki ayağını da etkili kullanabilmesi, çalım dehası ve üstün yeteneklerin bir kişide bir arada olduğu ender futbolculardan biri, belki de yeganesidir. Ronaldo demek inanılmaz (incredible) goller demektir. Oynadığı her takımda gol kralı olmuştur (sakatlık nedeniyle Milan hariç) : Cruzerio, PSV Eindhoven, Barcelona, Inter, Real Madrid…dünya kupalarında en çok gol atan futbolcudur. Katıldığı her organizasyonda kral olmuş bir futbolcu. FIFA ve UEFA tarafından 3 defa dünyanın en iyi oyuncusu seçilmiştir. Altın Ayakkabılar, dünya şampiyonlukları, lig şampiyonlukları, Uefa şampiyonlukları, Copa America şampiyonluğu,Olimpiyat madalyaları, Kıtalararası Kupa, Süper Kupalar… Bir insanın yaptığı işi sevdiği sürece en büyük engelleri bile nasıl aşabileceğinin en büyük timsallerinden biridir Ronaldo. O’na sadece bir futbolcu gözüyle bakmak haksızlık olur. Futbolu sevmeyebiliriz, futbol hakkında hiç birşey bilmeyebiliriz ama Ronaldo kesinlikle sadece futbol demek değildir. Çok iyi bir sporcu olmasının yanı sıra o bir sanatçıdır da aynı zamanda. Diğer futbolcular gözlerimize masaj yaparlarken o aynı zamanda ruhumuza da masaj yapan bir futbolcudur.


Üç kere çok ağır dizinden sakatlıklar yaşamıştır. Futbol hayatının 3-4 yılını bu ağır sakatlıklar yüzünden kaybetmiştir. Hiç kimse onun gibi ciddi sakatlıklar ardından geri dönüşler yapmayı başaramamıştır. Van Basten devam etmek için risk almamıştır. Şimdi siz bu adama bitti diyebilir misiniz? Tüm dünya futbol hayatı bitti derken , o üç kez geri gelmiştir. Comeback kavramını değiştirdi bu adam!

İmitasyonu olan C.Ronaldo ile kıyaslıyor futbol yoksunu zekalar. C.Ronaldo’nun bu kadar popüler olmasında Ronaldo’nun büyük isminin payı büyüktür. Bizim kulüp başkanları futboldan azıcık anlasalar, Guiza gibi 3. Sınıf çöplerle vakit kaybetmektense yaşayan bir efsane olan Ronaldo’yu takımlarına getirmeye çalışırlardı…hangi takımda oynarsa oynasın, böylesine büyük bir futbolcuyu seyretmek herkes için müthiş bir keyif. Teşbihte hata olmazdan yola çıkarsak, eğer futbolun bi Tanrısı varsa,o, kesinlikle Ronaldo’dur! Bitti denilen, 'fatboy' diye alay edilen Ronaldo şimdi ülkesinin en büyük kulüplerinden biri olan Corinthians için ter döküyor. Kaç golü olduğu takip edemiyorum artık, sanırım 15 golü aştı. Guiza tüm sezonda 10 gol mü atmıştı? Kapak olsun fatboy’un bu performansı herkese. Sadece topun filelerle buluştuğu gollerle ilgilenmiyorum (ki Guiza bunu bile beceremiyor). Ben golün hazırlanışı, estetiği, güzelliği, tekniği, zekası, seyir zevkiyle ilgileniyorum. Ve dünyada bunu Ronaldo’dan daha iyi yapabilen başka kimse yok. Dün youtube'a girip baktım, adamım ne yapmış diye. Son maçında hat-trick yapmış. Videosunu seyrederken inanın duygulandım. Corinthians oyuncularının, taraftarlarının yüz ifadelerini görmelisiniz. Yaşayan bir efsane onların takımında oynuyor. Topu onunla buluşturduğunuzda %90 gol olacağını bilmenin verdiği hissiyatı tahmin edebilir misiniz?
2010 Dünya Kupası yaklaşıyor. Böylesine büyük bir futbolcuyu son kez bu kupada seyredebilmeyi umuyorum. Ne Fabiano, ne Robinho, ne Pato, ne de Adriano onun alternatifi olamazlar. Bu fatboy şu anda Corinthians’ta çok iyi bir sezon geçiriyor ve 2010 Dünya Kupasında yer almak için ne kadar çok çalıştığını da biliyorum. Onsuz bir 2010 kesinlikle renksiz olur.

Onun olduğu yerde C.Ronaldo ve diğerleri ancak figüran olabilirler.
Vamos Ronaldo R9

Thursday 9 July 2009

Böyle Buyurdu Nik

Uzun bir yazı olacak; formdayım. Bir kadeh içki alıp geçin okumak için ekranın başına. Kıyafetlerinizden de sıyrılın; çırılçıplak kalın. Aa, önyargılarınızı da çıkartın. Çıplak kıçınızla sandalyeye oturduğunuzda hissettiğiniz serinliği, önyargısız zihinle, yazımda hissedebilmelisiniz. Hakaret, argo, küfür, küçümseme, aşağılama, böbürlenme vs. gibi kavramları atın “geri dönüşüm kutusu”na. Böylece daha sonra onları geri getirebilirsiniz. Dönüyor dünya…

Altı yılımı geçirdiğim üniversitem bünyesinde yerleske.net adında öğrenci sitesi vardı. Oranın köşe yazarlarından biriydim. Orada uzun, ağır ve ciddi bir dille yazmaktan dolayı eleştirilirdim. O dönemde, yine asi olmama rağmen, argo dilini pek sık kullandığımı hatırlamıyorum. Özgür, dinamik, fonksiyonel ve yaşayan bir siteydi. Ufkunuzu açan, sizi devamlı geliştiren; yazar arkadaşlarınızın ve site üyelerinin yazılarını merakla takip ettiğim güzel bir platformdu. Şu an site çevrim dışı : “under construction”. Bu konuya neden değindim.. hah artık adult materyaller, bol küfürler ve argo dil içeren yazılar yazıyorum. Bu tarzı ,son dönemdeki ruh halime daha uygun buluyorum. Sert, patlamalı, gerçekçi ve diyalektiği olan yazılar…Yazılarımı çok kişinin okuduğunu göremezsiniz. Çok yorum yapıldığını da. Bu benim çükümde mi? Elbette hayır! Küçük çaplı okuyucu kitlemle etkileşimimiz gayet verimli. Hakaret içeren mailler de övgü içeren mailler de alıyorum. Doğrusu ikisiyle de ilgilenmiyorum. Noktalı virgülü yanlış kullandığımı söyleyen biri daha değerlidir. Eleştiri, ister yapıcı ister yıkıcı olsun: eleştirin kardeşim! Eseri yorumlayın. Eser sahibi boktan bir dünyanın boktan bir parçası nihayetinde. Yerleşke’den söz açılmışken üzerinde durmak istediğim bir nokta var. Orada müthiş insanlar vardı. Okuyan, yazan, eleştiren. Ben yurtdışına giderken 2005’te, fanzin dergi çıkartma projesi vardı. Yazılarımla, çalışmayla destek veremiyecek olsam da mali destek verme sözü vermiştim. Sonrasında birçoğuyla irtibatım kesildi, projenin akıbeti hakkında da net fikrim olmamakla beraber, iptal edildiğini biliyorum. Yerleşke'den iki değerli arkadaşımı ifşa ediyim (diğerleri darılmasın): iyi bir yönetmen olma yolunda hızla ilerleyen mantisfilm ve çok yakın bir süreçte profesyonel bir yazar olacağına inandığım endless. İkisiyle de gurur duyuyorum.
Yazım ana bölümler olarak Dünya, İş, Eş ve Din ekseninde devam edecek. Tabi bu ana bölümlerin içinde tali konulara dallanıp budaklanıcaz elbette. Uzun bir yazı olacak derken ciddiydim. Ben biramı açtım bile. Keyfini çıkarın.

Dünya

Her girdiğimiz yeni asırda, bu siktiğiminin dünyasını daha yaşanır kıldığımız masalından bıkan yok mu aranızda? Modern dünya, iletişim çağı, teknoloji çağı, küresel köy…Ulan dünya olarak daha Bosna’nın, Afganistan’ın, Irak’ın, Filistin’in acılarını saramamışken Uygurları öldürmek de nerden çıktı? Kıtadan kıtaya sirayet eden bir kısır döngü mü lan bu? Küresel bir savaşın eşiğindeyiz , ama herkes buna demokratikleşmenin sancıları olarak bakıyor ya da bana öyle geliyor. Dünya barışı, evrensel değerler, gönüllü kültür ve barış elçileri…Zifti asfalta dönüştüren bir silindir gibi tüm bu değerlerin üzerinden hep birlikte geçiyoruz. Bir sokak köpeği öldürüldüğünde dünyayı ayağa kaldıran kahramanlar nerde? Nerde barış gönüllüsü sanatçılar? Boktan bir futbol muhabbeti için program başına milyarlar alan dingolar nerde?

Bizler götü sağlama almaya devam ededuralım ; önemli olan önce milli menfaatler , sonra holding sahiplerinin, son tahlilde de kendimizin çıkarlarıdır. Zaten hep susmadık mı? İşimizi, makamımızı, eşimizi, dostlarımızı , canımızı kaybetmemek için hep sustuk. Söyleyeceklerimizle dalga geçilir diye sustuk. Notumuz kırılır diye sustuk. Taciz edildik, sustuk. Tecavüze uğradık, gene sustuk. Hayatlarımız çalındı, sustuk. Politikacılar bizi kandırdı, gene sustuk. Susmayı bilmenin erdem olduğunu bildiğimizden olsa gerek. Dünyayı foseptik çukuruna döndürmüş ve hergün içine sıçmaya devam ederken, hala polyanna hafifliğinde yaşayan nebati beyinlileri anlayamıyorum. Direkt adres vermiyorum ya, kimse nebati beyinli olduğunu üzerine alınmaz. Güzelliği-yakışıklığı, iyiliği, nezaketi başkalarına bırakabilirler ama aklı asla! Ve bu tip beyinlerin her zamanki kaçış argümanı şudur : “herkesin kendi doğruları vardır”. Siktirin gidin be ! Doğrularınıza sokayım. Kıçı kırık 2 sınavı geçtiğiniz, masa başı işe sahip olduğunuz, herkesin okuduğu kitaplardan bi düzüne okuduğunuz için doğrular türetebileceğinizi mi düşünüyorsunuz? Gömülün mutlu dünyalarınıza. Dünyanın sadece sizin için yaratıldığını düşünerek hareket edin. Boş su şişesini arabanızın penceresinden dışarıya atın. Belediye çalışanlarının işi ne, di mi? Ormanlık alanlara gidin ve oraları sikipbırakın. Buna hakkınız var, siz bütün hafta boyunca çalışan, vergisini ödeyen bir vatandaşsınız, hem de dünya vatandaşı! Toplu ulaşım araçlarına, toplu işlem yapılan merkezlere hiç değinmeyeyim:

- Memur bey, şu yeşilli arkadaş sıra kaynatıyor.
- Geçin yerinize amınakoyim. Bütün gün sizin gibi adamlarla uğraşıyom ben.
- Ulan dallama, sen bizden kesilen vergilerle maaş alan bir memursun lan, sadrazam değil!
- Hasta etmeyin lan adamı, sen kimsin ki benim maaşımı ödiycen…

Memleketimden hayvan manzaraları. Buna benzer bir sürü örnek daha verilebilir. Misal polislerin sanki halkın üzerinde yer alan “üst insan” larmış gibi ortalarda dolaşmaları. Dallama bir valinin, MTA için çalışan bir mühendisi kıyafetinden dolayı herkesin içinde “türk milleti”(!) adına azarlaması. Başbakan osurursa, vali neden sıçmasın di mi?

Amerikan siyasetinin tüm karanlığını renginde saklayan Obama’nın da a.q. Bu herifi, cinnet geçirmiş yığınlar gibi, dünya için yeni bir umut, çakra olarak ilan etmemiz pek manidardır. Kenya-Konya-İslam üçgeninde kendimizden biri yaptık herifi. Amerikayı öcü gibi gören tüm ülkeler şimdi herifin taşaklarını öpmek için davetler gönderiyorlar. Dünyada yerlerde gezen Amerikan imajını iyileştirmek için en iyi yöntem seçildi : Obama. Yani bizdeki “çük Emrah”. Mazlumların ve ezilen siyahların sesi. Çoksesliliğin ve çokrenkliliğin (şimdi götümden uydurdum, dünya siyasetine hayırlı olsun) sembolü. Yazımı Michael Jackson ile noktalıyacam. King of The Pop! Az buçuk dinlemişiliğim vardır ama seviyorum denemez. Afrikada, sanat için bir çocuğu açlıktan ölüme terk eden fotoğrafçının hissettiğinden daha fazlasını hissetmiyorum Jackson için. Bizimkiler adamı yakında peygamber de ilan ederler. Yeni yetme züppelerin, daha bir şarkısını bile dinlemedikleri halde, komün bir taziye havasına bürünüp yas tutmaları pek manidardır:

- Aga duydun mu, Maykıl Ceksın ölmüş?
- Yapma ya, Allah rahmet eylesin moruk.
- Abi toplanalım da şarkıları eşliğinde yad edelim abimizi.
- Ok hoca, biralar benden…
- Lan Mahmut, aklıma gelmişken sabah senin hala ölmüş oğlum
- Kanserdi be abi….hadi geç kalma, 2-3 paket sigara da al..si yu

İş


Holding ailelerinin bir üyesi değilsek eğer, yaşamımızda zamanımızın çoğunu işimizle geçiririz. İşimiz önemlidir. Faturaları ödeyebilmek, karımızı/metresimizi/sevgilimizi elimizde tutabilmek, arabamızın modelini yükseltebilmek için önemlidir. Günümüzde, severek çalışacağın bir işe sahip olmaktan ziyade, iyi-kötü bir gelir elde edeceğimiz bir işe sahip olmak önemli hale gelmiştir. Küresel kriz, işsizlik bunlar tam bi son of a bitch tezgahı! Papyonlu ekonomi palyaçolarının ekonomik vaazları ile kafaları tütsülenen iş adamları ile sacın diğer ayakları olan hükümet, medya işbirliği tarafından kasıtlı oluşturulan işsizlik havuzundan şırıngayla su çekilen süreçlere “ekonomik kriz” diyoruz. Burada ekonometrik analizler yapacak değilim, sallayın çükünüzü bir sürü prof.,uzman var. Hükümetin elinde “girse kesin gol” gibi son derece sağlam bir dayanak var:

- Dünyada bir kriz var a.q. Biz her şeyi doğru yaptık. Bizim dışımızda gelişen bir maliyeti bize yükleyemezsiniz.

Ulan a.q. dümbüğü sen, zaten yokları oynayan, zar zor geçinen halkına bu maliyeti yüklüyorsun ya? Senin ülkende değil mi bir öğretmenin geliri bir polisten daha az olan? Senin ülkende değil mi emekliler kuyrukta, yoksullukta çile çeken? Senin ülkende değil mi sermaye sahibi ibnelerin karları %100 ü aşarken gıkı çıkmazken, şimdilerde vergi indirimi için ağlayan, şirketine, kendisine o paraları kazandıran iş arkadaşlarını kapı dışına koyan? Bu amınakoduğumun çocukları ülke bu zor durumları yaşarken hiç karsız çalışsalar bir süre olmaz mı? Yatlarındaki seks partilerine, metreslerine aldıkları hummer’lara ara verseler olmaz mı? Holdinglerin kokoş först leydilerini yardım, sanat çalışmalarına göndermeniz birçok insanın gözünü boyayabilir. Ulan sikik bir topluluk olan TÜSİAD zımni ultimatomlar veriyor bu ülkenin hükümetine be, kimsin lan sen? Kimse kimseye ekmek, aş falan verdiği yok! Bu kelimeyi kullananlara da ifrit olurum. Çoğu alınlarının teriyle, çalışarak, didinerek belki de hak ettiklerinden azını kazanıyorlar. Öyle holding , fabrika sahiplerine örtülü örtülü “binlerce insana ekmek veriyorlar” desteği çıkmanın bir manası yok. Çalışanlar dilenci veya köpek değiller. Kimse kimseye ekmek vermiyor; herkes ekmeğini taştan çıkartıyor!

Biraz sakinleşelim. Biralar da bitti a.q. Saat 00.50 bu saatte bira da bulamam. Kaçımız istediğimiz, sevdiğimiz bir işte çalışıyoruz? Kaçımız gerçekten yapmak istediğimiz bir işi yapıyoruz? Ya da kaçımızın bir işi yok? Öğretmen olmaya hak kazanıpta tekrar bir sınava girilen başka bir ülke var mı merak ediyorum.(öğretmen savunucusu gibi oldum bu gece) Kaçımız istemediğimiz bölümlerde okumak zorunda kaldık? Kaçımız kendimize en uygun olan işin ne olduğunu biliyoruz? Örneğin ben felsefede doktora yapmak istiyorum ama yapamıyorum, neden? Çünkü sayısal alandanım, başka fakülteden mezunum ya. İyi de nesi engel ki bunun? Her satır arasında sövmek de istemiyorum. Demokrasi, liberalizm, özgürlük cığırtkanlığı yapanlar aslında özgür olmadıklarını ne zaman anlayacaklar çok merak ediyorum. Postmodern kölelik dediğim şeyi burada tekrar etmiyim, şurdan bakın.



Burada eş kelimesini sevgiliyi, partneri, eşi kapsayan geniş anlamında algılayın. Yani karşı cinsle muhtelif derecelerdeki ilişkilerimizi kastediyorum. Ben de bir erkek olarak, karşı cinsim olan kadına yüklenicem elbette. Herkes kendini savunsun. Altta kalanın canı çıksın. Geçme Namık Kemal köprüsünden…Ben kendi eşime sesleniyorum :

Herkesin gördüğü yüzünü değil, tersini istiyorum senin... Görüneni değil görünmeyeni, istediğini değil istemediğini, verdiğini değil vermediğini ver bana... Yaprakların güneşte parlayan cilalı tarafını değil, altındaki matlaşmış yüzeyi; ay çiçeklerinin hep güneşe dönen yüzünü değil, hep yere bakan tarafını; utancını, korkularını, çirkinliğini istiyorum senin... Vahşi, ilkel, karanlık, korkunç, kıskanç, bencil tarafını istiyorum; çünkü gerçek sen busun! Bunu asla anlamayacaksın biliyorum; çünkü ona dayanamazsın, gerçek seni görmeye dayanamazsın; soğan gibi kat kat kalın zırhların içine gömersin onu... Giyinirsin, kuşanırsın, boyanırsın ama gizlediğin, görmek istemediğin o hilkat garibesi, o -şey- hep oradadır.

Şimdi bana, sevgiden yoksun, yüreği katılaşmış, uyuz herifin teki olduğumu söyleyeceksin. “Sen pis bir domuzsun” da diyebilirsin. Bunu bildiğimi yadsıyamayacak kadar çok yaşadım; ve tamamını görebilecek kadar uzaklaştım indiğim dağdan... İçindeyken, yaşadığın dağı nasıl göreceksin?

Seni, bir domuz olmaktan alıkoyan şey nedir? Arada sırada da olsa; sevdiğini, aşık olduğunu, onu arzuladığını düşünmek ve üstelik bir de, bunu düşündüğünü biliyor olmak mı? Eğer böyleyse, -bu gerçekse- sana domuz demek, domuzlara hakaret olur; bir pisliksin demeliyim; çünkü domuzlar, aşkı-sevgiyi içgüdülerine uyarak yaşarlar ve senin gibi, “Sevgi istiyorum! Aaah! Seviyorum!” kalpazanlığını sonsuz kere tekrarlamazlar.

İstersen başından aşağı bir naylon poşet geçirip, boynundan sıkıca bağla... Biraz sonra, “Oksijen! Oksijen!” diye çırpınmaya başlayacaksın. Normalde hiç farketmediğin, sıradan bir şeymiş gibi nefes alıp verdiğin bir maddenin, bir anda “en önemli şey” olmasını nasıl açıklıyorsun peki? Veya medeniyetten uzak çam ormanları arasında, ciğerlerine derin bir nefes çekip, “oooh!” diye rahatlamanı? İşte sevgi de böyledir; onu farkettiğinde ya ortadan kaybolmuştur ya da zevk sarhoşu olduğun için adını söylemek aklına bile gelmez. Şerefine!

Din

Son bölüme geldik. Bilincim kapanmadan tamamlasam iyi olur. Alkollüyüm ya, bu halimle din hakkında yazdığım için çarpılacağımı düşünenler müsterih olsunlar. Ben zaten çarpığım, normal bir adamın zoru ne ki bunları yazsın?

Tanrı’ya, puta, taşa, ota, boka ve envai şeylere inanlara bişiy dediğim yok. Keza ben de “az sonra bi bira daha içeceğime” inanıyorum. Benim dinim çok pratik ve basittir : “kendine yapılmasını istemediğin birşeyi başkasına yapmamak”. Günlük hayatımızda yerine getirilmesi çok basit olan, kafa karıştırıcı, sistematik unsurlar bulundurmayan; benim gibi gerizekalılar için dizayn edilmiş işlevsel bir yöntemdir. Büyük inananlara bakıyorum da ; namaz kılıyorlar, hacca gidiyorlar, sakallarına-sıkmabaşlarına dikkat ediyorlar, dualar ediyorlar vs. Görünürde her şey mükemmel. Müstesna şahsiyetler hepsi. Kendi dininden olmayana , hatta dini olmayana gayet de hoşgörülüler. Bir yerlerde yanlış şeyler, kötü şeyler yapıldığında “inanan biri böyle yapmaz, inansaydı bunu yapmazdı” gibi laflar etmezler. Din dışı kişiler için fetvalar vermezler. Hoşgörülü, naif, sıcak, anlayışlı, saygılı, yeni fikirlere açık harika insanlardır onlar. Dünyada yeşeren tüm güzelliklerde onların sidikleri, kötülüklerde ise inanmayanların zehirleri vardır. Nah! Bu yazdıklarıma onlar bile inanmadı.(kendimi kategorize etmek zorunda değilim, o yüzden böyle yazdı öyledir gibi şeylerle kafanızı sikin, serbest)İki de bir kitap böyle diyor, peygamberin sünneti bu, bilmem hangi hoca efendinin osuruğu okunmuşmuş vs demeyi kesin..bunları bir geçin, sen ne diyorsun sen!? Kendi düşüncen, fikriyatın yok mu senin? Hangi dinden olursan ol, neye inanırsan inan ok ama ortak yaşam alanını senin inançlarına göre şekillendirme, senin anlayışına göre, kitabına göre düzenlemek..hah orda dur bakalım. Ne zaman ki kendinizden olmayana gerçekten hoşgörüyle bakmayı öğrenirsiniz, ne zaman “ aa o yaptı çünkü inançsızdı” zihniyetini terk edersiniz, ne zaman inanan-inanmayan, Müslüman-Hiristiyan çetelesini tutmayı bırakırsınız o zaman ortak platformda buluşulabilir. İnancınızı inandığınız şeyle yaşayın bizle değil. Herkes inanmak zorunda değil. İnanmayan birine karşı en ufak önyargısı olanın inancından şüphe ederim ben. İnanç için insan öldüren, insan lekeleyen, iftira atan, cezalandıran, yargılayan kişiler foseptik çukurundaki farelerden farksızlar. Cemaatlerde, ayinlerde neler döndüğünü de biliyoruz. Sizler hoca efendilerinizin eteklerini öpmeye devam edin ama sakın bunu telkin etmeye kalkışmayın. Önce insan olmak, sonra din! İnsan olmamızı sağlayan şeyin din olduğu yanılgısına da düşmeyin. Sen insanlığının kaynağını dinden alıyorsan, iyi insan olmak için dine ihtiyaç duyuyorsan zaten boka batmışsındır.

Ezana da karşı olduğumu bu vesileyle ifade ediyim. İnanan-inanmayan birçok insanı rahatsız eden bu uygulama miadını çoktan doldurmuştur. İlk zamanlarda saatin olmaması dolayısıyla çıplak sesle namaza çağrı olarak okunan ezanın günümüzde artık işlevi kalmamıştır. Sizin dilinizle konuşayım, farz değildir, kitapta farz olduğuna dair bir veri yoktur. Her sünneti yerine getiriyor musunuz da komün halinde yaşanılan bir çağda birçok insanı rahatsız eden, uykularını bölen, bebekleri uyandıran bu uygulamayı ifa etmede ısrarcı olursunuz? Dine saygısızlık çıkışıyla da gelmeyin sizi sığ beyinliler. O zaman ben de günde beş kere kendi dinim olan Rammstein’i böğürte böğürte herkese dinleteyim. N’olcak canım, katlanıverin beşer dakikadan…
Beynim sikildi. Artık yatıyorum. İyi uykular.

Edit : Star Gazete, Turkey
Amerikalı pop yıldızı Madonna, Polonya'nın başkenti Varşova'da 15 Ağustosta vereceği konser öncesinde bir grup radikal dinci tarafından protesto ediliyor.

Monday 6 July 2009

Hayat'a

"Düşmüşüm bir çukura canım yanıyor
Yaşasam mı ölsem mi karar vermek zor"


Damarlarımdaki asil kanda sevginin pigmentleri yok!
Ne anlamı kaldı damardan girdiğimiz devrimlerin?
Bitti!Bitişim bitti.
Sonda,en dipteyim.Daha ötesi yok!


“İnsanın kendisine, filozofların ‘galaktik bakış açısı’ dediği bir bakış açısı vardır. Yani insan, kendisine dışarıdan bakar. Bu bakış açısına ‘kozmik bakış açısı’ da denilebilir. Kendinize böyle baktığınızda, evrenin sonsuzluğunda minik bir nokta gibi görünürsünüz. Hayatınız, zamanın sonsuzluğu içinde anlamını yitirir. Günlük uğraşılarınız sıradanlaşır ve altınızda homurdanarak akan ölüm ırmağının sesini duyarsınız. Kendinize dışarıdan baktığınızda ve bunu çok uzaktan yaptığınızda, olaylar anlamını/önemini kaybetmeye başlar. Bu türden filozoflara, yani hayata çok uzaktan bakan filozoflara örnek verilecek olursa; Tolstoy, Nietzsche, Camus, Sartre, Schopenhauer gibi isimler sayılabilir. Bu filozofların ortak noktası, hiç değilse hayatlarının bir bölümünde aşırı karamsar olmalarıdır. Çünkü, hayata fazlasıyla kozmik çerçeveden bakmışlardır. Halbuki, günlük hayatın içine girdiğinizde, kozmik bakış açısından kurtulduğunuzda, yani kendinize dışarıdan bakmadığınızda minik şeylerden keyif almaya başlarsınız. Sohbet etmekten, arabayla bir hafta sonu gezintisinden, piknik sepetinin içindeki soğuk bir biradan, yeşil otların üzerindeki hayatın sonsuz çeşitliliğinden, oltanın ucunda çırpınarak gelen balıktan, güneşin doğuşu ve batışından... Demek ki; bu boktan hayatla başa çıkabilmek için, kendine fazla uzaktan bakmayacaksın, fazla anlam peşinde falan koşmayacaksın.
Bazı şeyleri, Tolstoy’un büyük hayranlık duyduğu köylüler gibi siktiredeceksin gidecek. Bahçeni sulayacaksın ve ortaya çıkan ürün karnını doyuracak... ”

Basit gerçeklikten kopmak için, kendimize hayati yalanlardan kurulmuş bir dünya yaratmaktan başka çıkar yol yok gibi görünüyor. Irvın Yalom’un dediği gibi; “En büyük görevimiz, yaşamı destekleyecek kadar sağlam bir anlam icat etmek ve bu anlamı ortaya koymadaki kişisel katkımızı inkar etmektir...”