Tuesday 30 December 2008

Kadın / Erkek

Görünüşte erkekler ve erkek akıl lehine büyük adaletsizlik var. Daha güçlü, daha akıllı, daha pratik ve diğerleri. Bu sebeplerle yönetimde daha söz sahibi vs vs. Görünen budur. Dünyaya bakın…

Ya kadınlar. Madem bu kadar zayıf ve eksiktiler, şu ana kadar varlıklarını nasıl sürdürebildiler. Diyorum ki, acaba üreme yetisi ondan alınsa (mesela eşeysiz üresek herkes tek başına üreyebilse) bi de karşı cins çekimi falan diye de bir şey olmasa, acaba yok olur muydu? Yokolan bir tür, bir ırk gibi… (Çok fazla yüksekten uçma oğlum Nik, sonra aynı yükseklikten düşersin )

Biraz deşelim. Altından bir şey çıkabilir belki. Hah tamam. Adaletsiz tanrı kavramından girelim. Hani bi fıkra var ya, adam tarlasını ekiyo biçiyo, her şeyi yapıyo, tanrıya yalvarıyor, yakarıyor, ama gene de ürün alamıyor. Sonra bigün soruyo yukarıya, neden olmuyo diye. Gelen cevap:”Kıl oluyorum sana”

Sebep mi lazım. Sebebi yok. Sana kılım diyor. Hadiii… Ne yapsın adam. Hiçbir olasılık yok, daha üst bir mercii yok. Ağzıyla kuş, kulaklarıyla kelebek yakalasa olacak gibi değil. Kıl bir tanrısı var.

Hadi gerçekten bir an için kadın olmanın daha yetersiz bir durum olduğunu kabul edelim. Böyleymiş gibi olsun. Sonra da diyelim ki, ama her enkarnasyonunda kadın değil ki o kişi zaten, böylelikle dengelenir. Ortalama %50 kadın, %50 erkek geliyoruz. Zaten bu oran bir tarafa doğru kayarsa %65 ve üstü gibi, o zaman karşı bir enkarnasyonda, diğer cins gibi hissetme eğilimi doğmuyor mu?

O zaman dengelenmiştir bu konu ve kapanmıştır diyebilir miyiz? Zamanın süreğenliği içerisinde dengelenmiş olabilir. Ama zamanın bir tek anında, şu ‘an’ da, şimdi de dengelenmiş midir? Hayır. Eğer benim şu an, tam şu içinde bulunduğum an, kendi sonsuzluğumu idrak etme olasılığım yoksa, sonsuzluk gerçekten nerededir? Her an, sonsuz olasılık vardır. Bu olasılıklardan biri de benim tam şu an dengenin hazır ve nazır olabilmesini isteyebilmemi sağlar.

Yani bir varlık bağırır; “Hayırrrr, ben bir sonraki dengeyi, bir sonraki adaleti istemiyorum; şu an, hemen, şimdi istiyorum.” Bunu sağlayamayan bir sonsuz, yeterince sonsuz değildir. Her ne istiyorsanız bunu size sunabilmelidir. Ama bazan bunu sunsa bile, göremememiz gayet mümkündür. Şöyle bağırmadığımız sürece; “Hayırrrr, göremiyorum, lütfen onu gözüme sok”

Öyleyse bu işin içinde bir iş var. Madem ki kadınlar görünürde, epey haksızlığa uğramış gibiler, öyleyse görünmeyen bir yerde bir potansiyel olması lazım.

Görünen ve görünmeyen. Anlaşılır olan ve anlaşılamaz olan. Beden ve akıl. Rasyonel zihin ve sezgisel zihin. ‘Veya-mantığı’ ve ‘ve-mantığı’. Sonluların mantığı ve sonsuzun mantığı.

Hep demez miyiz bu kadınları anlamak mümkün değil diye. Acaba anlaşılacak bir şey var mıdır gerçekte? Yin olan kadınlar bir su gibidirler genellikle. Size içi ısındıysa, onu kendinize çok benzer bulursunuz, her şeyi sizin gibi düşünmekte, sizin gibi konuşmakta ve sizin gibi yapmaktadırlar. Çünkü onlar sudur. Sizin kabınıza boşalttıklarında kendilerini, sizin şeklinizi almalarından daha doğal ne olabilir. Su bulunduğu kabın şeklini alır. Ama birgün sizinle olmaktan vazgeçtiklerinde hiç de sizin gibi düşünmediklerini ve davranmadıklarını anlayabilirsiniz. (Allah anlaştırtmasın :))

İşte böyle garip yaratıklar. (der erkekler, diyerek sıyrılabilir miyim acaba) Artık başka birinin kabına dökülmüşlerse onu daha önceden de hiç ‘görmemiş/bilmemiş/tanımamış’ olduğunuzu düşünürsünüz/hissedersiniz.

Erkekler ise yang’tır ve ateştir. Aniden alev alır, güçlü, egemen ve yaratıcı. Tabii dişi kendi ‘su’yunu üstüne döküp ateşi söndürmemişse. Sönse de tekrar yanacaktır. Taa ki, üstüne su’yun dökülmesi yerine, su’yu kaynatmayı öğrenene kadar…

Neden böyledir? Bu özellikler nereden gelmektedir. Belki de şöyle denebilir. Erkekler, aklın erkek yönünü, rasyonel yönünü (sağ beyin lobu) daha çok kullanmaktadır, kadınlar ise aklın dişi yönünü, sezgisel yönünü (sol beyin lobu) daha çok kullanmaktadırlar. Öyle midir gerçekten, ayrıca tartışılabilir. Ama şu aşamada belki şu söylenmelidir. Aynı, bedenin erkek ve dişi olması gibi, aklın da erkek ve dişi olması söz konusudur.

Beden ve akıl birbirinin zıttı gibi çalışırlar. Mesela genellikle, bedensel olarak zıt kutuplarda olanlar birbirlerine çekilirler, ama gene genellikle akılsal (duygusal/zihinsel/ruhsal) olarak aynı kutuplarda olanlar birbirlerine çekilirler. Fizikselde zıt kutuplar birbirini çekerken, ruhsalda aynı kutuplar birbirini çeker.

Şimdi al sana bir tezat. Kadınlar bedensel olarak dişi ve akılsal olarak da dişi akla eğilimli oldukları için ve erkekler bunun tam tersi bedensel olarak erkek ve gene erkek akla eğilimli olduğu için… Ne olur? Birbirlerinin fiziksel çekimlerine kapılırlar (henüz akılsal yön ortaya çıkmadan) ama sonra gene birbirlerini akılsal olarak iterler.

Tabii bu klasik dişi ve klasik erkeğimiz için geçerli. Bin türlü huysuzluk ve anlaşmazlık ortaya çıkar bu durumda. Çiftler geçinemezler. Dünyaya bakın göreceksiniz gene…

Klasik erkek, erkek olmayı sevmektedir. Ne kadar çok ‘erkek’ olursa verimini o kadar arttıracağını düşünmektedir. Bedensel ve akılsal erkek olmak diye bir kavramın, ayrımın da pek farkında değildir. Ama bu düşünce aslında pek anlamlı değildir. Akılsal olarak max. verim alınabilecek durum sürgüyü ne erkek yönüne ne de dişi yönüne sonuna kadar sürmek değildir. Size sürgüyü sonuna kadar sürmüş erkek akıl örneği vereyim. Şöyle bir şey olur; Hört, zört, dediğim dedik; hiçbirşey anlaması, düşünmesi, kabul etmesi mümkün olmayan, her şeyi kontrol etmeye çalışan hilkat garibesi bir yaratık. Güçlü(akılsız/anlayışsız) ve ezen bir yaratık. Tam tersi süper dişimiz de şu; mmmm…. şeklinde sürekli bir ses çıkaran veya sadece susan, her şeyi anlayan, kabul eden, ama herhangi bir şeyi ifade etmesi mümkün olmayan, sürekli ilham gelen ama gelen hiçbir soyut kavramın somutla bir eşleşmesini yapamayan rüyalar aleminde, belki ezilen ama ezildiğinin bile farkında olamayacak kadar gerçekle bağlantısız bir varlık…

Bunların birlikteliğinden nasıl bir şey çıkar artık siz düşünün. Süper erkek akıl ile süper dişi akla sahip birer bireyin evliliği…

İşin komik yanı ise ne kadar erkek veya dişi olacam diye diretip sürgüyü o yana çekerseniz, o kadar yarım kalmanız olacaktır. Kendinizi bir yöne ittikçe o kadar eksik kalırsınız. Sadece sağ beyin ya da sadece sol beyin lobu olan biri gibi olursunuz. Bu da maksimum verim değil olsa olsa minimum verimle kullanılmasıdır aklın. Bu süper erkek ve dişi bir araya gelip süper entegre bile olsalar birbirlerine, ancak bir adet normal insan olurlar herhalde, iki katı değil… (Sol beyin lobu + sağ beyin lobu = bir adet çift loblu beyin

Neymiş, demek ki, bedensel erkek/dişi ile akılsal erkek/dişi eş koşulmamalıymış. Fiziksel olarak bir sorunumuz yok. Birbirimizi çekiyoruz, birbirimizden hoşlanıyoruz. Öyleyse geriye kalıyor akılsal yön. Ondan en iyi şekilde faydalanmanın yolu ise onu dengelemek.

Erkek akıl (rasyonel zeka) veya-mantığını kullanır. Bu mantık der ki; “Bir şey ya A’dır veya A’nın tersi”. Dişi akıl, sezgisel zeka ise, ve-mantığını kullanır; “Bir şey hem A hem de A’nın tersi olabilir” der.

(Tüm klasik bilimler ve günlük hayatta işe yarar her şey veya-mantığı üzerine inşa edilmiştir. Ve-mantığı ise sadece sezgisel olarak ilham anlarında veya meditasyon anlarında ortaya çıkma fırsatı bulabilmektedir.)

Ve-mantığı, bizim günlük hayat tecrübemiz içinde çok aptal bir mantıktır. Böyle mantık mı olur. Ben hem akıllıyım hem de aptalım; hem iyiyim hem de kötüyüm; hem parçayım hem de bütünüm. Yok öyle şey. Hiç bu kadar saçma bir şey duymadım der veya-mantığı. Ya iyisindir veya kötü; iyi ve kötü olamazsın der. Bir şey doğrudur veya yanlıştır der; doğru ve yanlış olamaz der. Der oğlu der. Dedikleri de çok mantıklıdır kendine göre. Hayatta da karşılıkları vardır. Aha der işte şimdi bu ekmeği ben veya sen yiyecek. Bak ben yiyorum, sen de havayı ye. Çünkü sana göre ben ve sen yiyoruz. Öyleyse sorun yok. Mahzun gözlerle bakar kalır ve-mantığı…

Hep ezmiştir veya-mantığı. Ve-mantığının var olduğunu bile kabul etmemiştir ki o. Çünkü ona göre ya ‘veya-mantığı’ vardır veya ‘ve-mantığı’ vardır. Daha başlangıçta ya ben ya o demiştir. Her seçim noktasında ve-mantığının kafasını bilinçaltının derinliklerine, kuma gömercesine bastırmıştır. Korkmuştur çünkü. Seçim hakkı ona geçerse, onun da kendisi gibi davranacağından korkmuştur. Ama kaybedilen nedir: sonsuzluk…

Çünkü veya-mantığı sadece sonlular üzerinde işlem yapabilmektedir. Ona göre sonsuzluk yoktur. Aklı almaz böyle şeyleri. Böylelikle sonsuzluğun olmadığı bir dünyada, kendi kısır, umutsuz, verimsiz, sevinçsiz, ilhamsız ve cansız dünyasında debelenip durmaktan başka bir şey yapamaz tek başına. Dünyaya bakın, bunun da izlerini görmek mümkün. Neden bu kadar baskılanmış kadınlar, neden bu kadar çok umutsuz insan var. Bu sorular farklı mı gözüküyor. Evet farklı gözüküyorlar ama belki de değiller…

Ve-mantığı ise sonsuzla ilgili olan kısmıdır aklın. Kaybedilen şey bu dünyada gözükmez, ama çok büyüktür. Kaybımızın farkında olmadığımız sürece onun ne kadar büyük ya da önemli olduğunu da anlamamız mümkün değildir. Hem korktuğu gibi veya-mantığını dışlamayı düşünmez bile o. Çünkü ve-mantığına göre hem ve-mantığı hem de veya-mantığı vardır. Aynı anda var olabilirler. Her ikisinin de kullanım yerleri farklıdır; sonlular ve sonsuzluk.

Başka türlü ele alırsak, veya-mantığı sadece digital datalar üzerinde işlem yapmaktadır. Ve-mantığı ise analog datalar üzerinde. Esas olarak dünya/evren analogtur. Onu ölçüp biçip karşılaştırmak için sayıya çeviren veya-mantığıdır (sol beyin lobudur) (Hatta akıl ve bedenin ters yapılanmasına ilişkin diğer bir gözlem de şu; beyin aklı temsil ederse, sol beyin lobu bedenin sağ tarafını, sağ beyin lobu ise sol tarafını kontrol etmekte. Bu bir ipucu mu?)

Sayılar var mıdır? Sayılar gerçekte yokturlar. Her şey analog ve her şey gerçek anlamda sayıya çevrilemez durumdadır bu evrende. Tüm dijitize etme, ölçme işlemleri sadece genelleme ve yakınsamalarla çalışırlar. Burada iki elma var deriz. İkisi birbirinin aynısı mıdır ki iki tane olsunlar. Sadece ‘elma’ şeklinde bir genelleme yapmışızdır. (Hatta atom düzeyinden bakarsak ortama, elma nerededir, sadece orda biraz az hareketli bir atom topluluğu, etrafında biraz daha hareketli hava atomları. Isı bakışında da nesnelerin sınırları belirli değildir. Hatta atom altı düzeylere inmeye devam edersek belki bir aşama da hepsi birbirine geçmiş titreşen dalgalardan başka bir şey göremeyeceğiz.)

Bu kitap 1.57 cm kalınlığında deriz. Ama hiçbirşey tam olarak 1.57 cm kalınlığında değildir. Bir yakınsamadır bu. Tüm sayıya çevirmeler sanaldır. Hatta veya-mantığının tüm ürünleri sanaldır, halbuki kendisi tam tersi sonsuzluğu sanal ve yok olarak görürken. Tüm ölçüp biçmeler, karşılaştırma ve sonuç çıkarmalar, yargılama ve değerlendirmeler sanaldır (sadece zihnimizdedir ve hatta zihnimizin veya-mantığı kısmında). O yüzden sanal/illüzyon/oyun/rüya/hayal/film ne derseniz deyin, onun içindeyizdir. Eğer sonsuzluğu gözardı edersek bu durum kabustan başka bir şey sunmaz insana.

Oysa her şey sonsuzdan gelir. O her şeyi sunar. Her istediğimizi bize verir. Biz hangi kabın şekline girersek girelim, o kabımızı doldurur. Dişidir o. Yaratan değil, tüm yaratma potansiyelini sunandır o. Yaratan sizsinizdir, ister/düşünür/inanırsınız ve o sizin sunduğunuz düşünce formuna can verir. Ekilmeyi bekleyen bir tarla gibi.

Aynı zamanda erkektir de o. (Ve-mantığı ikisini de olanaklı kılar) O zaman ne olur. Kendi bireyselleşmiş parçaları, kendi tarlasını ekerler. Ve ne ekerlerse onu biçerler.

Kadına geri dönecek olursak, o henüz kullanılmayan bir potansiyel gibi orada bekliyor. Kendi kendini ekemez, kendi öneminin farkında değil. Ama onsuz da, aslında hiçbirşey mümkün değil. Her şey (evren dahil) onun verimli bağrından yeşermiş. Bir tohum almış ve bir evren vermiş…

Tuesday 23 December 2008

Sizden Nefret Ediyorum

Aşağıda yer verdiğim, Serdar Akinan tarafından da köşesinde yayınlanmış yazı Layla Enver tarafından kaleme alınmış. Yazının altına imzamı atıyorum.

Irak’ta “Ba’ad Harab Al-Basra?!” diye bir halk deyişimiz vardır.

Nasıl tercüme edilebilir bu deyiş? Tam olarak şu anlama gelir: “Basra harap olduktan sonra mı?” Harap kelimesi Haraab olmak fiilinden gelir, anlamı ise işlev gören bir şeyin yıkılması, onarımı imkansız hale gelmesidir. Harban sıfatının anlamı; zarar görmüş, yıkılmış, çalışmayan, işlevsizdir. Tek başına yazıldığında Harraba, bir şeyi kullanılamaz hale getirmek anlamına gelir. Bu deyim bir şeyleri itiraf eden, özür dileyen ya da büyük hasara yol açan bir yanlışı düzeltmeye çalışanlara yöneltilir. Irak halkı böylesi durumlarda “Basra yıkıldıktan sonra mı?” deyişini kullanır. Bu bağlamda eski Beyaz Saray sözcüsü McLellan ve bir CNN muhabiri sonunda Irak üzerine yapılan haberlerin gerçeklikten uzak olduğunu itiraf etmiştir. Bir başka deyişle, hepsi alçakça yalan söylemiş... CNN muhabiri devlet imajının zedelenmemesi için bu tarz yanlı yayınlar yapmak “zorunda” olduklarını ekledi. Affedersiniz, şimdi kendimi daha mı iyi hissetmeliyim? Beş lanet yıl boyunca, hayır! 18 yıl boyunca, yalanları satın aldınız ve birdenbire hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını itiraf ettiniz ve benden kendimi iyi hissetmemi mi bekliyorsunuz? Ne yapmamı bekliyorsunuz? Dürüstlüğünüz için sizi kucaklamaya mı koşayım? Ya da yıkılmış hayatlarımızı ve tıka basa dolu mezarlıklarımızı unutmamı istiyorsunuz belki de! Ya da belki, bu lanet olası ikiyüzlülüğünüze karşın “güzel, her şeye rağmen bugün Amerika’da iyi insanlar var. Gerçekte suç bizimdi, onlar mecbur kaldılar...” dememi bekliyorsunuzdur. Aman, ne saçmalık!

Saçmalığınız sınır tanımıyor! Bunlar bir yığın onursuz yalandan başka bir şey değil! Aynı şeyi Vietnam’da da yaptınız. 10 yıl boyunca onca katliam ve vandalizmden sonra, ellerinize çiçekler ve barış simgeleri alarak sokaklara çıktınız ve “zavallı” Vietnam için ağladınız. Tepki göstermek için kahrolası 10 yıl beklediniz. Ve sadece cesur çocuklarınız ceset torbaları içinde geri döndüğünde ve onları saymaya yetişemediğiniz noktada büyük şişko kıçlarınızı kaldırdınız. Bütün bu 10 yıl boyunca, napalmlerden yanmış çocukların resimleri sizi harekete geçiremedi, hayır kımıldatmadı bile. Çok “cool” olduğunuzu düşünerek Woodstock’larda (toplu eğlencelerde) şarkı söylemekle o kadar meşguldünüz ki, aksine kafası bellenmiş bir grup gerizekalı moron’dan başka bir şey değildiniz, halen de değilsiniz. Ve bir şeyler mi öğrendiğinizi düşünüyorsunuz? Hiçbir şey öğrenmediniz ve asla öğrenemeyeceksiniz. Siz sadece zor yoldan öğrenirsiniz, kıçınıza tekme yiyince ve insanlar sizin dilinizden konuşunca bir şeyler öğrenirsiniz. Bu da ancak çürümüş kulaklarınızı açıp dinlediğinizde olur. Halk olarak probleminiz, birçok kez deneyimlediğim gibi, ne insanlıktan ne laftan ne de medeniyetten anlarsınız. Anladığınız tek dil şiddettir. Bu yüzden kullanabildiğiniz tek dil de bu! “İyi bir Müslüman” olarak Peygamber’in şu cümlesini takip ediyorum: “İnsanlarla anladıkları dilden konuşun.” Ve şimdi de gelip bize her şey bir hileydi diyorsunuz. “Ba’ad Harab Al- Basra?!” Ya awlad el Kelp. Ama köpekler sizinle karşılaştırılmayacak kadar soyludurlar. Siz köpek bile değilsiniz. Hayvan olamayacak kadar aşağılıksınız. Aşağı... Çok aşağı... Siz pislik ve parazitsiniz.

Tanrım, bu fahişe çocuklarının, “ya awlad al sharmoota”, ikiyüzlülüğünden nefret ediyorum. Binlerce fahişenin çocukları, sizin becerilmiş McLellan’ınız ya da CNN’iniz 3 milyon dul ile evlenecek mi? 5 milyon öksüzü doyuracak mı? 5 milyon mülteciyi evlerine geri döndürecek mi?

Yasadışı kitle imha silahlarınız nedeniyle kanser olan hastalarımızı tedavi edecek misiniz? Ya da bombalarınız nedeniyle insanlardan kopan binlerce uzvu yerine koyabilecek misiniz? Ya da itiraflarınız 1 milyondan fazla ölüyü diriltecek mi? Ya da 7000 yıllık tarihsel kalıntılarımızı, evlerimizi, binalarımızı, tarlalarımızı, altyapı tesislerimizi, elektiriğimizi, suyumuzu onarabilecek mi? Ya da belki bu kısa ömürlü sahtekârlığınızla suçu üstlenmeniz, şimdi sayenizde bizi yöneten sekter, patolojik, sarıklı pislikleri silahsızlandıracak mı? Bu yazıyı bitiremeyecek kadar sinirliyim... Bitirecek bir şey de kalmadı... Sizi şerefsizler. Sizden tüm kalbimle nefret ediyorum...

Hepinizden!

xyz

"Kimseye söyleyecek sözüm kalmadı dostlar

Düşünce çarmıhında esir gibi işkencedeyim

Kimseye verilecek sözüm kalmadı dostlar

Sözcükler denizinde üç sözcüğe köleyim

...

Hangi kavşakta kesişir

Hangi tepede

Aklın

Bilincin

ve duygunun yolu "

F.Nietzsche

Tuesday 16 December 2008

Hayvanlığa Yükseliş

Hayvanları severim ben.
Sadeliklerini, yalınlıklarını, rahatlıklarını,
Şartlandırmasız, sınırsız özgürlüklerini...
İstediği zaman yiyen, istediği zaman saldıran, istediği zaman uyuyan...
Konuşmayan, yanlış anlaşılmayan, hatta ne mutlu onlara ki hiç anlaşılmayan.
Anlatmaya gerek duymayan...

Düşünmeyen, insanoğlunun aptalca gururu, hiç bir işe yaramayan "düşünce"lerden arınmış. Dolayısıyla derdi olmayan...
Ahlak, nezaket bilmeyen içten hareketleriyle
İçiyle dışının bir olmasından
Severim ben hayvanları.
Değişmem entrikacı, hastalıklı, aptal insanlara.
Ben yükselmek isterim,
Hayvanlığa yükselmek isterim.

Friday 3 October 2008

Popüler Kültür II

Popüler kültür hayatımızın içine sızmış bir kavramdır.Bugün pek çoğumuz hayatımızı popüler kültür ve değerlere göre yaşamaktayız.Popüler kültürü tüketmekle desteklemekteyiz.Bu tüketim,insanları yönetecek bir boyuta çoktan ulaştı da geçiyor.Gerçek yaşamla aramıza büyük ve güçlü bir örümcek ağı örüldü.

Dünyaya,radyoların,televizyonların,sözde aydınların,fotokopi zihniyetinin açısından bakıyoruz.”Ben” olmak çok zor!

İnsanların büyük bir çoğunluğu (Aziz Nesin gibi yüzdeye vurmuyorum) aynı şeyleri düşünüyor,aynı şeyleri beğeniyor,aynı şeyleri istiyor,aynı değer yargıları ile yaşıyorlar.Her şeye bu “aynı” kalıp egemen.Böylece onları yönetenlerin,yönlendirenlerin işini çok kolaylamaktadırlar.

Farklı düşünmeleri gereken noktalarda aynı,aynı düşünmeleri gereken noktalarda ise farklı düşünmektedirler( Yakın tarihimizde çok güzel bir örneği var:K.K.T.C.).Birey olmaktan caydık,bilinçsizliğimiz yönlendirildiğimizin farkına varamayacak boyutta.

Bilinçsizliğin en büyük aracı kanımca popüler kültür ve onun sadık uşağı medya.Çünkü hayatımızı eline geçirmiş,güçlü bir araç popüler kültür.Hayata bir başkasının gözleriyle bakmak kişiyi kendinden ve gerçeklerden uzaklaştırır.”Sorgulanmamış hayat,hayat değildir” demiş büyük üstat Socrates.

Bir ülkede düşünme eyleminden söz edilmiyorsa,sorgulama yokluğu egemense,o ülke insanı cehalete,bataklığa düşmekten ve AB kapısında “terbiye” üzere “ekonomik hayaller” kurarak beklemekten kurtulamaz.

Türkiye’de yaşayan insanlar,kendi topraklarında olandan bihaberken,kendi kültürünü tam anlamıyla tanımıyorken,televole,size bişey diyebilirmiyim,hayvanlar pardon ünlüler çiftliği,yaseminin kapıkolu gene pardon penceresi ve türevi olan programlar izlenme rekorları kırıyor.Türkiye’nin en başarılı kadını bize,Güler Sabancı olarak dayatılıyor.(Yesinler,Türkiye’nin en başarılı kadını hiç kuşkusuz benim annemdir.En büyük başarısı ise benim!).Efendim,Oya Eczacıbaşı,İstanbul’da Sanat Müzesi açmış,böylece insanlıkta ,saygıda,entellikte hepimizin önüne geçmiş olmaktadır.Sanata ve onun vitrini olan müzelere karşı değilim,fakat gerizekalı da değilim!Oya Eczacıbaşı çok matah(!) işler yapmak istiyorsa,gitsin Anadolu’ya,doğuya okullar,kütüphaneler,sosyal ve kültürel mekanlar açsın!Ondan ve Türkiye’nin en başarılı(!) kadını olan Güler Sabancıdan çok daha akıllı,çevik ve atik olan öğrencilere burslar versin,yeni mezunlara iş imkanı sağlasın.Sahip olduğu serveti,gerçekten “sanat” yaptıkları için geçim sıkıntısı çeken gerçek “sanatçı” larla paylaşsın!

İnsanlar Türkçe’yi yüz kelimelik bir dile dönüştürdüler.Ömrünü müziğe adamış insanların kasetleri,cd’leri fiyasko bir satış rakamı ile harcanıyorken,iki dakika içinde uydurul(amamış)muş saçma sapan bir şarkı(!) basın yayının desteği ile onların deyimiyle “büyük beğeni” görüyor.

Düşünmek,üretmek ukalalık ya da anlamını bilmeden kullandıkları entellik oluveriyor.Kavramlar çarpıtılıyor ya da kavramların içi boşaltılıyor.

Haberler( salt cinsel tacizlerden ibaretler),haber merkezinin bağlı olduğu şirket ya da holdingin çıkarlarına göre değişiyor; izafiyet gösteriyor.Haber merkezinin bağlı bulunduğu şirket ya da holding diyorum çünkü basın-yayında gözlemlenen bir olgu ve gerçekliktir; Gazete sahiplerinin iş adamı olması,günümüzde yayın sahipleri de işadamıdır,basın özgürlüğünün holdinglerin yarışına araç yapılmasıdır.

Uğur Mumcu, “Basın özgürlüğü,haberleri serbestçe elde edip yaymak ve her türlü düşünceyi yine serbestçe dile getirmek demektir.Şirketleşme ve holdingleşme demek değildir” diyerek bu konuyu özetlemiştir.

Mehmet Barlas gibi biri,TRT’de ve diğer büyük kanallarda kendine yer bulabiliyorken,Hulki Cevizoğlu iş bulmakta zorlanmakta,kendine ancak ne olduğu belirsiz bir kanal olan,Flash Tv’ de yer bulabilmektedir.Sanırım bu örnekle,”Semra hanım”ı izleyen her 100 kişiden 70’i ile bir korelasyon kurabiliriz.Her ikisinin de arkasında benzer motiflerin yattığı söylenebilir.

Kitle iletişim araçlarıyla yayılan kültürün bir başka amacı da mal-mülk edinimini ve malı ve mülkü ortaya sermeyi kışkırtmak,kullan-at,göster ama okşatma ideolojisini yaymaktır.Herkes kısa yoldan köşeyi dönmek; dizilerde,filmlerde ve reklamlarda izledikleri hayata ulaşmayı hayal etmektedir.Hayal etmekle kalmayıp,bunu eyleme dönüştürüp,hedefe ulaşmada her yolu “mübah” gören bir de stratejiye sahipler.

Pop çağı kültürünün bir başka yönü de “benzeştiriciliğidir”.Bunu bireylere çeşitli kimlikler sunarak yapıyor.Eşitlik,batılılık,doğululuk,apolitiklik,çılgınlık,marjinallik,farklılık... gibi.Bu kimliklerden özellikle milliyetçilik ve apolitiklik bir dogma olarak kabul ettirilir; Kötü amaçlar için “kullanılacak” duruma getirilir.

Popüler Kültürün olumsuzlukları bu kadarla sonlanamaz.Yazımda popüler kültürün en belirgin yanlarına değinmeye çalıştım.Pop çağı kültürü,belirttiğim olumsuzlukların tek başına,bağımsız nedeni değildir.

Egemen güçlerin amaçlarını yerine getiren bir araçtır.popüler kültür,sosyolojik ve politik(siyasi) alt yapı taşıyan bir kavramdır.

Popüler kültür,basın özgürlüğünün tam anlamıyla sağlanması,basının toplumu,bilgilendirme amacına uygun olarak her konuda bilinçlendirmesi ve kitle kültürünün toplumsal adaletsizliğinin sürüp gitmesi ile ne denli bağlantılı olduğunun gösterilmesi ile alt edilebilir.

Artık kendimizi bilmenin,tarihimizi,toplumumuzu bilmenin,”bilinçlenmenin” zamanı geldi.Güdülenmemek,kandırılmamak,yok olmamak için;
Bilinç,her zaman bilinç,iyiyi,gerçeği yaşamak için bilinç!
"Her eve değil,evdeki her bireye “bilinç” lazım.”

Popüler Kültür

Acınası bir çağda yaşıyoruz.İnsanlık kendi yarattığı batağın içinde çırpınmakta.Tüketimin önlenemediği, insanların duygularını para karşılığı sattığı ve boş yere kanların döküldüğü bir bataklık bu...Ve kurtulmak için yapılan her çırpınış bizi biraz daha batırmakta.Bu sorunlarda baş rolü oynayan günümüz insanını, ünlü Fransız yazar Albert Camus'un bir kitabından alıntıladığım bir sözüyle daha da anlaşılır kılmak istiyorum: ''...Öyle ki artık yaşamak adına tek yaptığımız şey sırf okumak için gazete almak(sırf magazin sayfaları için)ve ha bir de bol bol sevişmek....'' Gerçekten de bundan ibaretiz!

Günü gününe yaşadığımızı söyleyebiliriz.Çevrede bir sürü amaçsız ve gelecek kaygısı taşı(ya)mayan-insan var.Ve hiç birinin umurlarında bile değil insanlığın bu bataklıktaki umutsuz mücadelesi.Onlar(ezici çoğunluk)sadece magazin ve karşı cins konusunda tez yazan boş insanlar.Sırf bu boşluklarından dolayı bu kadar sesleri çıkıyor zaten.(Fizik kuralı: İçi boş olan cisim daha çok ses çıkarır.)Sokağa çıktığınızda şöyle bir bakın çevrenize.Görmekte zorlanmayacaksınız bu boş tenekeleri.Çoğunun ağzında tek düze konular.Ya biri bir köşede bir kaç sözde dostuyla güncel magazin haberlerini tartışmakta ya da bir diğeri elinde bir gazete, magazin ve spor sayfaları arasında mekik dokumaktadır...Tabi ki iş sadece gazete ve seks değil.Bunlar en iyimser örnekler.

Umursamazlık, saygısızlık, yaşama karşı duyulan sorumsuzluk(ki sadece bu madde üstüne bile bir kaç yüz tane kitap yazılabilir!Ben burada sadece bir tane cümle diyeceğim: Gerçek anlamda yaşamak varken ne diye yaşar gibi görünmeyi seçiyorsun ki ben insan!?),nefret, düşünmeden hareket etme ve önyargı ise aklıma gelen diğer zaafları senin,benim,onun...Duygularımız da artık eski değerini yitirmiş durumda.''Seni seviyorum'' kelimesi ağızlarda sakız olarak çiğneniyor artık.Eskilerin dev kavramları bile artık küçülmüş durumda.Savaş desen çok kolay ve eski gururunu taşımıyor.İlerdeki tarih kitaplarının günümüzdeki şerefsiz savaşları anlatacaklarını hiç sanmıyorum ;çünkü anlatacak pek bir şey yok.Aşk desen sadece Hollywood filmlerinde artık. Din desen,Tanrı desen yüzüne gülüp geçerler...Ne kadar kötü bir tablo çizdim değil mi? Tabi aramızda bir kaç Don Kişod yok değil.Bazı insanlar her türlü zorluğa rağmen hala eskilere dair erdemleri kalplerinde korumaktalar ve bazı gençler de onları izlemeye çalışmaktalar ama...Ama istisnalar kaideyi bozmazmış.Son söz olarak W.Sheakspeare'ye kulak verin lütfen:

''İNSANLAR KORKUYOR!!!İNSANLAR KAYBETMEKTEN KORKTUĞU İÇİN SEVMEKTEN KORKUYOR.SEVİLMEKTEN KORKUYOR,KENDİSİNİ SEVİLMEYE LAYIK GÖRMEDİĞİ İÇİN.DÜŞÜNMEKTEN KORKUYOR,SORUMLULUK GETİRECEĞİ İÇİN.KONUŞMAKTAN KORKUYOR,ELEŞTİRİLMEKTEN KORKTUĞU İÇİN.DUYGULARINI İFADE ETMEKTEN KORKUYOR,REDDEDİLMEKTEN KORKTUĞU İÇİN.YAŞLANMAKTAN KORKUYOR,GENÇLİĞİNİN DEĞERİNİ BİLMEDİĞİ İÇİN.UNUTULMAKTAN KORKUYOR,DÜNYAYA İYİ BİR ŞEY VERMEDİĞİ İÇİN.VE ÖLMEKTEN KORKUYOR,ASLINDA YAŞAMAYI BİLMEDİĞİ İÇİN...''

Adam doğru söylemiş değil mi?

Thursday 10 July 2008

Sevgi Üzerine

Sevin.
Sevmek güzeldir. İnsan sevdikçe yaşar. Her şeyi sevin; insanı, ağacı, kuşu, böceği, sineği. Sağanak yağmurda sokakta olmayı, yaz sıcağında basket oynamayı, trafikte ıslık çalarak beklemeyi. Hepsi bizim için. Sevsek de sevmesek de bütün bunlar bizim için. Ama hepsini sevmek, sevmeye alışmak yaşamı daha güzel ve yaşanır hale getirir. Hayatın parçası olan kötülükleri bile sevin. Kötü insanları, çamurlu yolları, kokmuş balığı bile.. Bunları sevmek ne mi kazandırır? Bunları sevmekle, iyi olanlarını daha çok sevmeyi öğreniriz. Daha çok sevmekle bir şey kaybetmeyiz. Sevgi, sevgi olarak geri döner.
Yaşam mı?
Şu boktan dünyaya niye geldiğimizi günde kaç defa düşündün? Her gün bir sürü rezillik yaşarız. Trafikte, sokakta, iş yerinde, okulda... Niye? Anlamı ne bütün bu saçmalıkların. "Kötüyü bilmezsek iyinin kıymetini anlamayız!” Nah! Güleyim ve hatta sen de gül. Bizler dünya denen bu çıkmaz sokakta bu salaklıkları yaşarken, diğer evrenler ne alemde çok merak ederim. Yaz sıcağında basket oynayıp, terini soğutmak için oturduğun kırkbeş derecelik gölgede, sivrisinekler kanını emerken hayatın anlamını düşündün mü hiç? Hiç düşünme, hiç tavsiye etmem. Hem de hiç!

Sevgililer günü, anneler günü, babalar günü, çocuk bayramı. Bütün bu günler bizler için. Unutulagelen değerlerimizi tazelemek için fırsatlar bunlar. Annemize tek bir gül verip yanağına kondurduğumuz minik bir öpücükle, onu ne kadar sevdiğimizi, vefa borcumuzu unutmadığımızı hatırlattığımız bir gün; sevgilimize, en mutlu günümüzde çektirdiğimiz bir resimle hediye ettiğimiz resim çerçevesi ve ölümsüzleştirdiğimiz bir anın hediye edildiği bir gün; babamıza bir kravat, çocuklara birer oyuncak verdiğimiz günlerin olması ne güzel. "Seni seviyorum” diyebileceğimiz özel bir günün olması ne güzel. İşte bu günler, bize "sevgi” denen bir şeyin olduğunu hatırlatıp, gündelik hayatın koşuşturmasına harmanlayan değerli günler.

Az çok ekonomiden çakan herkes şu özel gün saçmalıklarını "şıp” diye çözer. Geçen sevgililer gününde kaç ton gül satılmış biliyor musun? Ya babalar günündeki kravat satışlarını? Bilmezsin tabi, babalara gelmişsin haberin yok! İşte bu günler ekonomistlerin süper buluşu olan; "ekonomiyi adam etme” amacıyla tasarlanmış "aptallara sevgi pompalayıp, paralarını sövüşleme günleri”. Dünya üzerinde bu kadar salak olduğunu düşünmek beni korkutuyor. Birileri uyarmıyor mu bunları? Uyarıyordur herhalde. En azından ben uyarmış olayım seni. Ama hala uyarılmadıysan o senin bileceğin iş. "Yok arkadaş olur mu öyle şey, ekonomistlerin işi gücü gün düzenlemek mi” diyorsan hala, yazının devamını okumasan da olur. Senin gibi kaç salak sevgilisine gül alıyor o gün biliyor musun? Neyse boş ver, bilmesen de olur. Sen devam et gün takip etmeyi. Babalar günün kutlu olsun.

"Sevgili”. Ne güzel bir cümledir. İnsana mutluluk verir. Sevgililere imrenerek bakmaz mıyız hep... El ele tutuşmuş bir mutlu bir çift dikkatimizi çekmez mi hiç? Gözlerini birbirinden ayırmadan konuşan çiftler hoşumuza gitmez mi? Sevgiyi paylaşmanın en güzel yolu, anlaşabildiğimiz bir ortak bulmaktır. Sevgili edinin ve onu sevin, onunla beraber her şeyi sevin. Sevgi paylaşıldıkça çoğalır, çoğaldıkça mutluluk getirir. Mutlu insan insandır.

Sevgililer günü deyince aklıma "sevgi” ve "sevgili”nin ne kadar anlamsız olduğu gelir hep. Nedir sevgili? Arkadaş toplantılarında "tanıştırayım; sevgilim..” diyebileceğimiz karşı cinsten hava atma aracı. Cinsel ihtiyacımızı karşılayacağımız (bu karşı cinsten olmak zorunda değil ama o zaman genellikle arkadaş toplantılarında tanıştıramayız) bir şey. "Oha!” diyorsun şimdi. Ama bu iş böyle güzelim. Sevgilinde seni böyle kullanıyor işte. Paran için, aletin için, kariyerin ve kariyeri için ve hatta diet cola için bir aracısın sen. Bu bir ticaret. Tamamen çıkar üzerine kurulmuş bir müessese. Denemesi bedava inanmazsan. "Seni deli gibi seviyorum” diyen sevgiline "Dün taş gibi bir çıtıra atladım, hem de bakireydi” de bakalım n'oluyor. Veya "mali durumum çok kötü, işten ayrıldım. Hiç harcama yapamam. Hatta bir süre görüşmeyelim, kafamı toplamam gerek” demeyi dene. En fazla bir ay sonra yanında yeni bir sevgiliyle görmezsen gel bana. Seni daha iyi sömürecek birini bulurum ben merak etme. Sevgi bir çıkar oyunu, sevgili de oyuncağı. Oyuncu veya oyuncak olmak senin elinde. Nasılsa bir gün geberip gideceksin, bu tip salaklıklarla vakit kaybetmeden işin tadını çıkarmalısın. Asıl mutluluk budur dostum.

Çoğu zaman fark edemeyiz, yanımızda ki insanın bizi ne kadar çok sevdiğini. Omzumuza yaslanmış sevgilimizle izlediğimiz filme dalıp gideriz. Yanımızda ki sevgi yumağından habersiz yaşarız çoğu zaman. Kedimizi sevmek istediğimiz zaman kucağımıza alırız, bir süre sonra otomatikleşmiş okşamamız kendiliğinden sürer. Bunu kedi bile fark edip çeker gider. Oysa bu yaşam, her anında sevgiyle ve hoşgörüyle yaşanması gereken bir yaşam. Sevildiğinizi fark edin, sevdiğinizi fark ettirin. Ama bu mecburiyetten olmasın. Dedim ya sevgi, sevgi getirir. Seven insan mutludur. Seven insan yapıcıdır, verimlidir. Seven insan insandır.

Sevgilin tutturmuş "kaç haftadır sinemaya gitmiyoruz, yemeğe çıkmıyoruz” diye. Ne yaparsın, mecburiyetten çıkarsınız. Önce yemek, sonra sinema. Sırasını sen ayarla artık. Ama o gecenin sonunda ne olur? Tabii ki yatağa düşülür. Performansa ve havanın durumuna göre birkaç posta sevişilir. Sabah yallah işine. Bir hafta karı dırdırı yok "sinema, cak cuk” diye. Sinema araçtır. Bir ön sevişmedir. Hem de bedava bir ön sevişme. Asıl istek tok karnına bir filmle oyalanıp, sevişme saatini getirmek. Kedin kucağına çıkar, biraz okşatır kendini, tatmin olur ve işi bitince çeker gider. Uyan artık be salak, ne sanıyordun ya?! Sevişen insan mutludur. Biraz dişini sıkıp, paranı harcayarak güller gibi sevişirsin. İşte o zaman hem mutlu, hem de fazlasıyla "yapıcı” olursun. Koçum benim, kim tutar be seni..

Sevgi üzerine anlatılacak o kadar çok şey var ki, bu kısacık yazıya..

Sevgi mevgi hikaye moruk. Keyfine bak, ye, iç, seviş. Bolca seviş, yakaladığınla seviş hatta. Sevgili tam bir saçmalık ki evliliğe hiç girmiyorum. Ha bol paralı birini bulur hayatını kurtarırsın o ayrı konu. Eşinin parasıyla git istediğinle seviş. İşte asıl o zaman senden mutlusu yok. Kedini de boğ gitsin. Ayak bağı artık. Eskidendi kız tavlamak için kedi besleme ayakları. Şimdi cebe bakıyor o işler...

Bu kısacık yazıya sığamayacak bir duygudur sevgi. Hakkında yazılan kitaplar bile yetersiz...

Cebin sağlam değil mi abi? Cazibeni kullanıp, sağlam cepli birine yamanacaksın. İşte o zaman istediğin özel günü takip et. Eşine, eşinin parasıyla mücevherler alıp elinde tut. Metresine eşinin parasıyla mücevherler alıp elinde tut. Başka birine metresinin parasıyla mücevherler alıp elinde tut. Hayat budur işte; elinde tuttuğun şey! Senden mutlusu olmaz o zaman. Sıkı tut. Hem de çok sıkı.

Hakkında yazılan kitaplar bile yetersiz kalırken, sizlere sevgi hakkında bir iki şey aşılayabildiysem, dünyanın en mutlu...

Bak o kadar şey öğütledim ve hala hiç birinden hiç bir bok anlamadıysan, git pencereden dışarı "ben salak bir sevgi yumağıyım” diye bağır. Bu kadar diyorum yani. Ben tüm samimiyetimle sana hayatı anlattım işte. Ders çıkarması senden. Çok çişim geldi. Burada kesiyorum. Bunca şeyden sonra hala "sevgi, sevgili, kıl, yün” diyorsan belanı bulursun inşallah.

Dünyanın en mutlu insanıyım. Hepinizi, her şeyi çok seviyorum. Sizde her şeyi çok sevi...

Ulan sen de bir sktr git ya! Manyak mıdır nedir! Sevgi, sevgi, sevgi... Sçtn ağzımıza sabahtan beri...

Sunday 6 July 2008

Postmodern Kölelik

Uzun zamandır üzerinde düşündüğüm bu yazıyı, nihayete erdiriyorum. Uzun ve karmaşık bir yazı olacağını sanıyorum.Bu sebeple zamanınızın ırzına geçeceğim için özür dilemeyeceğim çünkü; ben zamanım.Birkaç kişiden oluşan bir okur grubumun olduğunu kuvvetle muhtemel görüyorum.Bu grup bile,yazımın uzunluğundan ve içeriğinden sıkılıp,yazının sonunu getirmeme taktirini kullanabilir.Bu nedenle bir “promosyon” olayına giriyorum.yazının sonunu getirenlere, ödül olarak, hayatın sırrını vereceğim.Yok eğer siz hala ben tencere-tava takımı,bavul seti istiyorum diye diretiyorsanız, bu yazıyı es geçiniz.

“Bağımsız yargılarda bulunmak pek azların ayrıcalığıdır: diğerlerini otorite ve örnek yönetir.Başkasının gözüyle görürler,başkasının kulağıyla dinlerler.”
(Schopenhauer mi yoksa Kuçuradi mi söylemişti?)

Modernite / Postmodernite / Bilim

Modern kelimesinin en yaygın kullanımı yeninin ya da yakın zamanın anlatımıdır.ister olumlu,ister olumsuz değerlendirilsin,gündelik yaşamda ve kültürde modaya uygun tutumlara modern denilir.Aslında modern radikal bir değişmeden sonra ortaya çıkanı adlandırır ve insana olduğu kadar,insanın ürettiği her türlü yapay çevreye de uygulanır.yani modernite önce insanı sonra ise insanın üretimini değiştirir.Modern olmak artık düne ait olmaya ( klasizmi de içine alır ) ve başka yöntemlerle ele alınması gereken bir dünyada yaşamak demektir.

“Modern “ olmak, “kalkınmış”,yani üretim kapasitesi geniş bir toplum olmaktır.Bu tip toplumlar da Batı dünyasına ait oldukları için; Batı-dışı toplumlar için modern olmak, son tahlilde “Batılılaşmak” anlamına gelmektedir.Bir anlamda,modernliğin Batı-dışı toplumlar bakımından ontolojik değil, epistemolojik temelde inşa edilmek zorunda kalındığını söyleyebiliriz.Çünkü, batı toplumlarında kapitalizmin özsel olarak varolan maddi temeli, Batı-dışı toplumlarda üretimin simgesi olarak fabrika olgusundan çok fabrika fikri tutmuş ve önemsenmiştir.Neticede, “Batılılaşma” doğrultusunda üretimcilik tutukusu, tüketimci bir “şehvete” dönüşmüştür.Burada “tüketimcilik”ten kastım, salt ekonomik bir olgudan ibaret olan değil,ondan esinlenen,sosyo-kültürel bir tutumu ifade etmesidir: tıpkı mal ve para gibi,toplumsal ve kültürel şeylerin de edinilmesinin ve gösteriminin vazgeçilmez bir arzu olarak toplumda yerleşmesi; bu arzunun o topluma aidiyet duyguları yaratmada, “bireyler”e toplumsal konum sağlamada, nihai olarak kendini “modern” şekilde var etmede işlevsel olmasıdır: Tüketimin sosyo-kültürel alanının ve ilişkilerin yerleşik özelliği haline gelmesi, bu doğrultuda fikirlerin,imgelerin ve anlamların da bir “meta” gibi tüketilmesi, nihayet insanların kim olduğunun tüketim kalıplarına ilişkin ( tiki cenahı) sembollere bakılarak belli olmasıdır.

“Batılılaşma” içinde olan toplumlarda insanlar tükettiği oranda toplumsal konumlarını yükseltiyor ve / ya pekiştiriyor.Tüketiciliği ( bizde: g…,göbeği açmak gibi ) onu “modern” yapıyor, modernliği ise kendisini “avangard” toplum bireyleriyle “eşitliyor”; eşitlendikçe ( kendini bi bok sanıyor ) kabul görme duygusunu yaşıyor: Kısacası, ( var ) olmasını, kendi dışında tanımlanmış “kültürel değerlere” sahip olmasına bağlıyor; neticede şizofren bir kimliğe bürünüyor, sadece kendi benliğini parçalamıyor, sahip olduğu değerleri de bölük pörçük hale getirmiş oluyor.

Kapitalizm, alışılmış nesneleri, sosyal hayatın rollerini ve kurumlarını gerçek dışı kılmakla öyle bir güce sahip ki, realist denilen temsiller gerçekliği artık sadece nostalji ve acı olay kipinde, bir tatminden çok, bir acı vesilesi olarak gündeme getiriyor.Gerçekliğin deneyime değil, ama ancak sondaj ve denemelere malzeme olabilecek kadar istikrarsız ve kırılgan kılındığı bir dünyada klasisizm pek olası görünmüyor.( All By Myself,All Cried Out öldü!)

Postmodernizm, herhangi bir tanıma indirgenemeyecek bir karmaşıklığa sahipse de, öncelikle modernikle bir hesaplaşma demek. Bu yönüyle kuşkusuz içinde modernizm karşıtlığı ya da modernizm öncesini de barındırıyor. Heterojenlik, çokseslilik, bölünmüşlük kadar, bunların beraberinde getireceği yanlış anlamaları, yanlış çıkarsamaları, yanılgıları da olumluyan, hatta meşruluk zemini olarak gören bir tavır postmodernizm.

Postmodern, modernitenin içinde gösterilmesi, bizzat gösterimin kendinde öne çıkaran; uygun formların tesellisi ile imkansızın nostaljisini hep birlikte yaşamaya elveren beğeni konsensüsunu reddeden, yeni gösterimleri, tadını çıkarmak için değil, ama gösterilemezin varolduğunu daha iyi hissettirmek için araştırandır. Postmodern bir yazar ya da sanatçı, bir filozof konumundadır; yazdığı metin, ürettiği yapıt, prensip olarak, önceden yerleşmiş kurallar tarafından yönetilemez ve belirli bir yargı aracılığıyla, bilinen kategorilerin bu metne, bu yapıta uygulanmasıyla yargılanamaz. Bu kurallar ve kategoriler, yapıtın aramakta olduklarıdır. Dolayısıyla sanatçı ve yazar, kuralsız ve yapılmış olacak olan’ın kurallarını oluşturmak için çalışırlar.Postmodernin, ‘gelecek zamanın geçmişi’ paradoksuyla anlaşılması gerekiyor.

Postmodernitede farklılık ve çoğulluk temelinde bir kimlik inşasının haklılaştırımı modernitenin “tekçiliği” yadsınarak yapılmaktadır.Modernitenin “ya o ya da o” mottosunun yerini, postmodernitenin “hem o hem de o” ( ve/veya mantığı ayrımı ) meşruluk mantığı alır.
“ Show yourself – destroy your fears – release your mask ! ”

Bilimin bugün için görünürdeki üstünlüğü sahnenin pek işine gelir biçimde düzenlenmesi yüzündendir. Bugün eğitimde bilim bir yüzyıl önce dinin okutulduğu (dogmatik ) gibi okutuluyor.
Dünyanın düşünce teamülleri içindeki hristiyanlar,Müslümanlar,rasyonalistler,Marksistler, hatta liboşlar ( liberaller ) için tek bir gerçek vardır. Bunların hepsi bu gerçeğin egemen kılınmasını isterler. Onlar için “tolerans” bugerçeği kabul etmeyenin bu gerçeğe gelmesi için güleryüz gösterilmesi demektir. Oysa tolerans, bu gerçekle, bu gerçeği kabul etmeyenlerin, birlikte yaşamasına olanak vermektir.

Artık önermelerin doğruluğu ya da yanlışlığından önce, etkinliğe bakılıyor. Bir zamanlar bilimin varoluş nedeni olan aklın, bizzat bilim tarafından tehdit edilmesi sonucunu doğruyor bu. Hakikat arayışının yerine teknik bir ölçüt olan “ iyi bir girdi-çıktı dengesi “ geçince,bilim ile tekniğin ilişkisi de, bir anlamda tersine dönmüş oluyor; bilime teknoloji öncülük ediyor artık.( Uzayda sevişebilme olasılığı ya da uçan-veya suyla giden- arabalar benim umurumda değil! )Bilgi bir enformasyon yığını olarak görüldüğü için de, bilgi edinme etkinliği, genelde “ tinsel bir eğitim “e ya da kişilere bağlı olmaktan çıkıyor.

Bilimin kendi başına pek de eşitliği sağlayamadığı görülüyor her şeyden önce. Eğitim alanında da, aydınlanmış, vatandaşlık bilincine sahip insanlar yetiştirilmek, savaşları önlemek gibi ‘soylu amaçlar’ giderek gözden düş(tü.)üyorlar. İdeallerin yerini, iyi bir meslek ( bol para getiren ) ya da beceri edinme özlemi almış durumda.

Bilim ne insanın ötesinde ne insandan ayrı, ne de tarafsızdır. Bilim yaparken tarafsızlık iddiası kanımca geçersizdir. Hele bilimde duygunun olmadığı, duygunun bilime karışmadığı uydurmasıyla gelen, bilimin dilindeki soğukluğun ve hissizliğin altında gerçekte sinsi ve hunhar bir duygululuk yatar: Bu duygululuk egemen düzenin çıkarlarının yönünde biçimlenmiş derin bir duyarlılığın bilimsel anlatımdan geçen ifadesidir.



Dünya, hücreleri insanlardan meydana gelen tek bir organizmaya dönüşüyor. İnternetin merkezi sinir sistemini oluşturduğu, dünya ticaret sisteminin damarların ve içinde akan kanı kontrol ettiği, çok uluslu şirket yönetimlerinin beyin faaliyetlerini üstlendiği yeni bir organizmayı işaret etmeye çalışıyorum. Üstelik bu organizmanın içinde yer alamayan insan ve bölgeler canlılığını yitirip evrim sürecinden çekiliyorlar (selection).

İnsanların bir araya geldiği ve cemaatten millete doğru ortak bir çatı altında toplandığı organizmalar sürecini yüzyıl kadar önce geride bıraktık. Artık sayısal olarak güçlü olmanın, tek bir millet olmanın, bir arada olmanın da önemi kalmadı.

Şimdi organ ve sistemleri olan, işlevselliğin ön planda olduğu hücrelerin bir araya getirdiği organizmayı oluşturmaya çabalıyoruz ( daha doğrusu yırtınıyoruz ). Kimse sizin var olup olmadığınızla ya da ne olduğunuzla ilgilenmiyor. Ne işe yaradığınız, işleviniz ön planda ( kaç beygirsiniz ). Bir alyuvar hücresi gibi çalışıp zamanı geldiğinde yine aynı işi gören bir başkasına yerinizi bırakmanız isteniyor. Postmodern kölelik de böyle oluyor sanırım.

Hayat köleleştirip sadece işlevleri ile var olabilen insanların oluşturduğu yani bir organizmaya doğru evrimsel sürecini sürdürüyor. İnsanlık ve onun değerleri uzunca bir süre önce evrensel anlamda toprağa gömülmüş görünüyor.

Kölelik Biçim Değiştirdi

“ Kişinin kendi zincirlerinin ne olduğunu bilmesi, bu zincirleri çiçeklerle süslemesinden daha iyidir.” J.J. Rousseau

Ekonomik, sosyal ve kültürel ilişkiler düzeninde köle,esir, tutsak olarak tutulmayı zincirli köleliğin yanı sıra, (a) belli ilişkiler düzenindeki ekonomik bağımlılıkla ve bağımlılıktaki pozisyonla gelen, (b) beraberinde bu ilişkiyi destekleyen, (c) kölenin kendisine,kendi üstündekilere, kendi benzerlerine ve kendinden altta gördüklerine karşı belli hisler oluşturmasını belirleyen, (d) maddi ve maddi olmayan ilişkileri kaplıyan, geniş kapsamlı bir anlamda kullanacağım.

Bugünkü dünyada zincire vuruluş, zincirli demokrasi, özgürlük, fırsat eşitliği, vatan ve millete hizmet olarak sunulması ve bunun sayısız kılıflarda hergün ifade edilmesi gittikçe çeşitleniyor ve artıyorsa, bunun en önde gelen anlamlarından biri de, egemen güçlerin, zincirden kurtulma çabalarına (bilinçli / bilinçsiz ) karşı, zincirin artan ağırlığını gül demetinin ağırlığı olarak sunan ideolojik karşı tepkisidir. Örneğin kemerleri sıkma, vatan için fedakarlığa katlanma ( bu kesim hep aynıdır ), enflasyonu yenmek için ücret artışları yerine kamu zenginliklerini kapitalistin cebine aktarma, çok çalışma, simit satarak zengin olma, gerçekte eşitsizliğin, köleliğin, sömürünün ve soygunun egemen olduğu üretim ilişkilerinin meşrulaştırılması girişimleridir.

Devlet yoluyla Ar-Ge için özel teşebbüse ve üniversitelere milyonlarca ( YTL ) para halkın cebinden verilir. Araştırmalar sonucu elde edilen bulguların patentini bir iki uyanık kişi veya firma alır. Böylece toplumun materyal gücünden ve bilgi birikiminden faydalanarak elde edilen bir sonuç, özel (kutsal) sermayenin eline ve kullanımına sunulur. Bu da tabii, diğer bir vurgunluk ideolojisini desteklemede kullanılır: Çalış zengin olursun.( If you work You will be boss)kapılar açık, bu “açık toplum” ( Open Society and Its Eenemies’i okuyabilirsiniz ), seni engelleyen senden başka kimse yok ( sen salaksan,ben n’payım ). Yeter ki çalış. Breh,breh,breh…

Özgür insan ( postmodern köle ) önünde iki yol bulmuştur; özgürce kalmak veya barınak bulmak,giyecek ve yiyecek alabilmek,bir ev kurarak çocuk yapıp hem kendinin hem de çocuklarının ihtiyaçlarını sağlamak ve yaşamını sürdürebilmek için özgürlüğünü satmak…Böylece, toplumsal üretimi gasp edenlerin emrinde, eskisinden farklı olarak, bu kez “zorlanmadan,arzuyla,özgürce” çalışarak eskisi gibi bir değer yaratır,yarattığı bu değer kendisinin değildir yine. Yarattığı bu değer için ona ödül verilir. Eskiden ödül, sahibinin ihsanıydı,lütfuydu,ağalıydı.Bugün ise bu ödül kapitalist düzenin belirlediği politikaya göre verilen ücrettir / maaştır.

Yaşanan dünyada egemen olan ve kendini insanlık düzeni olarak satan; insanlığı küçülten; yaşam kavgası adına insanları birbirine düşüren; insanların oluşturduğu ilişkileri ve değeri satın almaya ve paraya indirgeyen; işine geldiğinde güleryüzlü,gelmediğinde acımasızlığı doğallaştırıp uygulayan; baskıcı,despot ve akıl almayacak derecede sömürgen ve sürüngen ; her iyiyi kendine teşmil eden, her kötüyü kendi dışına plase eden; hatta bilgisizliğin temsilcisi liderleri bilge ve insanlığın dostu olarak sunan ; Makyavelci-hipokrevinin egemen olduğu toplum sistemlerinin a…. koyim!!!

Koçu bulunduğu tepeden al, bir sürünün içine yerleştir, koçluk yeni bir anlam kazanır: Koç sürüden biri olur. Koçlar ve koçların ( billurları ) bilim adamları koçun koçluğunun kendinden kaynaklandığını “ simit satma “ hikayeleriyle süsleyerek anlatırlar. Böylece fırsat eşitliği, çalışarak ve aklını ( bedenini kullanmanı tavsiye ederim ) kullanarak servet sahibi olma kişiselleştirilerek masallaştırılır ve servetten yoksun bırakılanlar da televizyonda falan ağızlarının salyası aka aka hayallenirler.Neden? Demokrasi ve özgürlük, fırsat eşitliği, tarih, coğrafya, yurttaşlık bilgisi var da ondan (!)! Şunu kesinlikle söylemeliyim: kapitalizm, kendinden önceki örgütlü sömürü sistemlerinden farklı olarak, hem fırsat eşitliği ve özgürlük hayalleri verir hem de istisnaları genel kaide yaparak bu hayallerin gerçekliğini kanıtlar,yanıtlar. Dolayısıyla, kapitalist ideolojide yasal ve teorik olarak “zenginlik” ve “başarı” kapıları herkese açıktır, yeter ki çok çalış ve girişken ol. Başarısızlığın, sefilliğinin ve yoksunluğunun nedeni; toplumsal örgütlenmenin biçimi değil, insanın kendi tembelliği,beceriksizliği,korkaklığı,savrukluğu,iş bilmezliğidir.Aman aramızda kalsın bu, kimse uyanmasın!Özgürlüğe tamam,uykuya devam…

Daha çok ekonomik kölelikten bahsettim yazımda.Sosyal,kültürel ve bilimsel kölelikten, yazımın çok uzun ( boku çıktı) olması sebebiyle, bahsedemeyeceğim.Keza popüler kültür ile ilgili benim ve değerli arkadaşlarımın envai yazıları mevcuttur.Arzu edenler okuyabilirler.Sevgili okuyucu buraya kadar okuduysan “promosyon”u almaya hak kazanmışın demektir.İşte :

Hayatın Anlamı

Hepinizce malum,benden,bizden ve sizden evvel de hayatın manasını sorgulayan birçok düşün adamı ( yanlış anlaşılmasın,kendimi onlarla aynı kategoriye koyduğum felan yok ) oldu ve hala da olmaktadır.Bu zat-ı muhteremler envai cevaplarla, bulgularla karşımıza çıktılar ve çıkmaktalar. Kendi süzgecimizden geçirip,doğru kabul ettiğimiz gerçeklikleri içselleştirip, bu bilgilere sahip olduk. Bizim düşündüklerimizi bizden önce düşünen ve de ifade eden düşün adamlarına yakınlık duyduk. Skolastik felsefeyi,kendi zihnimizde çökerttiğimizden beri, durdurulamaz bir sorgulama sürecine girdik. Nietzcshe, Camus, Shopenhauer, Kant, Einstein, Spinoza v.b. okuduk,okuyoruz.Onların etkisinde kaldık ama yine de özgürce düşünmeye çalıştık,çalışıyoruz.Zaten içselleştirmediğimiz bilginin bize ait olamayacağını da biliyorduk. Felsefe yapmak için felsefe yapmadık. Mutsuzluğumuzun ve sanrılarımızın kaynağını aradık. Bu dünyada ne işimizin olduğunu sorguladık,sorguluyoruz. “Baba” soruların altında kaldık; fakat kendi manivelamızı kendimiz ürettik psikologlara inat.Durduramadık hayatı,insanlığı,gerçeği sorgulamayı.Peki cevap ( lar ) bulabildik mi aklımızı susturabilmek için?

[ İnsan “kişi” olduğu sürece, yani kausal bağlarını kıramadığı, “kişiliğini” silemediği sürece,egoisttir ve bütün yapıp ettiklerinin temelinde şu veya bu şekilde açık veya kapalı olarak, kendisi-bir çıkarı,bir eğilimi,kendisi için istediği bir şey- vardır.]

Hayatın hiçbir anlamı yok! İnsana verilmiş olan en büyük ceza hayattır! İnsan bu cezanın etkisini hafifletmek adına uykuya yatmıştır. Öyle bir dünya kurmuştur ki kendi eliyle, kendisiyle baş başa kalmamak için bir sürü enstrüman üretmiştir: aşk,sanat,teknoloji,sanal,politika,bilim,aile,toplum ( belki de din )v.s.. üç tür insan var: Uyuyan insan,yarı uyur-uyanık insan ve uyanmış insan. Uyuyan insanın tipik özellikleri, “hayata sıkıca sarıldım,polyannayım ben” sloganlarına sahip olmalarıdır. Uyur-uyanıklar ise, ( sanırım kendimi bu gruba dahil edebilirim ) ne uyanmış ve ne de uyuyor olmadıkları için agnostik bir arakesitte yer almaktadırlar.Birşeyi eleştirirler fakat öyle olmadıkları için de sık sık acı çektiklerini düşünürler.Son olarak uyanmış olanlar için ise pek bişey söylemem mümkün gözükmüyor.Henüz o basamağa adımımı atmış değilim.( belki de bu basamağa adımımı atmaya çalışırken düşüp kafamı kıracağım,yiyeceğim)

Sanırım yaşamak için uyumamız gerek.Bunu anlamak için dünyadaki milyarlarca uyuyan insana bakabilirsiniz. Sizden pek farklı değiller,sizinle aynı atmosferden soluklanıyorlar.Fakat onlar aşk,para,maddi hayaller,unvan gibi olgularla rahatça uykuya yatabiliyorlarken ben ve biz ise uykuya yattıkça uyanıyoruz.

Uyku girmez oldu miyoplu gözlerime
Geceyi gündüz eden gülüşün yok artık


Hayatta bir motivasyonumuz,moral değerimiz olmalı. Sanırım bu “sevgi” olabilir ( “aşk” demiyorum özellikle ).İnsan her şeyde kendini sever.Onun dışındakiler hep kendisini görmesi için birer “ ayna” dırlar.Sevgilide,dostta,yalnızlıkta,batan güneşte hep kendini sever.Anam beni rahminden çıkardığı için sever.Sevgilim onu doyurduğum için sever.Arkadaşım ise benimle neşelendiği için sever. Bende : “Allah’ım! Kendim için hiçbirşey istemiyorum.yalnızca anneme hayırlı,güzel,zeki ve çalışkan bir gelin kısmet et.” Diyenlerdenim sanırım ve galiba uyanmak işte bunları yapmamak oluyor.
Sanırım ( hep sanıyorum,hala emin değilim,bilmiyorum ) hayatta herşeyi, herkesi olduğu gibi kabul etmek gerekli. İnsanları çıplak görebilmek ve soyunabilmek aslolan.

[ Bir insanda kavramlaşmış bilgi ağır basınca,o, hep bir öğrenci,bir okuyucu,bir “amatör”, bir eleştirici kalmak zorundadır, günlük dilde ona “mantıki insan” denir. Kavramlaşmış bilgi ağır basınca günlük hayatta o, bir ahlak budalası kesilir; ama kendi çıkarı, uzak veya yakın bir çıkarı söz konusu olduğunda, orada inançlar da, ilkeler de susar, kendi çıplaklığı ortaya çıkar.]

Çıplak görmekten ve soyunmaktan kastettiğimi iki örnekle açıklayıp,yazımı noktalayayım.

Öğretmenlik kutsaldır ( kesinlikle katılıyorum )
Nazmi bir öğretmendir
Öyle ise Nazmi kutsaldır.


Hayır! Kutsal olan Nazmi değil,öğretmenliktir.Kutsal bir ünvanın arkasına sığınan bir insanı kutsal görmek körlük,kutsal bir ünvanın arkasına sığınıp kendini kamufle etmek de acizliktir.İnsanlar, Tanrı’nın verdiği güzel bir vücudu nasıl kendi üretimiymişçesine,diğer insanlara karşı bir avantaj olarak kullanmaya çalışması etik değil ise; Nazmi’nin,öğretmenliğin arkasına sığınarak,kendisini kutsallığa götürme ödevini yerine getirmemesi de aynı derece etik değildir.

Sevişmek günahtır
Nazmi sevişen bir adamdır
Öyle ise Nazmi günahkardır


Hayır! Nazmi günahkar değildir,günahkar olan doğa’dır.Sevişmek isteyen bir Nazmi varsa, aynı zamanda sevişmek isteyen bir X kadın da vardır. Peki onlara engel olan nedir? Hayvanlar özgürce sevişebiliyorken ( lütfen bana hayvanların yaptığı şeyin mekanik olduğunu vs düşüncelerle gelmeyin; emin olun ben kafa patlattım bu konuda),biz neden sevişemiyoruz? Sevişirken aklını kullanan kaç insan var?

İşte dostlar hayatın sırrı: sevişmek,yazmak,ölmek,doğmak, hiçlik ve sonsuzluk ve de bilinememezlik…ilaveten dayı olmak ( dayı olucam inşallah)…
Okuduğunuz için teşekkür ederim.Gözlerinizde kusur meydanda geldiyse tedavinizi kurumumuz üstlenecektir.

Tuesday 1 July 2008

ANA-Bir

"Zayıflar Bizi Kendi Gücümüzden Utanmaya Zorladıkları İçin Kazandılar." Nietzsche

Paylaşmamaya karar vermişken, bir dostla sohbetimiz bu düşüncemdeki yanılgıyı ortaya koydu. Aslında okunmak artık umurumda değil; paylaşmak da! Ben yazarak "Güç İstemi"ne hizmet ediyorum.

"Başınıza geleni hiç bilmiyorsunuz, yaşam yolunda sarhoşlar gibi ilerliyorsunuz, zaman zaman da bir merdiven aşağıya yuvarlanıyorsunuz. Fakat sarhoşluğunuz sayesinde başınız yarılmıyor: Kaslarınız çok yorgun, kafanız çok dumanlı olduğundan o basamakların taşlarını bizim bulduğumuz kadar sert bulmuyorsunuz! Bizim için yaşam daha büyük bir tehlike : Topraktanız biz;...Birbirimize çarptığımız gün vay halimize! Düşersek her şeyin sonu demektir bu!" Nietzsche


Veya-mantığının aşağıda anlatacaklarımı anlamakta zorlanmasının anlayabilirim. Onun için bişey ya A ya da B'dir. Ve bu kurala uymayan herşey onlar için bir paradoks / çelişki / tutarsızlıktır. Herşeyin bir olmasını anladığım şekilde tarif etmeye çalışacağım. Ayrıca buradaki "bir" kavramıyla kastetiğim, her insanın veya herşeyin eşit olduğu kesinlikle değildir.

Bu durumu fantastik bir öykücük kalıbına dökerek anlatmaya niyetleniyorum. Eksik kalacağını baştan itiraf etmemde bir sakınca görmüyorum.

Önce insanaların nasıl "bir" olduğundan başlayacağım; çünkü en çok akla yatmaz görüneni sanırım bu husus. İnsanlar çeşit çeşit görünüyorlar ve hatta biz de zaman zaman onların doğalarının, biricik gen bütünlüğü ve çevre etkileşimleri olduğunu ve bu sebeple binbir şekil farklılık oluştuğunu ifade ediyoruz.

Peki, o zaman inanlar hem "farklı", hm de "bir" nasıl oluyorlar?

Bu yalnızca " canım dokundukları iplik aynıdır, dokuma şekli farklı olabilir " şeklinde ifade edilirse sanırım yeterli olmuyor ; çünkü bu sefer de insanlar " dokuma şekilleri " ile övünebilmeyi ya da başkalarını dövevilmeyi başarıyorlar.
Bunu bir örnekle izah edeceğim, lütfen bu fantastik öykücüğü sakince, sanki dedeniz size uyku öncesi bir masal anlatıyormuş gibi okuyun.

Her insanın bir küre olduğunu düşünün ve bu kürenin üzerinin belli sayıda minik aynacıklarla kaplı olduğunu ve bu aynacıkların karanlık olduğunu varsayın. Bu minik aynacıklar her insanda aynı ve eşit sayıdadır. yani bu durumda bu küreler birbirinin aynıdır.
Her küre dünyaya gelirken "doğa" tarafından bir bonus ile ödüllendirilir. Bu ödül şudur ; bu aynalardan oniki tanesi ( sayı atmasyondur ) ışıklandırılmış olur. Fakat her kürenin farklı yerlerindeki farklı oniki aynası aydınlıktır.

Böylece insan hayata karanlıkta başlamaz, kendisine başlangış puanı üklenmiştir. Aynı yerdeki aynaları aydınlatılmış insanalr arasında tabiidir ki bir tanıma duygusu, sempati oluşur. Kendisinde diyelim A/F/Z aynaları ışıklı olan küre, başkasında R/N/C aynalarının ışıklı olduğunu gördüğünde irkilir ve onu reddetme / yanlışlama / kötüleme gayreti içine girer. Çünkü kendini AFZ zannetmekte ve her kürenin de böyle olmasını istemektedir / beklemektedir.

Küre hayat içinde büyürken bazı olaylar ( Aşk, sarsıcı büyük acılar gibi ) nedeniyle başka kürede aydınlanmış O ve S aynasının kendinde de olduğunu fark eder. Bu farkındalık derhal onun yeni iki aynasını aydınlatır. Böylece 12 aydınlık aynası olan diyelim AFZ... serisi, AFZ....OS haline gelir.

Kürelerin kendini bilmekte gayretleri eşit olmadığından fırsatları da eşit olmayacaktır. Bu sebeple her küre hayatı içinde 12 aydınlık aynasına eşit sayıda aydınlık ayna ekleyemez. Zaten ekledikleri de farklı farklı olduğundan, küreler doğarken farklı gibi görünürken, ölürken de hala farklı görünücektir bu da doğaldır; çünkü kimse karanlık aynaları bilmez.

Bir kürenin bütün aynalarının aydınlık hale gelmesi pek alışıldık bir durum değil. Sadece şunu varsayabilirim o takdirde küre "ışık topu" haline gelir ki bu artık asla ondan alınamayacak "yuvaya dönüş biletidir"( ister Üst-İnsan deyin, ister başka bişey ).
Bunu örneğini ben görmedim, yalnızca bilgelik tarihinde böyle insanlar olduğunda dair kuvvetli sezgilerim var.

Bir diğer ve bence çok önemli aşama ise şudur:

Bazı küreler hayatlarında öyle çok aynayı aydınlatırlar ki, aydınlık bölümler, karanlık aynaları çerçeveleyecek şekilde öyle bir dağılır ki hala karanlık duran aynalar da "bilinir" hale gelir!
Şöyle örnekleyelim: Diyelim küre doğduğunda üstünde İstanbul, Honolulu, AlmaAta, Erzincan, Van... aynaları aydınlatılmış olsun. Diğer her yer karanlıktır. Bu kişi hayatı boyunca öyle çok ayna aydınlatmayı başarır ki, kıtalar tarafından çevrelenmiş okyanusu, yani bizim deyimimizle "hala karanlık aynalar" bölgesinin varlığını anlar. Bu durumdaki kişi herşeyin "bir" olduğunu artık bilir. Fakat bir ışık topuna dönüşmemiştir.

"Şu an" dan kopmuş ve simgeler / düşünceler yolu ile yaşamaya başlamış insanların yukarıdaki aşamalardan geçmesi bir zorunluluk haline gelmiştir. Dışımızdaki dünya aslında zihnimizdedir ve oradan yansıtılır. Milyarlarca insan tarafıdnan yüzbinlerce yıldır yansıtılan bu görüntüyü artık "gerçek" kabul etmek zorundayız. Zihin imgeler çöplüğüdür. "Ben" dediğimiz algımızın, zihnimizdekiler olduğu yanılgısı en büyük açmazımız olur. Oysa "ben" algısı tektir. Kendini zihindekiler zannederek ayrıştırır ve isim koyar ; Ayşe, Osman, Sibel gibi...
Ayrıştırma anlamanın bir yolu olmakla birlikte eğer bubu ifrata vardırırsanız sonu tımarhanede biter. Ve çok sayıda küre bunu yaparsa bu dünya böyle sonsuza kadar "oyun"u geveler.

Çok yaklaştığınız objenin çekim alanı sizi yutar; çünkü o obje yüzbinlerce yıldır sayılmayacak kadar çok insanın enerjisini içinde barındırmaktadır. Bir kişinin enerjisi bunun yanında hiç kalır. Kuvvetli olan zayıfı yutar; oyunun en gözde kuralı budur ( Güç-İstemi ). Bu sebeple herhangi bir şeye yaklaşırken; anlayabilecek kadar yakında, yutulmayacak kadar uzakta durmak gerekiyor.

"İnsanlar ışığın çevresinde toplaşırlar, daha iyi görmek için değil, daha iyi parıldamak için."
"Kişi, ışığını karartmayı da bilmelidir, böceklerden ve hayvanlardan kurtulmak için." Nietzsche

Wednesday 4 June 2008

Nazım Hikmet Ran


It is the 45th anniversary of Nazım Hikmet Ran. You know, he is the one of the biggest poets in the world. I don't wanna tell anything about him, i can't do either! He is the one whom I adore and take him as my model. He was a friend of my father too, from Bulgaria. Anyway, i wanna share a Nazım's poem with you. There is need to tell nothing; the poem tells us everything. Here it is :


ABOUT LIVING


I


Living is no laughing matter:

you must live with great seriousness

like a squirrel, for example-

I mean without looking for something beyond and above living,

I mean living must be your whole occupation.

Living is no laughing matter:

you must take it seriously,

so much so and to such a degree

that, for example, your hands tied behind your back,

your back to the wall,

or else in a laboratory

in your white coat and safety glasses,

you can die for people-

even for people whose faces you've never seen,

even though you know living

is the most real, the most beautiful thing.

I mean, you must take living so seriously

that even at seventy, for example, you'll plant olive trees-

and not for your children, either,

but because although you fear death you don't believe it,

because living, I mean, weighs heavier.


II


Let's say you're seriously ill, need surgery -

which is to say we might not get

from the white table.

Even though it's impossible not to feel sad

about going a little too soon,

we'll still laugh at the jokes being told,

we'll look out the window to see it's raining,

or still wait anxiously

for the latest newscast ...

Let's say we're at the front-

for something worth fighting for, say.

There, in the first offensive, on that very day,

we might fall on our face, dead.

We'll know this with a curious anger,

but we'll still worry ourselves to death

about the outcome of the war, which could last years.

Let's say we're in prison

and close to fifty,

and we have eighteen more years, say,

before the iron doors will open.

We'll still live with the outside,

with its people and animals, struggle and wind-

I mean with the outside beyond the walls.

I mean, however and wherever we are,

we must live as if we will never die.


III


This earth will grow cold,

a star among stars

and one of the smallest,

a gilded mote on blue velvet-

I mean this, our great earth.

This earth will grow cold one day,

not like a block of ice

or a dead cloud even

but like an empty walnut it will roll along

in pitch-black space ...

You must grieve for this right now

-you have to feel this sorrow now-

for the world must be loved this much

if you're going to say ``I lived'' ...


Nazim Hikmet

February, 1948

Sunday 11 May 2008

1 Mayıs Ekseninde 68 Kuşağı ve Eğitim Sistemi Üstüne Bir Deneme

“Türk genci, devrimlerin ve rejimin sahibi ve bekçisidir.Bunların gerekliliğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır.Bunları güçsüz düşürecek en küçük veya en büyük bir kıpırtı duydu mu, bu memleketin polisi vardır, adliyesi vardır demeyecektir.Hemen müdahale edecektir.Elle, taşla, sopa ve silahla, nesi varsa onunla.Yine düşünecek, demek adliyeyi de düzeltmek gerekir,diyecektir.Onu hapse atacaklar.Yasal yoldan itirazlarını yapmakla birlikte;Bana, İsmet Paşa’ya, meclise telgraflar yağdırıp,Haklı ve suçsuz olduğu için serbest bırakılmasını,korunmasını istemeyecek,Diyecek ki: Ben kanaatimin gereğini yaptım.Müdahale ve eylemimde haklıyım.Eğer buraya haksız olarak gelmişsem,Bu haksızlığı oluşturan nedenleri düzeltmek de benim görevimdirİşte,benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği...”
Mustafa K.ATATÜRK


Salt 1 Mayısı konu edinen bir yazıyı kaleme almayı planlarken, manevra değiştirerek 1 Mayıs akabindeki manzarayı gördükten sonra kağıda dökmeye karar vermiştim. Hatta yazının başlığını “ 2 Mayıs “ olarak atmayı planlıyordum. 1 Mayıs’tan bu yazının kaleme alınışına kadar geçen süreçte, 68 olaylarının 40. yılı nedeniyle ve kronik bir problem olan eğitim sistemiyle, konu kapsamını genişletme kararı aldım. Bir okurum tarafından ( aynı zamanda arkadaşım olan bir okurum ) 1 Mayıs’ta konu ile ilgili bir yazı yazmamış olmam nedeniyle kafasında soru işaretleri oluştuğunu öğrendim. Beni tanıyanlar görüşlerimi az-çok bilirler, en azından hangi cenahta yer aldığım ortadadır ki kendimi bir tek ideolojiyle sınırlandıran biri olmadığım şimdiye kadar anlaşılmış olmalıdır diye düşünüyorum. Kulvar değişikliklerinin moda olduğu bu dönemde arkadaşımın benle ilgili muallakta kalmasını anlayabiliyorum. Buradayım, kendimi ifade edebildiğim kadar netim ve bu konu hakkındaki ifadelerimi uzun olacağını düşündüğüm bu yazıyla ortaya koymaya çalışacağım.

1 Mayısın doğuş sürecinde, çıkış noktası, anti-amerikancı söylemler bağlamında bir paradigma olması nedeniyle ilginçtir. 1886 yılında Amerikan işçi sınıfının 8 saatlik iş günü için vermiş olduğu mücadelede sonucunda Şikago’da birçok işçinin ölmesi ve 4 işçi önderinin idam edilmesi sonrasında 1889’da Fransa’da toplanan 1.Enternasyonel 1 Mayıs’ın dünyanın her yerinde , "İşçi Bayramı" olarak kutlanması için karar alıyor.

Ülkemizde ise bu konuyla ilgili cumhuriyetin ilk yıllarından sonraki en kalabalık miting, 1977 yılında Taksimde yaklaşık 500.000 kişinin katıldığı ve 34 kişinin hayatını kaybettiği gün , tarihe Kanlı 1 Mayıs adıyla geçti. Ve bu kanlı günün sorumlularının hala ortaya çıkartılamamış olması tarihe büyük bir utanç lekesi olarak kaydedilmiştir! 68 kuşağını başlatan olayların ilki Fransa’daki Sourbonue Üniversitesinde meydana gelen öğrenci isyanıdır. Elbette devrimci Che Guevera’nın da 1967 yılında Bolivya’da yakalanarak öldürülmesinin bu olayların başlangıcına neden olduğunu söyleyebiliriz. 68 kuşağının Türkiye’deki uzantısını ise Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan, Mahir Çayan, Harun Karadeniz, Sinan Cemgil, İbrahim Kaypakkaya gibi öğrenci liderleri ve devrimciler oluşturmuştur. Solun bu dönemde çeşitli fraksiyonlara ayrılmış olması nedeniyle Kanlı 1 Mayıs’ın sorumlularının sol gruba mensup kişilerce yapıldığı önyargısının günümüze kadar gelen uzantılarının sonuçlarını hep birlikte gördük. İşçilerinden, emekçilerinden bu kadar ürken, onları “ayak takımı” olarak gören hükümet onlara hak ettikleri onuru (!) jopuyla, gaz bombasıyla, su tankıyla vermiştir!

2008 1 Mayısı, faşizan ve despot bir tavır sergileyen iktidar ve kabadayı ağzıyla tehditler savuran Muammer Güler şefliğinde orantısız güç kullanan bir polis-asker korosu gölgesinde geçmiştir. İşçi ve emekçilere Taksim yasağını, provakasyon istihbaratını ve geçmişte yaşamış olduğumuz acı günü gerekçe olarak sunan hükümet, insanların birbirlerini öldürdüğü maç kutlamalarına; tüm dünyanın dikkatini üzerimize çeken yılbaşı kutlamalarındaki ahlaksız karakteristiklerin dışavurumu için zemin oluşmasında bu tarz bir güvenlik ( ! ) ihtiyacı hissetmemiştir. Hatta daha da ileri giderek , işçilerin provakatif eylemler olabileceğini düşünemeyeceğini, kendilerini koruyamayacaklarını düşünerek onların adına onları koruma görevi üstlenerek onları hem fiziken hem de manen dövme ironisini ortaya koymuştur! Muhterem zat , sayın Erdoğan der ki “ Devlet 1 Mayısla ilgili görevini yapmıştır, sağduyu kazandı”. Bu zatın bu tarz açıklamalarına alışmış biri olarak çok şaşırdığımı söyleyemem. Kendilerine göre hemen hemen tüm konularda her şey rayındadır, ve treni rayına sokmuş olanlar olarak söyledikleri ve yaptıkları her şey mutlak doğrulardır. Türkiye’yi müreffeh (!) bir çizgiye taşıyan bu kişilerin iki de bir halkın istemlerinin kendi zihniyetleriyle aynı doğrultuda olduklarını Gine Papağanı gibi tekrarlamaları, geçmiş yönetimlerde yer alan tüm hükümetlere bok atmaları, takıyyecilik-demogogluk alanlarındaki uzmanlıklarıyla iktidar kalmayı başarıyorlar. Provakatif eylemlerin önünü kesmeye çalışan bir hükümetin 1 Mayısta provakasyonun odağı haline gelmesi sizce düşündürücü değil midir? Bu yetmiyormuş gibi kara çalmaya çalışırken bilgisizliklerini ortaya çıkaran gafları da meşhurdur sayın başbakanın. 1 Mayıs yasağının müsebbibi olarak göstermek istediği CHP’nin iktidar olduğu dönemde, 1978 yılında, 1 Mayıs huzur içinde kutlanmıştır.1979 yılında ise sıkıyönetim vardı. Konumuz bir partiyi savunmak diğerini yermek değildir. Konumuz yok sayılan, sömürülen, aşağılanan, modern ve demokratik olgular altında boynuna zincir vurulan işçi ve emekçi arkadaşlarımıza ve onların yanında olan öğrencilere, aydınlara, siyasetçilere, bilim adamlarına, vatandaşlara yapılan çirkin, gaddar ve faşizan muameledir! Bir adım daha ileri giderek hükümet bu olayları sözde hükümeti devirmeyi amaç edinmiş Ergenekon çetesi ile bağdaştırırsa hiç şaşırmayalım keza bu ülkenin yetiştirmiş olduğu en büyük beyinlerinden ve 68 kuşağının önemli temsilcilerinden biri olan Türk Tabipleri Birliği Başkanı Prof.Dr.Gencay GÜRSOY gözaltına alınmıştır.Neden? Çünkü 1 Mayıs’ta yaşanan çirkin olaylar için Savcılığa suç duyurusunda bulunmuştur.

Türkiye’de, çalışanlar; “değer üreten” değil de, yaratılan “değerden” pay alanlar olarak görülür ve bu "payın", en az olması gerektiğine ilişkin yaygın bir yargı oluşmuş durumdadır. Dolayısıyla ekonomik düzenleme içinde emekçiler, adeta “yük” sayıldığı ve bu ön yargıyla sosyal güvenlik sorunlarına çözüm arandığı için; sosyal güvenlik sorunlarının “burjuva demokratik” anlamda dahi düzenlenmesi yapılamaz durumdadır. Kapitalist sistem yalnızca burjuvazinin yaşamını güvence altına alır. Sosyal güvenlik sistemi ise, işçi sınıfının, burjuva sınıfın yaşamına tehdit unsuru olmadan ölmeyecek kadar / sürünerek yaşamını sürdürme koşullarına sahip olmasını düzenler. Burjuva devlet hukukunun asli argümanı olan sosyal güvenlik yasası, işçi sınıfının kendini köleleştiren sisteme onay vermesini ve karşılığında, kölelik koşullarının sürdürülmesinin güvence altına alınmasının kurallarını koyar. Sosyal güvenlik yasası kölelik yasasının kapitalizm dilinde okunuşudur.

TÜSİAD gibi kurumların 1 Mayısın tatil edilmesini istemesi bir nevi timsah gözyaşları gibi değerlendirmemiz mümkündür. Son zamanlarda Arzuhan Yalçındağ hanımefendiye bayılıyorum (!) zaten. Ne de olsa kendisi Türkiye’nin en güçlü kadını (!). Bu ülkede bu kadar eğitimli-eğitimsiz işsiz olmasının sorumlularından birisi de devlet ile birlikte bu kurumdur diye düşünmekteyim. Kanımca işgören maliyetlerini minimum seviyede tutabilmek ve çalışanı ehlileştirmek adına oluşturulmuş bilinçli bir işsizler havuzu vardır ortada. Bunu görebilmek için alem-i cihan olmaya gerek yok! İşçileri, emeğini satmak zorunda olan çalışanları bir tehdit unsuru olarak gören hükümet ile karını maksimize etmede işçiyi sistemin mekanik bir parçası olarak gören sermayenin arasında pimpon topu gibi kalmış çalışanların “sosyal devlet”, “ sosyal güvenlik yasası”, “toplumsal barış “ demokratik hak” gibi kavramlarla uyutulduğu bir ülkede, buna muhalif bir şeyler söyleyenlere hükümet ve çıkar grupları tarafından koro halinde “siyasal-hukuksal linç” uygulanması vahimdir. Tüm dünyanın dönüşümünde, değer yaratımında başrol oynayan işçilerin, emekçilerin bu kadar sömürüldüğü, 2. sınıf insan muamelesi gördüğü bir düzenin en önde giden örneğinin Türkiye’de yaşandığını söyleyebiliriz. Endüstri mühendisliği ve işletme okumuş, yöneticilik yapan biri olarak, ekonomik hayattaki varoluşumun kökeninde işçinin yattığı gerçeğini görebiliyorum. Daha fazla kazanıyor, organizasyon şemasındaki pozisyonum ve sosyal statüm gereği “ saygın “ ve “ayrıcalıklı” sayılıyorum. Giydiğim temiz janti takımlar ve taktığım kravat beni belli bir sınıfa sokuyor Okuduğum gazete, üye olduğum dernek veya partiler benim siyasi yaftam olmaktadır. Hatta tuttuğum takımın bile sosyolojik analizini yapanlar oluyordur muhakkak. Zaten hep başkaları bizim adımıza birşeyler yapmıyor mu bu ülkede? Üniversite mezunlarının %70’lerinin yetersiz, bilgisiz olduğu bir ülkede, okuma-yazma bilmeyenlerin oranının azımsanmayacak derecede olması, her şeyin diploma, belgeler, sertifikalar ve sınavlarla ölçüldüğü bir ülkede sağlıklı bir gelecek yaratmamız düşüncesi ne kadar sağlıklıdır? Cümle kuramayan, kendini ifade edemeyen, matematik bilimi dışında ortak paydada buluşulabilmesi hiç olası olmayan diplomalıların yaşadığı bir ülkeden bahsediyorum.
Yapılan araştırmalar göstermektedir ki günümüzde okuma ve anlama kabiliyetini en iyi geliştiren Yeni Zelandalılar, matematiği en iyi öğretip kullandırmasını bilen ve yabancı dili öğretmede ve öğrenmede en başarılı olan Hollandalılar, fen bilimlerini teknolojiye en iyi aktarıp uygulayan ve bunu en iyi öğreten Japonlar ve Ruslar, lise seviyesinde en başarılı ve kaliteli eğitimi veren aynı zamanda en kaliteli öğretmen yetiştirmede dünyada tek ülke Almanlar, üniversite seviyesinde özellikle lisansüstü eğitimde ve sanat dalında en iyi öğretimi veren ABD, dünyada ilk sırada yer alan ülkelerdir. (2 Aralık 1991 Newsweek)

Gaye, çocuklara birtakım gerçekleri öğretip ve onlara bilgi yükledikten sonra, kendi geliştirdiğimiz testlerle, yüklenilen bilginin ne kadarını aldıklarını değerlendirip ölçmek değildir. Bizler, yürüyen ansiklopedik insanlar yetiştirmeyi düşünmemeliyiz. Bizler öğrenciye kendine güvenmesini sağlayacak eğitim ve onun hayalini, hassasiyetini, öğrenme, anlama aşk ve şevkini arttıracak bir eğitim vermenin derdinde olmalıyız. Bizler öğrencinin konuyu ezberlemesini değil, kavramasını, anlamasını ve o bilgiyi kullanabilmesini sağlayan bir sistemin temellerini atmalıyız. Onlarda, bağımsız araştırma ve rapor yazma kaabiliyetlerini geliştirmeyi hedefleyen müfredatları geliştirmeliyiz.

Mevcut eğitim sisteminin ( özellikle 80 sonrası ) müfredatının bu ülkeye ve eğitim almış olanlara pek bir şey kazandırmadığı acı bir gerçektir. Ne de olsa önce binayı diken, sonra alt yapı çalışmalarına önem veren bir zihniyetin mirasyedileriyiz! İlkokul eğitimini Bulgaristan’da tamamlamış, ilkokul sonrasından yüksek lisans seviyesine kadar olan eğitim sürecini Türkiye’de tamamlamış biri olarak bilimin deneysel yüzünü görmemiş olmam, yabancı dil eğitimin tamamen yetersiz olduğuna şahit olmuş olmam ayrıldığım topraklarla, geldiğim topraklar arasında sıkışıp kalmama neden olmuştur. Henüz bir ilkokul öğrencisiyken birçok deney yapma şansına sahip olduğum, matematik ve fen bilimleri alanındaki sağlam temelleri attığım, daha ilkokul 3. sınıfında ingilizce, almanca ve rusça dillerini ciddi şekilde öğrenmeye başladığım, felsefe ve edebiyata diğer bilim dalları kadar önem atfedilen, satranç bilmeyenlerin mahcup düştüğü, haftanın 2 günü okul sonrasında yol kazı ve ağaç dikme çalışmalarına fiilen katıldığım, tarihi ve kültürel yerlerin hemen hemen hepsini yerinde görmüş ve içselleştirmiş, en az üç dalda lisanslı olarak spor yapmış, sadece bilginle, zekan ve insanlığınla var olabildiğin bir toplumda hem de komünizm ile yönetilen bir Bulgaristan’da çocukluğumun 12 yılını geçirdim. Hani şu 7-8 milyonluk ve fakir (!) Bulgaristan! Kültür şokunu üzerimde yıllarca taşımış ve hala adaptasyonumu tam sağlayamamış biri olarak nostaljik bir serzenişt içerisinde olduğum düşünülebilir. İlkokulda A.Einstein,Eflatun, Hegel, Marx, N.Hikmet, Atatürk, Lenin okunan bir ortamdan bahsediyorum.
Türkiye’de kitap okunma oranlarının düşük olduğu yönündeki istatistiki sonuçların doğru olduğu kuşku götürmez fakat altında yatan sosyoekonomik nedenler yadsınıyor gibi geliyor bana. 100 kuruş fark nedeniyle insanların BESAŞ ekmeği kuyrukları oluşturduğu bir ülkeden bahsediyoruz. İnsanların vahşi yaşam mücadelesine itildiği, gerçek anlamda sosyal güvenceleri olmayan, mezarda emeklilik reformuyla “ yaşlılık hayalleri” bile elinden alınmış bir ülkede ekonomik olarak gazetelerin “anlamlı” olması bile okuma motivasyonun sağlanmasında yetersiz olduğu ortadadır. “ Yatmadan Önce 100 Fırça Darbesi “ tarzı kitaplar bile 10 – 15 YTL, Edebi ağırlığı ve kalitesi olan kitaplar ise 20 – 30 YTL seviyelerinde seyrederken ve “ korsana hayır “ duyarlılığı gösterdiğimiz bu günlerde nasıl kitap edinebileceğimizi, kölelik şartları altında günde 12 saat çalışanların nasıl zaman bulup kitap okuyabileceğinin formülünü bize, aristokratlarımız ve oligarşinin önde gelen babayiğitleri söyleyebilirler mi?

Bağımsız Eğitimciler Sendikası'nın (BES) AR-GE birimi " Türkiye'nin Okuma Alışkanlığı " adlı bir rapor yayımladı. Rapora göre, Türkiye'de okunan kitaplar, genellikle " siyaset, aşk, cinsellik " konularını işliyor. Günde ortalama 5 saat televizyon seyreden Türk halkı, kitap okumaya yılda yalnızca 6 saat zaman ayırıyor. Türkiye, kitap okuma konusunda çoğu Afrika ülkesinin gerisinde kalmış durumda. Japonya'da toplumun yüzde 14'ü, Amerika'da yüzde 12'si, İngiltere ve Fransa'da yüzde 21'i düzenli kitap okurken, Türkiye'de bu oran on binde 1. Manzara ortada, çelişkiler yumağının odağında olan insanlar suçlanmadan evvel yaşamın kendisinin bir çelişki yumağı olduğu gerçeğini sanırım artık kanıksamamız yerinde olacaktır.
68 Kuşağı da mı oku(ya)mayan bir kuşaktı? 68 ruhunun oluşumundaki temel argüman “ Kapitalizm ve Savaş “ karşıtlığıdır kuşkusuz. Dolayısıyla bu dönemin gençliği kapitalizm ve savaş karşıtı ideologların ve yazarların kitaplarını okumuş, düşünmüş, sorgulamış ve devrimci bir çizgide yer almıştır. Kuşkusuz 68 yılında yaşamış olan herkes 68 kuşağına mensup değildir, bu noktaya dikkat çekmekte fayda vardır diye düşünüyorum. Kuşkusuz her kuşağın okuyan, sorgulayan, tartışan ve toplumsal olaylara duyarlı insanları olduğu değişmez bir gerçektir. Kuşkusuz 80 sonrasında televole kültürüyle yetişen bizlerin 68 kuşağını ve dünya dinamiklerini anlamasını bekleyemeyiz. Mevcut sistemin devamını garanti altına alacak yeter nicelikte zombie’ler yetiştiren devletin sözde rejim tehlikesi ihtimali karşısında takındığı 1 Mayıs tavrı ortadadır. Seçim sistemimizin sakatlığına ise hiç girmiyim keza yazının zaten cılkı çıkmış durumdadır, toparlamam da pek mümkün görünmüyor.
Kuşkusuz bu topluma daha fazla felsefe, daha fazla tarihi ve siyasi bilinç lazımdır. Tüm olumsuz koşullara rağmen daha fazla okuma alışkanlığı, sorgulayıcı ve eleştirel bakış açısı; inşa eden, dönüştüren bir kimlikle birlikte mucize hayal eden devrimci ruh lazımdır! Çirkinliklerin gölgesinde bıraktığımız 1 Mayıs sonrasında şimdiden gelecek 1 Mayısların güzel geçmesi için toplumsal ve siyasal zemini inşa etmeliyiz. İşçilerimizi, emekçilerimizi, yaşlılarımızı, çocuklarımızı, gençlerimizi başımızın tacı etmekten korkmayan hükümetler diliyorum. Hepinize saygılar diyerek sizi Jose Marti’nin şiiriyle baş başa bırakıyorum :

Aynı yalınlıkla ölmek isterim

Kırda bir çiçek gibi, sakin, gösterişsiz.

Mum yerine yıldızlar parlasın üstümde

Yeryüzü uzansın altımda sessiz.

Ben aydınlık ve özgürlük delisiyim

Varsın hainleri gizlesinler soğuk bir taş altında

Dürüstçe yaşadım ben, karşılığında

Yüzüm doğan güneşe dönük öleceğim.

Friday 18 April 2008

SABAH'a Mektup

Sabah gazetesinin sadık bir okuyucusu olmasam da bab-ı alinin zihniyetini ve görüşünü görmek, tek kaynaktan beslenmemek adına mümkün olduğunca gazetenizi okumaya çalışan biriyim. Fikir ayrılığı, çeşitliliği ve zenginliği kavramlarına hoşgörüyle bakan birisi olmakla beraber ortak paydada buluşmamız kati olan birçok meselede bile beni hayrete ve dehşete düşüren görüşlere rastlamaktayım son zamanlarda. Türkiye, hem ekonomik hem de toplumsal uzlaşı noktasında tarihinin en dip seviyesini görmüştür. Bunda elbette hükümetin, muhalefetin, iş dünyasının ve cahil akıllısı köşe yazarlarının payı büyüktür. Çoğunluğun tahakkümünde kalmış olan azınlığın yok olma noktasına geldiği, hukukun iktidardakilerin işine gelir yönde reforme edilmesi; demokrasi, özgürlük, ekonomi, sosyal devlet kavramlarının hatta ve hatta bilimin iktidar olanların görüş ve ideolojilerine hizmet edecek şekilde manipüle edildiği 3. dünya savaşının başladığını söyleyebilirim. Çoğulculuk ve bireysel hakların koruma altına alınamadığı bir ülkede demokrasiden söz edilmesi salt teorik alanda kalır ki bu pratik hayatın içinde olan bizler için pek de anlamlı olmayan bir durum.

İş dünyası istihdam vergileri üzerindeki yükte şikayet edeceğine, bu ülkenin sorunlarının çözümüne gerçek anlamda ortak olsun, kar oranları aşağıya çeksin! Bu ülkenin ve bu ülke insanının zenginliğini kullanarak ( sömürü de diyebiliriz ) bir yerlere gelmiş bu insanlara bu kadar tapılması, önümüze başarılı insanlar olarak altın tepside sunulması tıpkı futbol ve din gibi uyutma politikalarının bir sonucudur!

Bu ülkenin sosyologları, antropologları, sosyal bilimcileri bu toplumun yapısı tekrar bir incelesinler. Bulgular sonucunda görülecektir ki yıllardır övündüğümüz sıcakkanlı, misafirperver, yardımsever, dayanışmacı, alçakgönüllü, toplumsal olaylara duyarlı , bilinç sahibi kavramlarının bu toplumun başat özelliği olma gerçeğini artık kaybetmiş olmasıdır! Her şeyi tüketen, sorgulamayan, toplumsal olaylara duyarlı olmayan, bilim ve felsefeyi sadece çok para kazanma unsuru olarak kullanan; kutsiyet verdiğimiz kavramlar arkasına gizlenirken ötekinin hayatını mahvettiğimiz; Avrupanın sadece zenginliğine, teknolojisine, modasına ve seks yaşantısına öykündüğümüz bir içi boş diplomalar ve sertifikalar sahibi bir aydın (!) grubu tarafından yönlendirilen yan yatmış bir gemiyiz güvertesinde umut olmayan. Herkes bişeylere taraftır ama sizin taraftarlığınız iktidar ve sermaye çevreleriyle sınırlıdır. TÜSİAD diye bir kurum halkın vekillerine akıl verebiliyorsa ve sizler de şakşakçılığınızla bu kesimi yüceltiyorsanız, bizler için söylenecek daha çok şey vardır !


Nazmi ŞENTÜRK

Wednesday 5 March 2008

Ortaya Karışık

Uzun zaman oldu yazmayalı. Kalemimin pas tutmuş olma ihtimali olsa da bugün bişeyler yazacağım. Yazmak, seks ve koşunun ardından tüm varlığımla boşalabildiğim bir başka alandır. Bu üç edimde boşalım sonucu ortaya çıkan ürün farklı olsada, tasarım ve nihai kullanım açısından ortak birçok özelliği barındırdığına hiç kuşkum yok. Yazmak bir isyan, bir dışavurumdur benim için, içimdeki patlayıcı moleküler enerjiyi kelimelere döktüğüm! Ne dünya üzerindeki tüm gramerlerin doktoru olmam, ne de müthiş kelime dağarcığına sahip bir hatip olmam anlatmak istediklerimi anlatabilmeme yeterince yataklık edemez. Gördüğünüz ışık ateşin kendisi değil, kıvılcımı olabilir; işte bunun idrakiyle hayata bakanlara akıllı denir bence. İnsan hep bir süzgeç, bir dönüştürücü ( transformer ) olmak zorunda. Anneme farklı anlatmalıyım beni anlayabilsin diye, kız arkadaşıma, elemanıma, yeni tanıştığım birine, farklı kültürden olan birine, daha tanışmadığım birine.... şu malum insan beyni madem o kadar ( ki insanın kendisin de öyle olduğu söylenir ) mucizevi, neden frekans yoluyla, sadece düşünerek karşıya aktarım yapamıyor? Neden onun yapması gerektiği şeyi ben onu kullanarak dil vasıtasıyla yapmak zorundayım? Bu yazıyı okuyan ve okumayan sizler, hepiniz akıllı olduğunuzu sanıyorsunuz, hele hele bunu sertifikalara, diplomalara, sınavlara, testlere veya çok para kazanmaya dayandırıyorsunuz ya, işte acı-komik olan bu! Kısmen de olsa güzel / çirkin olduğunuzu kabul edebilirsiniz, yeteneksiz ve ucube olduğunuzu da ! ...ama aklı kimseye bırakmazsınız, o kadar sizde çok var ki ondan, dünyayı yıkıp tekrar inşa edersiniz yap-boz hafifliğinde. Bir de olayın biz salak olanlar için trajikomik boyutu ise kendi elinizle yarattığınız kutsal (!) kavramlar ve içinde boğulduğunuz fenomenlerin bize karşı bir kılıç gibi kullanılmasıdır. O kadar statik ve berrak kavramlarınız var ki kıçımıza bile girse zevkini süreriz! Müthiş bir duygu kombinasyonu altında yarattığınız çemberin dışında kalanları engizisyon mahkemesinde sallandırsanız onurlandırırsınız ama siz bunu yapmayıp can çekişerek yaşamamıza izin veriyorsunuz. Sizlerin kutsal kavramları var arkasına gizlendiğiniz : aşk, din, vatan, insanlık, kardeşlik vs... Lütfen biri bana anlatabilir mi ne kareşliği, ne aşkı? Bu ülkede en çok kardeşler, akrabalar birbirinden nefret ediyor; birbirimizin yüzünü görmemek için çok çalışıyoruz (!), arabamızın modelini yükseltmek için bir 20 yılı ipotek altına koymaktan hiç imtina etmiyoruz.

Kısa bir gizirgah yaparak gündemdeki bazı konuları ele alacağım bir yazı olmasını planlıyordum ama gene kendimi tutamadım. Üç noktayı ele almak istiyorum; 1-K.Irak Harekatı, 2-Fenerbahçe ve 3-Yoksunluk.

1. Hepinizce malum Kuze Irak'a gerçekleştirdiğimiz askeri operasyon 8 gün sonunda sona erdi. Kamuoyunda envai soru işareti ayyuka çıkmışken , hükümetten, muhalefetten, askeri kanattan ve basından yapılan açıklamaları dikkatli izliyoruz. Dedemiz Bush'un verdiği oyuncaklarla yetindiğimiz bir çocukluğu yaşarken, avrupanın çocuklarına öykünürken kendi arkadaşlarımızı poker oyununda kaybediyoruz. Sizin arkaşınız, benim arkadaşlarım ölürken büyüklerimizin çocukları bizim henüz girmeye hak kazanamadığımız oyun cenneti Avrupa'da oyunlar oynuyorlar, tahtadan ama yaşadığımız ahır kadar büyük sandıklarını 'yeşillik' lerle dolduruyorlar. Sakla samanı gelir zamanı!

Büyükanıt der ki; " Amerika tarafından basılan bir düğme olduğumuzu ispat eden olursa, üniformayı çıkartırım." Malum konu ıspatı pek mümkün olmayan bir kaos zaten, ikincisi üniformayı çıkarmak biz ızdırap olmasa gerek; söyler misin paşam, bunda benim kazancım n'olcak? Sen kimsin ki benim vekilime hesap vermezsin, hainden daha fazla zarar verici ithamı yapıştırırsın? Hadi bu ülkenin insanlarının çoğu tescilli gerizekalı diyelim , peki ama ya olmayanlar? Onları sabun mu yapalım? Sana hesap soranlara hesap vermek senin en asli görev unsurlarınan biri değil midir? Millet sana hesap soruyor, millet! Partiler veya Genel Başkanlar değil ! Nasıl azınlık çoğunluğun tahakkümünde kalıyorsa, sen de bir tek vatandaşın bile olsa sana hesap sorana hesap vermek zorundasın ! Böyle önemli bir konuda dünya önünde böcekleşmenin nesi askeri gereklilik, siyasi taktik paşam? Size o görevi veren milletin vekilleri askeri gereklilik çerçevesine hareket edin diye değil, Türkiye Cumhuriyeti'nin bekasını tehtid eden tarafları etkisiz hale getirin diye vermiştir. Oraya girmenize de çıkmanıza da ancak millet karar verebilir, siz değil ! Siz sadece kararları uygulayacı bir taktisyensiniz, karar verici değil !!! Strateji sanatında uzman olmanız gerekirken yaptığınız bu çaylaklığı bu halk hiçbir zaman unutmayacaktır, evet, bu halkın çoğunluğu gerçekten aptaldır ama bu kadar değil!

2- Fenerbahçe tarihi bir başarıya imza atarak Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek finale kalan sekiz takım arasına girerek hepimizi mutlu etmiştir. Öncelikle futbolun tıpkı din gibi insanlığı uyutan bir araç olduğuna inananlardanım. Fakat böylesi boktan bir dünyada tüm olumsuz koşullara, dengesizliklere rağmen Türkiyeyi temsil eden bir takımın dünyanın en iyi takım oyunu oynayan ve herkesçe favori gösterilen bir takımına karşı 2:0 yenik duruma düşmesine rağmen müthiş bir oyunla zafer kazanması alkışa değerdir. Büyük kulüp olmak sadece kupaları kaldırmak demek değildir, sosyal sorumluklarını yerine getiren, toplumsal olaylara duyarlı, dünyanın gidişinde etkin rol alan bir misyon yüklenmelidir. Bush fildişi kulesinde parmağında dünyayı döndürürken, dünyada açlıktan ölen milyonlarca insan var hala. İşletmeler devlete karşı cığırtkanlık yapacaklarına, salt kar odaklı bir zihniyet yaşatacaklarına devlet ve toplumla birlikte sosyal sorumluluk, sosyal duyarlılık noktalarında yürekten etkin, sadece kar oranları düştüğünde konuşan değil, hiç tanımadığı bir çocuk açlıktan öldüğüne de konuşan iş adamları istiyoruz! Onların serveri bu halkın sömürüsnden elde edilmiştir. Bu dünyada uyumayan insanlar da var!

3- Son olarak kısaca yoksunluktan bahsedeyim. Yoksunluğu kısaca tarif edersem, maddi veya manevi birşeyden mahrum olmak. İstenilen birşeye sahipsizlik durumu diyebiliriz. Bu dünyadan çoğu zaman yapmak zorunda olduklarımızı bazen de yapmak istediklerimizi yaparak, göçer gideriz. Çok istediğimiz birşeyin temelinde fiziksel ve ruhsal bir zaruret olabileceği gibi keyfiyet de yatıyor olabilir, fakat istediğimiz birşeyin yoksunluğu canımızı yakar, normal davranışlarımızı ketleyerek bizi o yoksunluğa angaje eder. Bize öğretilen ve dayatılan kalıplarla yaşamlarımızı sürdürürken mutsuz olan birçok insanla karşılaşmamanız imkansızdır. Bizler hayatlarımızı ebeveynlerimize göre, kültürümüze göre, çevremizdeki çoğunluğa göre düzenlerken hayat da bizi düzer ! Elbette düzülmek her şartta kötü değildir. Neyin veya kimin bizi düzdüğü önemlidir. Burada farkındalık çok önemlidir. Bilinçsiz bir toplum olduğumuz ortada, bize lolipop uzatanların hepsini Noel Baba gibi görme illüzyonuna sahibiz. Konuyu bağlarsam, burada önemli olan yoksunluk hissettiğimiz şeylerin önemi ve önceliğidir. Bir ferrari düşü veya bir kadın hayali bizim için bir yoksunluktur, çünkü sahip değiliz, hayal ediyoruz, beklenti içindeyiz. Ama işte tam da bu beklentilerdir bizi mutsuz kılan. Beklentilerimize odaklanmış otomatik yaşarken, elimizdeki Hyundai'nin veya yanıbaşımızdaki kadının yeterliliğini ve güzelliğini göremeyiz, kabul etmeyiz. Mazda sahibi bir kadın Porche arzulamasını normal kabu ederken, erkeğinin Angelina Joolie'yi arzulamasını ise kabul edemez. Ne ironik! Hayatı çok karmaşık yapıyorsunuz, bence biraz bilinç ve biraz düşündüğünüz kadar akıllı olmadığınızı kabullenmek bu işi kısmen çözer.