Thursday 29 April 2010

Hayal(et)

Yine geldiler işte... Hep geliyorlar. Benden ne istiyorlar? Onları kovardım eskiden ya da kaçardım. Yatağın altında, karanlıkta, dolabın içinde; gece tuvalet için kalktığımda klozetin deliğindeydiler. Yorganın altına saklanır, sabaha kadar gözümü kırpmazdım; sırılsıklam terlediğimde, günün ilk ışıkları imdadıma yetişir; onlar gittikten sonra uykuya teslim olurdum. Bebeklerin, ellerini iki yana açıp, battaniyenin altına saklanma gereği duymayan uykularındaki o sadelik ve teslimiyet ne güzeldir; nasıl da kıskanırdım onları.

Hayalet karşıma çıktığında, ona sordum; “benden ne istiyorsun?”. Gözlerinde pişmanlık ve üzüntü vardı. “Elini şeker kavanozuna hesapsızca daldırışındaki mantık...”, devam etmesini bekledim; susuyordu. Bunda mantık falan yoktu besbelli...

Şimdinin gözleriyle, geçmişin belirsiz ilişkileri arasında dolaşmak ilginç oluyor. Sekiz-on yaşlarındaki kendimi, fotoğraf albümlerine bakmanın nostaljisiyle değil, bir yetişkin gözüyle yeniden değerlendirdiğimde, şimdiki benin oluşmasına neden olan hayaletleri, dinamikleri, ilişkileri ve bunların içimdeki yansımalarını görebiliyorum.

Geliştirmeye, çocuğun içindeki potansiyeli keşfetmesine yardımcı olmaya yönelik ana-baba tutumları yerine, baskılayan, budayan yetişkinler vardı çevremizde. İç dünyamızı anlayıp dinleyerek kendimizi kabullenmemize yardımcı olamıyorlardı; çünkü onlar da kendi içsel bütünlüğünü oluşturamamıştı. İlkel dürtülerinin peşinde sürükleniyor, farkında olmadan taşıdıkları yükler yüzünden acı çekiyorlardı.

Geçmişe dönüp, kendime şimdinin gözleriyle yeniden baktığımda, hayatımda önemli rol oynayan insanlar, kendi sorunlarını bana itiraf edip, simitçi çocuğa cevap veriyorlar. Onları duymayı, dinlemeyi öğreniyorum; çünkü artık korkmadan, yanıbaşımdaki hayaletlere soruyorum; “benden ne istiyorsunuz?” Hiçbir şeyin asla kötü niyet taşımadığını biliyorum artık. Seri cinayet işleyen katillerin bile, bir olumsuzluğu ortadan kaldırmak amacında olduklarını, kıskançlıkların temelinde kişinin kendi özsaygısını koruma bilincinin ya da -bilinçsizliğinin- yattığını, bütün inançların ve önyargıların özdeki temelsizliğe karşı geliştirilmiş birer savunma olduğunu ve hepsinin, korkularımızın ürünü olduklarını biliyorum. İşte bu yüzden herkesi affedebilirim, affedilecek bir şey varsa eğer...

Yirmi yıl öncesinin bir Yirmi Üç Nisan’ında diğer çocuklarla beraber Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı kutluyorduk. Çevrede öğrenci velileri de vardı. Bahçe çok kalabalıktı.

Törenden sonra öğrenci ve velilere şeker ikram ediliyordu. Bir kız öğrenci elinde şeker tepsisiyle yanıma geldiğinde görgüsüz ve arsız bir şekilde bir avuç şeker aldım. Tepsiyi tutan kızı ve arkadaşlarımı şaşırtmaktı amacım. Elimde bir avuç şeker, birden öğretmenle göz göze geldim. Şeker tutan elimi yakaladı, silkeledi ve yüzüme bir tokat attı. Neler söylediğini hatırlamıyorum ama utancımı, buz gibi olduğumu, duygularımı iyi hatırlıyorum.

Yirmi yıldır birileri bana şeker tuttuğunda sadece bir tane alırım; ev sahibi çok ısrar etse bile. Bu öğretmen öleli 5 yıl oldu. Bazen onunla konuşuyorum. (Ölülerle istediğiniz zaman konuşabilirsiniz). Ona soruyorum;
“Başka türlü davranabilir miydiniz?”
“Elini şeker kavanozuna hesapsızca daldırışındaki mantık...”
Susuyor. Bunda mantık falan yok besbelli...
“Nasıl davranmamı isterdin?” diye soruyor.
“Yanıma gelip, gözlerimin içine gülümseyerek bakıp; -bunu neden yaptın?- diye sorsaydınız.”

Bilinmeyen bir dünyadan gelen öğretmenime bu özel dokunuş için teşekkür ediyorum. Gözlerimin içine gülümseyerek bakıyor. Duruşunda hepimizin gideceği sonsuz okyanusun derinliği ve ağırbaşlı sessizliği var.

Sunday 4 April 2010

Panoptik Yaşamlar ve Sabah Ereksiyonu

Tarih: Biliş Çağı
Yer: Hapishanem
Makine: E Tipi Sürfile

Panoptikon, kapitalizmde yeniden keşfedilmiştir. Kapitalizmde yeni teknolojilerin kullanımının işyerinin yoğun kontrolünü gösterip göstermediği tartışması karmaşık ve yetersizdir. Zuboff, "Akıllı Makinenin Çağı(In The Age of The Smart Machine)” kitabında bilgisayarların işyerinde dönüştürücü bir kapasiteye sahip oldukları görüşünde. “İktidarın Ruhsal Temeli” olan otoriteye paralel olarak tekniği “İktidarın Maddesel Temeli” olarak inceliyor. İddiasına göre çağdaş yönetim tekniğinin anahtarı, yeni teknolojilerin kullanımıyla birlikte mümkün hale gelen panoptisimdir.

Günümüzdeki örgütlerde Zuboff’un incelediği işyerlerinden biri olan yüksek derecede otomatize bir hamur imalathanesinde, sabah meydana gelen küçük bir patlama, tüm işlemin beş saniyelik aralıklarla sürekli olarak kaydedildiği kameralarla kurulmuş sistem sayesinde, yönetim kazanın nedenini, teçhizat hatası mı, kötü alınmış bir karar mı yoksa uyuklayan bir operatör mü olduğunu kesin olarak tespit edebiliyor; bu tip yerlerdeki işçiler günlük rutinin en küçük detaylarına kadar yönetimin gözünde saydam hale geliyorlar. Yukarıda gördüğünüz resimdeki odamda hamur imal eden bir operatör olmasam da kamera mevcut (off the record). Bu yüksek derecede görünebilirliği panoptik'e bağlayabiliriz. Bu tip işyerlerinde bilgisayar tarafından sürekli gözetlenme ve üstlerle yüzyüze ilişkilerin azlığı, direnme arayışları ortaya çıkarabilirdi, ama alınan sonuçlar uyumun daha fazla olduğunu göstermiş. Özellikle bazı kayıtların yönetim kadar işçilerin de ulaşabileceği konumda olduğu fabrikalarda, yönetimin standartları işçiler tarafından içselleştiriliyor; bunun da Foucault’nun belirttiği gibi panoptican’ın “normalleştirici disiplini” nin bir parçası olduğunu söyleyebiliriz.

"In the peripheric ring, one is totally seen, without ever seeing; in the central tower, one sees everything without ever been seen. It is an important mechanism, for it automatizes and disindividualizes power."
(Çevredeki halkada, kişi hiç görmeden her zaman görülmekteyken; merkezi kulede, kişi hiç görülmeden herşeyi görmektedir. Bu önemli bir mekanizmadır çünkü gücü otomatikleştirmekte ve bireysizleştirmektedir)...hayatın birçok alanında geçerliliği doğrulanabilecek bir tasvir. Hatta... Tanrı ile kulları arasındaki ilişki böyle birşey değil mi?

Bireylerin ya bir üretim aygıtına, bir makineye, bir mesleğe, bir atölyeye, bir fabrikaya, ya bir eğitim aygıtına ya da bir cezalandırıcı, hizaya getirici veya sıhhi bir aygıta bağlı tutuldukları gözetim kurumları. Bireyler tüm yaşamlarını çevreleyen belli yaşamsal kurallara boyun eğmeye zorlanarak bu aygıta bağlanmışlardır: Bu, cezalandırma amaçları olan belli insanların, kadroların (ustabaşı, hastabakıcı, gardiyan, eğitmen, v.s.) gözetimi altında olur; bu cezalandırma araçları fabrikalarda para cezası, okul ve tımarhanelerde bedensel ve ahlaki ıslah, hapishanelerde şiddete dayalı ve esasen bedensel cezalardır. Disiplinleriyle hastaneler, tımarhaneler, öksüzler yurdu, okullar, eğitim evleri, fabrikalar, atölyeler ve nihayet hapishaneler; bütün bunlar on dokuzuncu yüzyılın başında yerleştirilmiş ve hiç kuşkusuz sanayi toplumunun ya da kapitalist toplumun işleyiş koşullarından biri olmuş olan iktidarın bir tür büyük toplumsal biçiminin parçasıdır. İnsanın vücudunu, varlığını ve zamanını işgücüne dönüştürmesi ve onu kapitalizmin işletmek istediği üretim aygıtının hizmetine sokması için bütün bir zorlama aygıtı gerekli oldu; ve bana öyle geliyor ki, insanı kreş ve okuldan alıp kışladan geçirerek, hapishane veya akıl hastanesiyle tehtid ederek ya fabrikaya gidersin ya da hapishaneye veya tımarhaneye düşersin sarmalıyla köleleştiriren sisteme küreselleşme deniyor! Panoptisizm de buna hizmet eden bir alt sistemdir. Sonunda düşkünler evine götüren bütün bu zorlamalar aynı iktidar sisteminden kaynaklanıyor: Para! Marx amcam şöyle der: "Paranın özelikleri ve özündeki güçleridir. Ne olduğum ve neye gücümün yettiği demek ki hiç de benim bireyselliğimce belirlenmemektedir. Ben çirkinim ama kendime dünyanın en güzel kadınını satın alabilirim. O halde çirkin değilim ben, çünkü çirkinliğin etkisi (itici gücü) paraca sıfıra indirilmiştir. Bireysel özelliklerim bakımından, ben kötürümüm, ama para bana kırk tane ayak sağlar. O halde kötürüm değilim. Ben kötü, namussuz, vicdansız, aptalın biriyim; ama para saygındır, öyleyse sahibi de. Para, en yüksek iyiliktir, o halde sahibi de iyidir. Para, ayrıca, beni namussuz olma derdinden kurtarır; o yüzden namuslu da sayılırım. Ben beyinsizim, ama herşeyin gerçek beyni paradır, nasıl olur da sahibi beyinsiz olabilir? Üstelik, kendine kafalı insanlar da bulabilir; kafalı insanlar üzerinde gücü olan biri kafalı insanlardan daha kafalı değil midir? Para sayesinde, insanın canı çektiği herşeyi yapabilen ben, her türlü insan yeteneğine sahip biri değil miyim? Benim param o halde benim bütün yeteneksizliklerimi kendi karşıtına dönüştürmüyor mu?" Mezarının üzerinden Godzilla geçsin emi Marx! İnsanın suratında patlayan bir şamar keskinliğinde tasvir edilmez ki bu kadar!

* Dünya nüfusunun 1/5'i açlık sınırında yaşamaktadır.
* Dünya nüfusunun 1/3'ü aşırı yoksulluk sınırının altındadır.
* Dünya nüfusunun %80'i dünya gelirinin %15'i ile yetinmek zorundadır.
* Dünya nüfusunun en zengin %20''si, dünya gelirinin %85'ini elde etmektedir.

Dünyanın "tek" bir pazar haline getirilmesi, zengin ile fakirin net bir çizgiyle ayrılıp, bu zengin %20'lik kesime fakir olan %80'lik kesimin hizmet etmesi, %80'lik fakir kesimin sahip olduğu kaynakların %20'lik zengin kesimin ihtiyaçları için kullanılması, orduların bu kölelik sistemine dahil edilip polis vazifesi görmesi.

Kısaca kapitalizmin zengin fakir ayrımı gözetmeksizin herkesi sistemi içerisine alıp, sikmesidir. G-8'lerin G-20'lerin olayı %20'nin pazarlığını yapmaktır. "%80'i güzelce sikiyoruz ama sen sanki daha çok siktin" gibi tartışmalar vs.

İşin garip tarafı bu sistemi doğuran ya da kapitalizmi bu yöne çeken şeyin nükleer silahlar olmasıdır. Bi düşünün bakalım niye?

Birincisi; oldukça saçma görünse de acı bir gerçek olan nükleer silahların "barışçıl" bir vazife görmesi. 1945'te Japonya'nın (bkz: Hiroşima)(bkz: Nagasaki) anası ağlatıldıktan sonra görüldü ki artık bilinen anlamıyla "savaş" tüm dünyayı etkileyebilmekte. Bir ülkeyi ele geçirmek, dizginlemek, sömürmek artık bu şekilde yapılmamalı denildi. Sonrasında ise ortaya pazar savaşları çıktı. Artık bir ülkeyi istila edip bayrak dikmek yok. ülkenin ekonomisini kendi kapitalist şirketlerinin yönetimine bırakmak var.

İkinci husus ise nükleer silahların yukarıda bahsettiğim %20'lik zengin kesime giriş için istenen bir kimlik kartı vazifesi görmesi. Diğer ülkeleri sömürmek, sözünü geçirmek istiyorsan nükleer silahların olmalı. İşte bu zengin-fakir ayrımı ülkelerin ekonomilerinden çok sahip oldukları nükleer güce göre yapılıyor (gerçi ekonomi nükleer'i satın alıyor falan filan. Birbirlerine doggy style ile bağlanmışlar). 1970'de BM nükleer silahların yayılmasının önlenmesi amacıyla NPT(Non Proliferation Treaty) adı verilen bir anlaşma imzalıyorlar. Ve bu anlaşma ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin'e nükleer silahlara sahip olma izni veriyor aslında. Ancak bu silahlardan arınmak kaydı ile!! Noldu? Tabi ki silahlar olduğu yerde duruyor, aksine artış gösterdi. Nükleer kulüp deniyor bu lider ülkelere. Ve yanlarına eleman almak için başka ülkelere nükleer silah sağlamaya devam ediyorlar. Örneğin Hindistan'a, Almanya'ya, Türkiye'ye (bkz: İncirlik). Böylece Dünya'nın geri kalan %80'ine "höyttt" diyebiliyorlar. G-8 asıl sömürgeciler, G-12 (20-8 yani) yalakalar. diğerleri ise yarrağı yemişler.(küçük zengin ülkeler hariç, onlar kapitalizmin kobi'leri)

"Şu iki şey sözkonusu olduğunda, zengin yoksulu sömürür: a) Zenginin refahı, nedensel olarak yoksulun yoksunluğuna bağlıdır – yoksul yoksul olduğu için zengin zengindir – ve b) Zenginin refahı, yoksulun çabasına bağlıdır – zengin, şu ya da bu mekanizma aracılığıyla, yoksulun emeğinin ürünlerinin bir kısmını kendine mâl etmektedir." Marx


İnsanlar tenlerinin rengini, kaşlarını, gözlerini, ailelerini, atalarının üyesi olduğu ırkı, yaşayacakları hayatı seçemiyor yazık ki. Bir vajinaya ya da çüke sahip olarak doğmayı, bir prens ya da dağ başında bir garip köy çocuğu olmayı, ana dilini, hatta kimi kez dinini, yaşayacağın coğrafi sınırları seçemezsin.

İlk insandan bugüne coğrafi farklılaşmalar olmasaydı, kadınlık erkeklik biseksüel bazda algılansaydı, herkes aynı dili konuşsa, tek din olsaydı ya da hiç olmasaydı, sınırlar koyulmasaydı…bugün hala oturup kültürel sahiplenmeden, kültürlerin korunması anlayışından bahsedecek miydik?

Çok conditional kullandım tabii, yok bu durum, söz konusu değil, farklılıklar var, farklılıkları seviyoruz, yaşamı güzel kıldığına inanıyoruz sadece insan demiyoruz ardına bir sürü de kimlik ekliyoruz. İnsan mahsulu o kimlikler tabii, biz yaratmışız, kader sunmuş biz tapmışız.

Küreselleşme hareketleri üzerine tezler, Fukuyama’nınkiler özellikle 11 Eylül üstüne olanlar, çürütülmeye başladı. İnsanlar bir şeylere karşı uyandı ya da güzel düşlerin aslında birer kabus olduğunu fark etti. Küreselleşelim, bir olalım demek aslında White Anglo Saxon protestan adamın gösterdiği yolda gidelim demekti. Ufukta batılı idealler, batılı düşünceler vardı, yüce batı bazlıydı her şey. Postmodernizm diyorlardı ama modernizmden daha acı bir şekerdi.

Üniter devlet anlayışının, sınırların erimesi kaçınılmaz. Bir gün tek bir dünya devleti olacaktır belki, Marx’ın tezlerindeki gibi küresel bir ekonomik sistem söz konusu olacak(ki kapitalizm bugün bu hali almıştır, acıklı bir gercek daha) pek çok kültür ve dil yok olacaktır bu sürecte. Bu kaçınılmaz, çünkü tarihsel süreç pek çok kültürün mezarını barındırır. Ve dünya modernizmin dediği şekilde ileriye, daha iyiye gitmeyecek. Teknolojik gelişme aksine vahşileşmeyi, saldırganlığı getiriyor, getirecek.

Tek tanrılı dinlerin en büyük kehaneti belki de “kıyamet”in yaklaştığı insanlık için büyük kaosun yaşanacağı günlerin yakınlaştığıdır. Küresellesme, ideale sahip olma düşüncesinin insanlığı bugünkü konumundan daha güzel yerlere taşımayacagı kesin. Ama düşlemesi güzel.

Doğulusu da var batılısı da, herkesin kültürü, ana dili, inancı farklı. Ortak bir dille, ortak bir platformda, farklılıklara saygı duyup, pek çok şeyi paylaşabiliyor insanlar. Fevkalade, bir anlamda mikro küreselleşme. Ne yazık ki büyük güçler ve maddi çıkarlar söz konusu olunca bu, dünya için imkansız gözüküyor. Çünkü aşikar büyük ve zengin olanın sözü geçecektir.

Şimdi siz çalışıyorsunuz ya, hani patron para kazanıyor filan. Hani o para kazananlar paraları harcıyor ve paralar bir yerde birikiyor ya. İşte o biriktiği yerde, uluslararası fonlar oluşuyor. Oluşan bu fonlar üretim sahalarını genişletiyor, gelişen üretim sahalarına göre pazarlar belirleniyor ve bu pazarlara mal getiriliyor. Siz burada bir metal işleme, çelik vb. fabrikası açmak istiyorsunuz diyelim. Hadi kafanıza göre açın bakalım; önce tröstlerden izin alacaksınız, yoksa sadece İran'a, Kuzey Kore'ye satarsınız, ama ona da hammadde bulamazsınız, bir de terörist ilan edilirsiniz. Daha da önemlisi, paranızı fona yatırmak çok kazançlı, çünkü paranız fonda katlanarak geri geliyor.

Ama dahası da var. Uganda'ya Japonya'dan gitmiş bir X şirketinin hissesi, Avustralya'daki bir finans kurumu tarafından bilinebiliyor. Bu hisse değişimlerinden alınan bir pay ile Norveçli bir balıkçılık firması Peru'ya bir plastik fabrikası kurabiliyor ve oradan aldığı gelirle Madagaskar'a bir denizaltı araştırma üssü kurabiliyor.

Biz, hepimiz sermayenin ereksiyon zamanlarındaki skorlarıyız bebeğim.

Günümüzdeki bireyleri ahlaki sorumluluktan aklayıp onlara toplumsal koşulların kurbanları muamelesi yapma eğilimi var. Bunu yersen bedelini ruhunla ödersin. Kadınları kısıtlayanlar erkekler değil, eşcinselleri kısıtlayanlar heteroseksüeller değil, siyahları kısıtlayanlar beyazlar değil. İnsanları kısıtlayan kişilik eksikliği. İnsanları kısıtlayan, kendi filmlerini yönetmek bir yana, o filmde başrol oynayacak büzüğe ya da düşgücüne bile sahip olmamaları.

Sabahları yaşanan gereksiz ereksiyon halleri hepimizce malum. Rahatsız bir durumdur. Şayet sevişmeye zamanınız veya partneriniz yoksa gününüz kabusla başlayabilir.(sanırım mastürbasyon icadının altında bu sebep yatıyor olmalı) Çükünüz sizden önce "günaydın" der sekreterinize. Eğer kumaş pantalon giymek durumundaysanız işyerinizde, çükünüzü her sabah donunuzun lastiğine sabitlemek zorundasınızdır. Bu haldeyken işeme eziyet halini alır ve eve pisuvar monte ettirmek zaruriyet teşkil eder. Ulaştığı devasa boyut standartlarına ulaşması gereken sevişme zamanlarında ulaşamıyor olması çükün sevgili tarafından serzenişle karşılanır, alay konusu edilir. Karizmanın yerlere serilmesinden gına gelip,-sikicem işini...aşkım işe gitmiyoruz, kama sutra cd'sini koy geliyorum hemen- işe gitmeme yolu seçilir ki bu patronla olan ilişkileri örseleyen bir durumdur keza kar oranları sizin hergün şirketinize gitmekle doğru orantılıdır.

Bilimsel olarak "su sertleşmesi" halk arasında ise "sabah sırığı" olarak adlandırılıyormuş. Dolu idrar torbasının baskısı ve idrar borusunun cinsel sinirleri uyarması sonucu omurilikteki gerilim refleksinin eyleme geçtiği kabul edilmektedir. Bunun kanıtı da sabah sertleşmesinin idrar yapıldıktan sonra hemen ya da yavaş yavaş yok olmasıdır.

İdrar baskısı teorisine karşı çıkan psikologlar gündür, yani uyanıkken idrar torbasının dolması ve idrarı tutma sonucu peniste sertleşme olması gerektiğini fakat böyle bir şey olmadığına göre sabah sertleşmesinde yalnızca mekanik olayların değil bir takım psikolojik etkenlerin de söz konusu olduğunu ileri sürmektedirler. Psikanalitik rüya araştırmalarına göre önce idrar torbasının uyarması sonucu bazı erotik rüyalar görülmeye başlar ve ancak buna bağlı olarak sertleşme ortaya çıkar. (buna da ben itiraz ediyorum, nasıl olur da sabaha kadar 5 posta sevişip, bitap bi şekilde uykuya dalmışken halen erotik rüyalar görülebilir ve bunun sonucunda sabah ereksiyonu oluşur?)

Şu anda bu yazıyı yazarken bir yandan da Avrupa Şampiyonlar Final maçı oynayan Fenerbahçe Acıbadem Bayan Voleybol takımını seyrediyorum. Setlerde 2:0 gerideyken müthiş bir 3 set oynayarak 2:1'e getirdik maçı. Dördüncü sete harika başladı kızlarımız şu an itibariyle skor 7:1 lehimize. Mükemmel mücadele ediyor kızlar. Umarım şampiyon olurlar. Başarılar diliyorum. Yazıyı bağlayamayacağım çünkü maçın adrenali çok yüksek, tamamen oraya angaje oldum. Sen bağla sevgili okuyucu. İyi pazarlar.