Tuesday 30 December 2008

Kadın / Erkek

Görünüşte erkekler ve erkek akıl lehine büyük adaletsizlik var. Daha güçlü, daha akıllı, daha pratik ve diğerleri. Bu sebeplerle yönetimde daha söz sahibi vs vs. Görünen budur. Dünyaya bakın…

Ya kadınlar. Madem bu kadar zayıf ve eksiktiler, şu ana kadar varlıklarını nasıl sürdürebildiler. Diyorum ki, acaba üreme yetisi ondan alınsa (mesela eşeysiz üresek herkes tek başına üreyebilse) bi de karşı cins çekimi falan diye de bir şey olmasa, acaba yok olur muydu? Yokolan bir tür, bir ırk gibi… (Çok fazla yüksekten uçma oğlum Nik, sonra aynı yükseklikten düşersin )

Biraz deşelim. Altından bir şey çıkabilir belki. Hah tamam. Adaletsiz tanrı kavramından girelim. Hani bi fıkra var ya, adam tarlasını ekiyo biçiyo, her şeyi yapıyo, tanrıya yalvarıyor, yakarıyor, ama gene de ürün alamıyor. Sonra bigün soruyo yukarıya, neden olmuyo diye. Gelen cevap:”Kıl oluyorum sana”

Sebep mi lazım. Sebebi yok. Sana kılım diyor. Hadiii… Ne yapsın adam. Hiçbir olasılık yok, daha üst bir mercii yok. Ağzıyla kuş, kulaklarıyla kelebek yakalasa olacak gibi değil. Kıl bir tanrısı var.

Hadi gerçekten bir an için kadın olmanın daha yetersiz bir durum olduğunu kabul edelim. Böyleymiş gibi olsun. Sonra da diyelim ki, ama her enkarnasyonunda kadın değil ki o kişi zaten, böylelikle dengelenir. Ortalama %50 kadın, %50 erkek geliyoruz. Zaten bu oran bir tarafa doğru kayarsa %65 ve üstü gibi, o zaman karşı bir enkarnasyonda, diğer cins gibi hissetme eğilimi doğmuyor mu?

O zaman dengelenmiştir bu konu ve kapanmıştır diyebilir miyiz? Zamanın süreğenliği içerisinde dengelenmiş olabilir. Ama zamanın bir tek anında, şu ‘an’ da, şimdi de dengelenmiş midir? Hayır. Eğer benim şu an, tam şu içinde bulunduğum an, kendi sonsuzluğumu idrak etme olasılığım yoksa, sonsuzluk gerçekten nerededir? Her an, sonsuz olasılık vardır. Bu olasılıklardan biri de benim tam şu an dengenin hazır ve nazır olabilmesini isteyebilmemi sağlar.

Yani bir varlık bağırır; “Hayırrrr, ben bir sonraki dengeyi, bir sonraki adaleti istemiyorum; şu an, hemen, şimdi istiyorum.” Bunu sağlayamayan bir sonsuz, yeterince sonsuz değildir. Her ne istiyorsanız bunu size sunabilmelidir. Ama bazan bunu sunsa bile, göremememiz gayet mümkündür. Şöyle bağırmadığımız sürece; “Hayırrrr, göremiyorum, lütfen onu gözüme sok”

Öyleyse bu işin içinde bir iş var. Madem ki kadınlar görünürde, epey haksızlığa uğramış gibiler, öyleyse görünmeyen bir yerde bir potansiyel olması lazım.

Görünen ve görünmeyen. Anlaşılır olan ve anlaşılamaz olan. Beden ve akıl. Rasyonel zihin ve sezgisel zihin. ‘Veya-mantığı’ ve ‘ve-mantığı’. Sonluların mantığı ve sonsuzun mantığı.

Hep demez miyiz bu kadınları anlamak mümkün değil diye. Acaba anlaşılacak bir şey var mıdır gerçekte? Yin olan kadınlar bir su gibidirler genellikle. Size içi ısındıysa, onu kendinize çok benzer bulursunuz, her şeyi sizin gibi düşünmekte, sizin gibi konuşmakta ve sizin gibi yapmaktadırlar. Çünkü onlar sudur. Sizin kabınıza boşalttıklarında kendilerini, sizin şeklinizi almalarından daha doğal ne olabilir. Su bulunduğu kabın şeklini alır. Ama birgün sizinle olmaktan vazgeçtiklerinde hiç de sizin gibi düşünmediklerini ve davranmadıklarını anlayabilirsiniz. (Allah anlaştırtmasın :))

İşte böyle garip yaratıklar. (der erkekler, diyerek sıyrılabilir miyim acaba) Artık başka birinin kabına dökülmüşlerse onu daha önceden de hiç ‘görmemiş/bilmemiş/tanımamış’ olduğunuzu düşünürsünüz/hissedersiniz.

Erkekler ise yang’tır ve ateştir. Aniden alev alır, güçlü, egemen ve yaratıcı. Tabii dişi kendi ‘su’yunu üstüne döküp ateşi söndürmemişse. Sönse de tekrar yanacaktır. Taa ki, üstüne su’yun dökülmesi yerine, su’yu kaynatmayı öğrenene kadar…

Neden böyledir? Bu özellikler nereden gelmektedir. Belki de şöyle denebilir. Erkekler, aklın erkek yönünü, rasyonel yönünü (sağ beyin lobu) daha çok kullanmaktadır, kadınlar ise aklın dişi yönünü, sezgisel yönünü (sol beyin lobu) daha çok kullanmaktadırlar. Öyle midir gerçekten, ayrıca tartışılabilir. Ama şu aşamada belki şu söylenmelidir. Aynı, bedenin erkek ve dişi olması gibi, aklın da erkek ve dişi olması söz konusudur.

Beden ve akıl birbirinin zıttı gibi çalışırlar. Mesela genellikle, bedensel olarak zıt kutuplarda olanlar birbirlerine çekilirler, ama gene genellikle akılsal (duygusal/zihinsel/ruhsal) olarak aynı kutuplarda olanlar birbirlerine çekilirler. Fizikselde zıt kutuplar birbirini çekerken, ruhsalda aynı kutuplar birbirini çeker.

Şimdi al sana bir tezat. Kadınlar bedensel olarak dişi ve akılsal olarak da dişi akla eğilimli oldukları için ve erkekler bunun tam tersi bedensel olarak erkek ve gene erkek akla eğilimli olduğu için… Ne olur? Birbirlerinin fiziksel çekimlerine kapılırlar (henüz akılsal yön ortaya çıkmadan) ama sonra gene birbirlerini akılsal olarak iterler.

Tabii bu klasik dişi ve klasik erkeğimiz için geçerli. Bin türlü huysuzluk ve anlaşmazlık ortaya çıkar bu durumda. Çiftler geçinemezler. Dünyaya bakın göreceksiniz gene…

Klasik erkek, erkek olmayı sevmektedir. Ne kadar çok ‘erkek’ olursa verimini o kadar arttıracağını düşünmektedir. Bedensel ve akılsal erkek olmak diye bir kavramın, ayrımın da pek farkında değildir. Ama bu düşünce aslında pek anlamlı değildir. Akılsal olarak max. verim alınabilecek durum sürgüyü ne erkek yönüne ne de dişi yönüne sonuna kadar sürmek değildir. Size sürgüyü sonuna kadar sürmüş erkek akıl örneği vereyim. Şöyle bir şey olur; Hört, zört, dediğim dedik; hiçbirşey anlaması, düşünmesi, kabul etmesi mümkün olmayan, her şeyi kontrol etmeye çalışan hilkat garibesi bir yaratık. Güçlü(akılsız/anlayışsız) ve ezen bir yaratık. Tam tersi süper dişimiz de şu; mmmm…. şeklinde sürekli bir ses çıkaran veya sadece susan, her şeyi anlayan, kabul eden, ama herhangi bir şeyi ifade etmesi mümkün olmayan, sürekli ilham gelen ama gelen hiçbir soyut kavramın somutla bir eşleşmesini yapamayan rüyalar aleminde, belki ezilen ama ezildiğinin bile farkında olamayacak kadar gerçekle bağlantısız bir varlık…

Bunların birlikteliğinden nasıl bir şey çıkar artık siz düşünün. Süper erkek akıl ile süper dişi akla sahip birer bireyin evliliği…

İşin komik yanı ise ne kadar erkek veya dişi olacam diye diretip sürgüyü o yana çekerseniz, o kadar yarım kalmanız olacaktır. Kendinizi bir yöne ittikçe o kadar eksik kalırsınız. Sadece sağ beyin ya da sadece sol beyin lobu olan biri gibi olursunuz. Bu da maksimum verim değil olsa olsa minimum verimle kullanılmasıdır aklın. Bu süper erkek ve dişi bir araya gelip süper entegre bile olsalar birbirlerine, ancak bir adet normal insan olurlar herhalde, iki katı değil… (Sol beyin lobu + sağ beyin lobu = bir adet çift loblu beyin

Neymiş, demek ki, bedensel erkek/dişi ile akılsal erkek/dişi eş koşulmamalıymış. Fiziksel olarak bir sorunumuz yok. Birbirimizi çekiyoruz, birbirimizden hoşlanıyoruz. Öyleyse geriye kalıyor akılsal yön. Ondan en iyi şekilde faydalanmanın yolu ise onu dengelemek.

Erkek akıl (rasyonel zeka) veya-mantığını kullanır. Bu mantık der ki; “Bir şey ya A’dır veya A’nın tersi”. Dişi akıl, sezgisel zeka ise, ve-mantığını kullanır; “Bir şey hem A hem de A’nın tersi olabilir” der.

(Tüm klasik bilimler ve günlük hayatta işe yarar her şey veya-mantığı üzerine inşa edilmiştir. Ve-mantığı ise sadece sezgisel olarak ilham anlarında veya meditasyon anlarında ortaya çıkma fırsatı bulabilmektedir.)

Ve-mantığı, bizim günlük hayat tecrübemiz içinde çok aptal bir mantıktır. Böyle mantık mı olur. Ben hem akıllıyım hem de aptalım; hem iyiyim hem de kötüyüm; hem parçayım hem de bütünüm. Yok öyle şey. Hiç bu kadar saçma bir şey duymadım der veya-mantığı. Ya iyisindir veya kötü; iyi ve kötü olamazsın der. Bir şey doğrudur veya yanlıştır der; doğru ve yanlış olamaz der. Der oğlu der. Dedikleri de çok mantıklıdır kendine göre. Hayatta da karşılıkları vardır. Aha der işte şimdi bu ekmeği ben veya sen yiyecek. Bak ben yiyorum, sen de havayı ye. Çünkü sana göre ben ve sen yiyoruz. Öyleyse sorun yok. Mahzun gözlerle bakar kalır ve-mantığı…

Hep ezmiştir veya-mantığı. Ve-mantığının var olduğunu bile kabul etmemiştir ki o. Çünkü ona göre ya ‘veya-mantığı’ vardır veya ‘ve-mantığı’ vardır. Daha başlangıçta ya ben ya o demiştir. Her seçim noktasında ve-mantığının kafasını bilinçaltının derinliklerine, kuma gömercesine bastırmıştır. Korkmuştur çünkü. Seçim hakkı ona geçerse, onun da kendisi gibi davranacağından korkmuştur. Ama kaybedilen nedir: sonsuzluk…

Çünkü veya-mantığı sadece sonlular üzerinde işlem yapabilmektedir. Ona göre sonsuzluk yoktur. Aklı almaz böyle şeyleri. Böylelikle sonsuzluğun olmadığı bir dünyada, kendi kısır, umutsuz, verimsiz, sevinçsiz, ilhamsız ve cansız dünyasında debelenip durmaktan başka bir şey yapamaz tek başına. Dünyaya bakın, bunun da izlerini görmek mümkün. Neden bu kadar baskılanmış kadınlar, neden bu kadar çok umutsuz insan var. Bu sorular farklı mı gözüküyor. Evet farklı gözüküyorlar ama belki de değiller…

Ve-mantığı ise sonsuzla ilgili olan kısmıdır aklın. Kaybedilen şey bu dünyada gözükmez, ama çok büyüktür. Kaybımızın farkında olmadığımız sürece onun ne kadar büyük ya da önemli olduğunu da anlamamız mümkün değildir. Hem korktuğu gibi veya-mantığını dışlamayı düşünmez bile o. Çünkü ve-mantığına göre hem ve-mantığı hem de veya-mantığı vardır. Aynı anda var olabilirler. Her ikisinin de kullanım yerleri farklıdır; sonlular ve sonsuzluk.

Başka türlü ele alırsak, veya-mantığı sadece digital datalar üzerinde işlem yapmaktadır. Ve-mantığı ise analog datalar üzerinde. Esas olarak dünya/evren analogtur. Onu ölçüp biçip karşılaştırmak için sayıya çeviren veya-mantığıdır (sol beyin lobudur) (Hatta akıl ve bedenin ters yapılanmasına ilişkin diğer bir gözlem de şu; beyin aklı temsil ederse, sol beyin lobu bedenin sağ tarafını, sağ beyin lobu ise sol tarafını kontrol etmekte. Bu bir ipucu mu?)

Sayılar var mıdır? Sayılar gerçekte yokturlar. Her şey analog ve her şey gerçek anlamda sayıya çevrilemez durumdadır bu evrende. Tüm dijitize etme, ölçme işlemleri sadece genelleme ve yakınsamalarla çalışırlar. Burada iki elma var deriz. İkisi birbirinin aynısı mıdır ki iki tane olsunlar. Sadece ‘elma’ şeklinde bir genelleme yapmışızdır. (Hatta atom düzeyinden bakarsak ortama, elma nerededir, sadece orda biraz az hareketli bir atom topluluğu, etrafında biraz daha hareketli hava atomları. Isı bakışında da nesnelerin sınırları belirli değildir. Hatta atom altı düzeylere inmeye devam edersek belki bir aşama da hepsi birbirine geçmiş titreşen dalgalardan başka bir şey göremeyeceğiz.)

Bu kitap 1.57 cm kalınlığında deriz. Ama hiçbirşey tam olarak 1.57 cm kalınlığında değildir. Bir yakınsamadır bu. Tüm sayıya çevirmeler sanaldır. Hatta veya-mantığının tüm ürünleri sanaldır, halbuki kendisi tam tersi sonsuzluğu sanal ve yok olarak görürken. Tüm ölçüp biçmeler, karşılaştırma ve sonuç çıkarmalar, yargılama ve değerlendirmeler sanaldır (sadece zihnimizdedir ve hatta zihnimizin veya-mantığı kısmında). O yüzden sanal/illüzyon/oyun/rüya/hayal/film ne derseniz deyin, onun içindeyizdir. Eğer sonsuzluğu gözardı edersek bu durum kabustan başka bir şey sunmaz insana.

Oysa her şey sonsuzdan gelir. O her şeyi sunar. Her istediğimizi bize verir. Biz hangi kabın şekline girersek girelim, o kabımızı doldurur. Dişidir o. Yaratan değil, tüm yaratma potansiyelini sunandır o. Yaratan sizsinizdir, ister/düşünür/inanırsınız ve o sizin sunduğunuz düşünce formuna can verir. Ekilmeyi bekleyen bir tarla gibi.

Aynı zamanda erkektir de o. (Ve-mantığı ikisini de olanaklı kılar) O zaman ne olur. Kendi bireyselleşmiş parçaları, kendi tarlasını ekerler. Ve ne ekerlerse onu biçerler.

Kadına geri dönecek olursak, o henüz kullanılmayan bir potansiyel gibi orada bekliyor. Kendi kendini ekemez, kendi öneminin farkında değil. Ama onsuz da, aslında hiçbirşey mümkün değil. Her şey (evren dahil) onun verimli bağrından yeşermiş. Bir tohum almış ve bir evren vermiş…

Tuesday 23 December 2008

Sizden Nefret Ediyorum

Aşağıda yer verdiğim, Serdar Akinan tarafından da köşesinde yayınlanmış yazı Layla Enver tarafından kaleme alınmış. Yazının altına imzamı atıyorum.

Irak’ta “Ba’ad Harab Al-Basra?!” diye bir halk deyişimiz vardır.

Nasıl tercüme edilebilir bu deyiş? Tam olarak şu anlama gelir: “Basra harap olduktan sonra mı?” Harap kelimesi Haraab olmak fiilinden gelir, anlamı ise işlev gören bir şeyin yıkılması, onarımı imkansız hale gelmesidir. Harban sıfatının anlamı; zarar görmüş, yıkılmış, çalışmayan, işlevsizdir. Tek başına yazıldığında Harraba, bir şeyi kullanılamaz hale getirmek anlamına gelir. Bu deyim bir şeyleri itiraf eden, özür dileyen ya da büyük hasara yol açan bir yanlışı düzeltmeye çalışanlara yöneltilir. Irak halkı böylesi durumlarda “Basra yıkıldıktan sonra mı?” deyişini kullanır. Bu bağlamda eski Beyaz Saray sözcüsü McLellan ve bir CNN muhabiri sonunda Irak üzerine yapılan haberlerin gerçeklikten uzak olduğunu itiraf etmiştir. Bir başka deyişle, hepsi alçakça yalan söylemiş... CNN muhabiri devlet imajının zedelenmemesi için bu tarz yanlı yayınlar yapmak “zorunda” olduklarını ekledi. Affedersiniz, şimdi kendimi daha mı iyi hissetmeliyim? Beş lanet yıl boyunca, hayır! 18 yıl boyunca, yalanları satın aldınız ve birdenbire hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını itiraf ettiniz ve benden kendimi iyi hissetmemi mi bekliyorsunuz? Ne yapmamı bekliyorsunuz? Dürüstlüğünüz için sizi kucaklamaya mı koşayım? Ya da yıkılmış hayatlarımızı ve tıka basa dolu mezarlıklarımızı unutmamı istiyorsunuz belki de! Ya da belki, bu lanet olası ikiyüzlülüğünüze karşın “güzel, her şeye rağmen bugün Amerika’da iyi insanlar var. Gerçekte suç bizimdi, onlar mecbur kaldılar...” dememi bekliyorsunuzdur. Aman, ne saçmalık!

Saçmalığınız sınır tanımıyor! Bunlar bir yığın onursuz yalandan başka bir şey değil! Aynı şeyi Vietnam’da da yaptınız. 10 yıl boyunca onca katliam ve vandalizmden sonra, ellerinize çiçekler ve barış simgeleri alarak sokaklara çıktınız ve “zavallı” Vietnam için ağladınız. Tepki göstermek için kahrolası 10 yıl beklediniz. Ve sadece cesur çocuklarınız ceset torbaları içinde geri döndüğünde ve onları saymaya yetişemediğiniz noktada büyük şişko kıçlarınızı kaldırdınız. Bütün bu 10 yıl boyunca, napalmlerden yanmış çocukların resimleri sizi harekete geçiremedi, hayır kımıldatmadı bile. Çok “cool” olduğunuzu düşünerek Woodstock’larda (toplu eğlencelerde) şarkı söylemekle o kadar meşguldünüz ki, aksine kafası bellenmiş bir grup gerizekalı moron’dan başka bir şey değildiniz, halen de değilsiniz. Ve bir şeyler mi öğrendiğinizi düşünüyorsunuz? Hiçbir şey öğrenmediniz ve asla öğrenemeyeceksiniz. Siz sadece zor yoldan öğrenirsiniz, kıçınıza tekme yiyince ve insanlar sizin dilinizden konuşunca bir şeyler öğrenirsiniz. Bu da ancak çürümüş kulaklarınızı açıp dinlediğinizde olur. Halk olarak probleminiz, birçok kez deneyimlediğim gibi, ne insanlıktan ne laftan ne de medeniyetten anlarsınız. Anladığınız tek dil şiddettir. Bu yüzden kullanabildiğiniz tek dil de bu! “İyi bir Müslüman” olarak Peygamber’in şu cümlesini takip ediyorum: “İnsanlarla anladıkları dilden konuşun.” Ve şimdi de gelip bize her şey bir hileydi diyorsunuz. “Ba’ad Harab Al- Basra?!” Ya awlad el Kelp. Ama köpekler sizinle karşılaştırılmayacak kadar soyludurlar. Siz köpek bile değilsiniz. Hayvan olamayacak kadar aşağılıksınız. Aşağı... Çok aşağı... Siz pislik ve parazitsiniz.

Tanrım, bu fahişe çocuklarının, “ya awlad al sharmoota”, ikiyüzlülüğünden nefret ediyorum. Binlerce fahişenin çocukları, sizin becerilmiş McLellan’ınız ya da CNN’iniz 3 milyon dul ile evlenecek mi? 5 milyon öksüzü doyuracak mı? 5 milyon mülteciyi evlerine geri döndürecek mi?

Yasadışı kitle imha silahlarınız nedeniyle kanser olan hastalarımızı tedavi edecek misiniz? Ya da bombalarınız nedeniyle insanlardan kopan binlerce uzvu yerine koyabilecek misiniz? Ya da itiraflarınız 1 milyondan fazla ölüyü diriltecek mi? Ya da 7000 yıllık tarihsel kalıntılarımızı, evlerimizi, binalarımızı, tarlalarımızı, altyapı tesislerimizi, elektiriğimizi, suyumuzu onarabilecek mi? Ya da belki bu kısa ömürlü sahtekârlığınızla suçu üstlenmeniz, şimdi sayenizde bizi yöneten sekter, patolojik, sarıklı pislikleri silahsızlandıracak mı? Bu yazıyı bitiremeyecek kadar sinirliyim... Bitirecek bir şey de kalmadı... Sizi şerefsizler. Sizden tüm kalbimle nefret ediyorum...

Hepinizden!

xyz

"Kimseye söyleyecek sözüm kalmadı dostlar

Düşünce çarmıhında esir gibi işkencedeyim

Kimseye verilecek sözüm kalmadı dostlar

Sözcükler denizinde üç sözcüğe köleyim

...

Hangi kavşakta kesişir

Hangi tepede

Aklın

Bilincin

ve duygunun yolu "

F.Nietzsche

Tuesday 16 December 2008

Hayvanlığa Yükseliş

Hayvanları severim ben.
Sadeliklerini, yalınlıklarını, rahatlıklarını,
Şartlandırmasız, sınırsız özgürlüklerini...
İstediği zaman yiyen, istediği zaman saldıran, istediği zaman uyuyan...
Konuşmayan, yanlış anlaşılmayan, hatta ne mutlu onlara ki hiç anlaşılmayan.
Anlatmaya gerek duymayan...

Düşünmeyen, insanoğlunun aptalca gururu, hiç bir işe yaramayan "düşünce"lerden arınmış. Dolayısıyla derdi olmayan...
Ahlak, nezaket bilmeyen içten hareketleriyle
İçiyle dışının bir olmasından
Severim ben hayvanları.
Değişmem entrikacı, hastalıklı, aptal insanlara.
Ben yükselmek isterim,
Hayvanlığa yükselmek isterim.