Monday 31 August 2009

Bilimsel Bakabilmek ve Evrim

Sanırım teori ile kanun ( bilimsel gerçeklik ) arasındaki farkın belirtilmesinde yarar var. Öncelikle bilimsel çalışmanın nasıl olduğunu açıklamakla başlayalım;

- Problemim tespit edilmesi
- Gözlem ve deneylerle verilerin toplanması
- Elde edilen verilerin ışığında hipotezin oluşturulması
- Kontrollü deney

Eğer hipoteziniz kontrollü deneylerin sonucunda kanıtlanmıyorsa öne sürülen hipotezden vazgeçilir yeni bir hipotez ortaya atılır ve tekrar kontrollü deney sürecinden geçirilir. Eğer hipoteziniz kontrollü deney ile kanıtlanamıyor fakat elde edilen veriler hipotezini güçlendiriyorsa mutlu olunuz artık nur topu gibi bir teoriniz var. Eğer hipoteziniz kontrollü deneyler sonucunda doğrulanabiliyor ve bizi evrensel bir doğruya götürüyorsa artık kendi adınızı verebileceğiniz bir kanunuz var.

Bu bilgiler ışığında evrim hipotezi, gözlem-hipotez-kontrollü deney aşamalarından geçmiş fakat kontrollü deneyler sonucunda yanlışlanmamakla birlikte henüz doğrulanamamış ,gözlem ve deneylerle ortaya çıkan yeni verilerin de var olan hipotezi doğrular nitelikte olması nedeniyle bir teori halini almıştır. Aynı teknik Einstein’ın rölativite teorisi için de geçerlidir. Rölativite teorisi de kontrollü deney aşamasında gerekli olan şartların laboratuvar ortamında sağlanamaması ve hipotezin doğrulanamaması nedeni ile kanun olma şerefine erişememiştir.

Bütün bu bilgilere gerek olmadan bir sonuca varacak olursak; evrim teorisi bilimin işidir. Bilimin tartışma konusudur. Vezir de edecek rezil edecek tek şey bilimdir. Evrim teorisinin veya başka bir bilimsel teorinin karşısına siz bir din ile çıkacak olursanız elma ile armudu karıştırmış olursunuz. Yüzyıllar önce evrenin merkezinde dünya vardır, her şey dünyanın çevresinde döner diyen kilise gibi hataya düşmüş olursunuz. Ayrıca ispata gerek duymadığınız, kayıtsız şartsız kabul ettiğiniz fikirleriniz ile her an ispatı gerektiren, üzerinde uzun yıllar çalışılmış bir fikri karşı karşıya getirirseniz her iki fikre de haksızlık etmiş olursunuz.

Darwin’in, en özet tanımı şudur "Evrim, değişimlerin ardışık nesillerde birikimidir"
The Origin of Speices "türlerin kökeni" kitabında Darwin, yaptığı yirmi yıllık araştırmanın sonuçlarını, aslında dört ana maddede toplamıştır. İşte bu dört ana madde, herşeyi anlatmaktadır.

Önerme 1: Her türün bireyleri varyasyon gösterir.
Varyasyon "çeşitlilik" demektir. Ve günümüzde iki milyon canlı "tür"ü var. "Varyasyon göstermeyen saptanamamıştır" bu, Darwin’in birinci önermesinin ispatıdır. Hiçbir birey birbirinin aynı değildir. Asla olamazlar. Ve "tek yumurta ikizleri" bile aynı değildir. Hatta, DNA düzeyinde bile, en basit organizmalarda bile "aynılık" yoktur. Mutlaka varyasyon vardır. Önerme bir tereddüt taşıyamaz.

Önerme 2: Bu varyasyonlardan bazıları döllere aktarılır.

Unutulmamalı ki, Darwin bu önermeyi yaptığında, genetik bilimi gelişmemişti bile. 1871’de yazıldı türlerin kökeni, genetik 1900’lerden sonra gelişti.. Evet, ispatlanmış bir şekilde, "türler varyasyonlarını döllere aktarır" bu önerme, Darwin’den sonra gelişen bilim ile, yenilenmiştir. Modern teori şunu söyler; "bireyler alellerini, döllerine bütün olarak aktarırlar." Yani diyoruz ki, "Darwin, haklıydın ve hatta daha fazlasıydı" bu bize ne anlatır, türlerin özelliklerini, kalıtsal olarak sonraki nesillere aktardığını anlatır. Önerme 2, bir tereddüt taşıyamaz.

Önerme 3: "Her nesilde, yaşayabilecek olandan daha fazla döl verilir".
Bu Darwin’in üçüncü ve en net saptamasıdır. Bunun için oturup gözlem yapmaya da gerek yoktur.
Türün ölüm oranı doğum oranından fazla ise, soy tükenir.Tür içi canlılığın devam etmesi için, doğan bebeklerin ölenden daha fazla olması gerekir. Bu gayet anlaşılabilir bir önermedir. Tüm döllerin yaşadığı bir tür bilinmemektedir. Aslında bu da bizi, 4. önermeye bağlayan bir önermedir. Çünkü eğer bir kuş 3 yavru veriyorsa ve bunun 1’i yaşıyorsa, "hangisi" sorusunun cevabını 4. önerme verir. Bir örnekleme yapmak istiyorum, bir kuş türü hep iki yavru verir. Yani 2 yumurta yumurtlar.
Bu yumurtalardan çıkan yavrulardan biri, diğerini yer. Karnını doyurur ve yaşamına devam eder. Peki hangisi? Güçlü olan mı? İlk önce çıkan mı? Dövüşçü olan mı? Avcı olan mı? Güzel olan mı? Hepsi mi? Bu önerme tereddüt taşıyamaz. Bu önerme bizi 4. önermeye bağlar.

Önerme 4: "Bireylerin üreme ve hayatta kalmaları rastgele değildir. Hayatta kalan ve üremeye katılan bireyler, ya da üremeye en fazla katkısı olanlar, en elverişli varyasyonlara sahip olanlardır. Bunlar doğal olarak seçilmiş olacaklardır".
Doğal seçilim -natural selection olarak çok sık duyulur bu önerme. Ama tam olarak anlatmak istediği budur. Birbirine bağlı olan 4 önermenin, kalbidir. Eğer bir popülasyonu oluşturan bireylerin verdiği döllerin tümü yaşayamıyorsa, "hangileri yaşayacak"? Yani seçilecek? Hangileri yok olacak? Yani elenecek? Bunu belirleyen temel husus nedir? Eğer birbirilerine benzemiyorlarsa, "yaşadıkları ortama uyum bakımından, en elverişli varyasyonlara sahip olanlar, yaşayacaktır, sonraki nesillere döllerini aktarabilecektir." "Elverişsiz olanlar, elenecektir". Sonraki nesil, yaşayanların, hayatta kalabilenlerin alel genlerine sahip olacaktır. Yani bir sonraki nesil, en elverişli varyasyonlara sahip olacaktır. Yani, doğal olarak seçilmişler olacaktır. Yani, nesil hep "ortama uyum sağlamaya" doğru gidecektir ve tesadüfi değildir. Darwin’in diğer 3 önerme ile bağışık olan bu son önermesi, Darwin’den sonra gelen tüm bilgi birikimi ile de ispatlanmaktadır. Genetik bilimi ile desteklenmektedir. Tartışmasızdır. Bu önerme genetik biliminden sonra geliştirilmiştir.

Bilim, kendi kendini eleştirebildiği ve bu vesileyle kendi gelişiminin motoru olduğu için en üstün referanstır; statik olan diğer her türlü referans tam da bu yüzden her daim gerileyecektir. Varsın bilime inanç densin, varsın yaradılışçıların ( akıllı tasarım ) kendi teorilerini kanıtlama çabaları başka bir teoriyi çürütmeye çalışmaktan ve bu girişimde de sadece propaganda gücüyle ayakta durmaktan öteye gitmesin. Bilimi eleştirip, geliştirebildiğim için onu en hakiki mürşit belledim; kafir olduğumdan değil, Atatürk öyle dedi diye hiç değil.

"We know evolution happened because of innumerable bits of data from myriad fields of science conjoin to paint a rich portrait of life's pilgrimage"

Herhangi bir inanç sistemiyle kafa kafaya çarpıştığı zaman inanç sistemini yıkması beklenmemesi gereken bilimsel yapı. Gerçi ben bunu niçin diyorum, tutup da bu teoriyi (ya da herhangi bir bilimsel teoriyi savunan insanlar dogmatik ve bilimsel yöntemle test edilemeyen pseudo-teori'lerle (yalancı bilim) ve bunları savunanlarla karşılaştıkları zaman canları sıkılmasın diye mi? Yooo... nitekim, bilimsel yöntem insanları için dogmanın bilimsel değeri 0 (yazı ile sıfır), o dogmayı da bilimsel yöntemle ilerleyen bir teoriye karşı savunmaya çalışan kişinin yaptığı işin anlamlılığı da yine aynı 0'dır.

O zaman inançla teorinin çarpışmasının sonuçlarından kime ne? Her nasıl bilimsel yöntem insanları bilimsel yöntemi asıl kabul etmişler ve bunun dışında kafadan-kaburgadan çıkma (atma) yöntemlerle yarış içine girmemekte üç aşağı beş yukarı sekiz sola onbir sağa fikir birliğine varmışlarsa, inanç sistemi ve dogma insanları da oturup "ben kendi dünya görüşüm/yaklaşımım dışındaki bir konuda, hele hele o konunun gerektirdiği araç gereçten (bilimsel yöntem ve tabi ki de bilgi) yoksunken, neden tutup da bir teori üzerine tartışmaya giriyorum?" sorusunu sormalıdırlar. Eğer bu soruyu, en azından bu soruyu, kendi inanç sistemlerinin objektif olmaktan kilometrelerce uzak kıvrımlarının dışında bir noktada cevaplayamıyorlarsa, o zaman, en azından kendilerini komik duruma düşürmemek adına tartışmaya girmemeleri en yerinde hareket olacaktır.

Bilim dinle yarışa girmez.Bilim, kendi yolunu, yanılgıların her zaman olacağını kabul etme yüceliğini gösterdikten sonra, bu yanılgıları minimize etme, yine de aradan kaçmış olanları farkına varır varmaz düzeltmeye gitme yöntemlerini benimseyerek, hiç kimseye hiç bir şeyi empoze etmeye gerek duymadan çizmeye başlamıştır. Bilim:

1- Hata yaptı diye eleştirilmez, nitekim hatalarını düzelterek ilerlemenin en iyi ilerleme yöntemi olduğunu baştan kabul etmiştir. (daha iyisini bilen varsa ortaya çıksın, ve örneğin Challenger patladıktan, Discovery düştükten sonra hatasını anlamak için milyonlarca dolar harcayan NASA’ya da bir haber versin, adamların o kadar parası boşa gitmesin.)

2- Bilim insanlarının kişilikleri üzerinden eleştirilmez; nitekim bilim, ona hizmet etmeye karar vermiş milyonlarca insanin hiçbirisinin değildir, insandan bağımsız, evrensel gerçekleri aramanın şu ana kadar bulduğumuz en efektif yoludur. (tutup da daha iyi bir yol olduğunu iddia edenler yine ortaya çıksınlar.) Fakat hatırlasınlar ki 1992’de Katolik kilisesi, Gelileo’dan dünyanın yuvarlaklığı tezinin doğruluğunun (artık kesinleşmesinin üzerinden kimbilir kaç yüzyıl geçtikten sonra) sonucu olarak özür dilemiştir.

3- Pseudo-bilimler kullanılarak da eleştirilemez, bunlarla yarışa sokulamaz; keza bu "hristiyanlık yanlış oğlum, İslam doğru din!" veya "müslümanın mucizesi kelam'mış, bizimkisi taş gibi sihirbazlık! Musevilik en süper din!" diye yarışmalara girmekten (dolayısıyla kendini de komik duruma düşürmekten) daha öteye gidebilen bir davranış değildir.

Bilim kendisine hiçbir değer bütününü rakip seçmemiştir; asıl doğası gereği dogmaya dayanan inanç sistemleri kendi varlıklarını tehlikeye attığı için bilimi rakip, ve bir adim sonra da düşman bellemişlerdir.

Evrim teorisine karşı argümanlar üretmeye çalışmak gelişmemiş beyinlerin en gözde hobilerinden birisidir. Konu entelektüel çevrelerde çok uzun zaman önce kapanmış olmasına rağmen, ne bilimden ne felsefeden anlayan bu bahtsız hücre yığınları, bunu sadece inandıkları inanç sistemlerini minyon akıllarında doğrulayabilmek için yapmaktadırlar. Bazen aşağı bir zekanın çırpınmaları komik bile olabiliyor, ama insan batı dünyasında evrimin gerçekliğini inkar eden en çok oranda nüfus içeren Amerika ya da Türkiye gibi ülkelerden birisinde yaşayınca bu komikliği aşıyor, trajikomik oluyor.

Bence evrim teorisine "inanmayan" insanlara, ki bilimsel teorilerin geçerliliği teolojik atmasyonların tersine bir inanç meselesi değil, akıl yürütme meselesidir, evrimin doğruluğunu varsayan hiçbir gelişmiş tıp tedavisi ya da biyoteknoloji ürünü sunulmamalı. Gerçi komik bir şey, öyle sefil bir konumda ki ülkemiz bu konuda, evrim teorisine karşı zırvalayan moleküler biyologlarımız bile var. Acı verici.

Biraz daha geniş olmaya çalışarak, bilimsel teorilerin bir özelliğinin yanlışlanabilmeleri olduğunu söyleyelim. Yani bilimsel teoriler "yaradılış" gibi dogmatik olamazlar, bir irrasyonel inanç meselesi değildirler, her zaman eleştiriye açıktırlar. Sadece nasıl Einstein'in genel görelilik teorisini bir liseli eleştiremezse, günümüzde de binlerce kanıtla ve deneyle desteklenen evrim teorisi, özellikle genetik evrim, bir avuç takunyalı moron tarafından eleştirilemez. Eleştirilse de onlar tarafından bilim çevreleri bunu ciddiye almaz. En fazla Dawkins'in yaptığı gibi kafalarının üzerine vurulup ezilirler. İlginç bir şey, genel göreliliği eleştirmeye çalışan bir suru kıro var internette benzer bicimde. Bir nevi entellektüel haset. Bir insanin diğerlerinden bir kaç kat daha zeki, kültürlü ve bilgili olmasını çekememek de var olabilir, duygusal reaksiyonlar da olabilir.

Evet, çok ilginç bir şey, bir çok bilimden nasibini almamış insan, kendi gelişmemişliklerini Einstein ya da Darwin gibi büyük düşünürlerin fikirlerini çürütmeye çalışarak kendilerince ortadan kaldırmaya çalışmaktadırlar. Çok ilginç bir şey gerçekten. Her büyük bilimsel teorinin ortalama zekaya ve altına sahip bir çok karşıtı olması halkta garip.

İste doğru dürüst bir bilim ve felsefe eğitimi yerine din dersi verirseniz, kuran kursuna gönderirseniz, binbir safsatayla beyinlerini sikerseniz çocukların sonucu bu. Kesinlikle embesil sayısı açısından bu internet denilen "ilim" merkezinde de bir sıkıntı çekmiyoruz.

Evrim teorisi tamamlanmış bir teori midir, bir kanun statüsüne erişmiştir diyebilir miyiz? Hayır diyemeyiz, örneğin materyal evrimin nasıl gerçekleştiği konusunda farklı tezler vardır. Laboratuvar ortamında sentetik yaşam çalışmaları çok büyük bir hız kazanmasına (hatta filmlere konu olabilecek bir takim ilginç sonuçlar alınmasına rağmen) ve bu işin temel olarak mümkün olduğunu teorik olarak ve deneyler aracılığıyla gösterilmesine rağmen henüz yoğun araştırma konusu olan bir alandır diyebiliriz. Ama genetik evrimin doğru olduğuna karşı en ufak bir şüphe yoktur. Genetik evrimin “bütün” mekanizmaları ve kanıtları ortadadır ve mikroorganizmalar üzerinde laboratuvar deneyleriyle ve serbest ortamdaki gözlemlerle gösterilmiş ve kanıtlanmıştır. Şempanze ve insanların ortak bir atadan geldikleri mutlak bir bilimsel gerçektir. İki türün genleri %96 oranında “tamamen” aynidir. Bknz. New Genome Comparison Finds Chimps, Humans Very Similar at the DNA Level
Peki o yüzde dört nedir? Tanrının dokunuşu mu? Hayır. Görüldüğü kadar, biraz daha büyük bir neocortex. Daha dik yürüme, dil yeteneği, biraz daha az kıl, ufak anatomik değişiklikler gibi şeylerdir. Beyin mimarisi ve fizyolojisinde önemli değişiklikler vardır diyebiliriz. Bir şempanze sadece çok ufak bir insan çocuğu kadar bilinç ve zeka geliştirebilmektedir. Kaderin bir cilvesi ki, bu evrim teorisine karşı unga bunga yapan mağara adamları, şempanzelere, ortalama bir insandan daha yakin gözüküyorlar.

Anlattığım sebepler dolayısıyla bilim adamları, "evrim teorisi" diye bütün bir teoriye karşı bir yanlışlama çabasında değildirler, çünkü beyhude bir çabadır, onun yerine henüz aydınlanmamış mekanizmalar ve evrimin tarihi üzerine sorgulamaya devam ederler, rasyonel bir insanın yapacağı gibi. Örnek vermek gerekirse kalıtsal bilginin sadece DNA'dan ibaret olmadığı üzerinde çalışılmış bir tezdir.

"Bir insanın evrim sonucunda oluşması bir uçağın oluşumuyla kıyaslanacaksa, bu, uçağın malzemesinin madenlerden çıkıp, işlenip, birleştirilmesi, yani imal edilmesiyle kıyaslanarak yapılmalıdır. Zira insanın da uçağın da oluşumu maddi koşulların dayatması nedeniyle kaçınılmaz olarak gelişen olaylar silsilesidir. Rastlantı değildir. Rastlantı olarak tanımlanmaya çalışıldıklarında, hurdalıkta esen rüzgarda uçuşan parçalardan bir uçak oluşması, yahut, mezarlıktaki cesetleri kemiren kurtların bir araya gelip bir insan oluşturması gibi kulağa hoş gelen fanteziler ortaya çıkar. Maddi gerçekliklerle kulağa hoş gelen fantezileri birbirleriyle kıyaslamak demagojidir, yalancılıktır. Din kitapları kulağa hoş gelen fantezilerle doludur ve sosyal gerçekliği bu fantezilerle düzenlemek dinin temel anlayışıdır. Demagojiyle ve yalanla halk yönetilebilir ama bilim yapılamaz, bu yaradılışçılığın temel sorunudur."

Yaşamı ve çeşitliliği en mantıklı şekilde açıklayan teori.. konu hakkında pek bir şey bilmeyen insanların ve elbette ki evrim karşıtlarının "ispatlanmamış bile, sadece bir teori" şeklindeki savunmaları komiktir. Sanırım teori kavramını hipotez kavramı ile karıştırmaktadırlar.

Ulan dümbüller bu iş artık kaptan Kusto müslüman olmuş demeye benzedi. Ne kaptan Kusto müslüman oldu, ne de evrim teorisi yalanlandı, buna emin olabilirsiniz. Marksistler'in evrim teorisi ile ilişkisi eleştirisi yapıldı bir yerde, çok kanka olmasalar da, Karl Marx ile Charles Darwin arkadaştırlar ve Marx Türlerin Kökeni'ni, Darwin de Kapital'i selamlamışlardır. Hatta Engels'in Türlerin Kökeni'nden temellenmiş bir kitabı bile vardır.

Ama asıl bomba eleştirimi şimdi yapacağım. Ey işçi kardeş, evrim teorisinin eleştirilmesinin nedeni ne dini savunmak ne de bilimseli yanlışlamaya çalışmaktır; evrim teorisi, sen seni tutan zincirlerden kurtulama, analitik düşünüp kendi konumunu sorgulamak yerine, kaderci olup sermaye düzenini kabullen diye eleştiriliyor. Papa'yı halen o yüzden yaşatıyorlar Vatikan'da el bebek gül bebek, Avrupa'da halen komünizm hayaleti dolaşıyor diye.

İsyan en güzel melektir, gerçek ise yalanlanamayacak kadar gerçektir; saklayanı Allah çarpar. Çarpmış zaten, yandan yemiş bir ikiyüzlülükleri var hepsinin.

Hristiyanlar bir zamanlar dünya düz diye inat ediyordu. O zaman da kimse çıkıp uzaydan bakmamıştı dünyaya ama bilim adamları basbayağı dünya yuvarlaktır döner diyordu işte. Kıçınızı da yırtsanız, alabildiğine de saçmalasanız yuvarlak işte. Ne oldu sonunda? Haydi biriniz çıkın da dünya düz deyin, yer mi?

Beğenseniz de beğenmeseniz de dogmalarınıza ve "inançlarınıza" ters de gelse şu anda yeryüzündeki canlıların çeşitliliğini ve varlığını en mantıklı şekilde açıklayan teori budur. Bilimsel olarak çürütülene kadar da bu geçerli olacak (bilim çürütülene kadar der, öyle değişmemiş, değişmesi teklif dahi edilemeyecek bir kutsal kitap değil, ne tuhaf değil mi? Ha atlayan olmasın, bu demek değil ki çürütülecek eli mahkum, yok öyle bir şey).

Ayılsanız da bayılsanız da, ıkınıp sıkılsanız da, sinirden çatlasanız da, bir araba dolusu bos laf da etseniz, "ya ama sizinki de bir inanç sonunda, dogmalarınız var" gibi geri zekalıca cümleler de kursanız canlılar ortak atadan gelir. Evrim teorisinde bir suru hata var, uyuşmayan şeyler var gibi afaki zırvalarla komik duruma düşmeyin. Varsa bir bildiğiniz, bir kanıtınız, bir araştırmanız çıkın ortaya şu şu sebepten dolayı canlılar evrim geçirmez deyin, şu şu araştırmalarda metodolojik hatalar var deyin. Sadece ve sadece inancınızı haklı çıkarmak için "bilgi felsefesi öğrendim, evrimi okudum değişik kaynaklardan ama kabul etmiyorum" riyakarlığını oynamayın.

E yok? O zaman otur bir kenara ya inancını şekillendir, yorumunu değiştir, ya da inancınla bilimi hiç karıştırma.

- E var, plastik fosiller var, hiç değişmeden 1 haftaya kalmadan fabrikasından geliyor Bursa'ya,
Var, açan gül goncasını gösteren "time-lapse" fotoğraflar var,
var, arının bal yapması var,
Siktir!

Evrimin kolayca görülebilecek birkaç kanıtı şöyle sıralanabilir:
- Köpek diye bir türün bulunmayıp bunun evcilleştirilmiş bir kurt soyu olması. (ya da allah farklı bir kurt soyu da yarattı)
- Kurulan araştırma çiftliklerinde yabani tilkilerden uygun olanların seçilip çiftleştirilmesi, bu işlemin yıllar ve soylar boyunca tekrarlanması yoluyla evcil tilkiler üretilmesi. Hatta bunun gazetelerde bile haber olması. (ya da Allah evcil tilki de yaratmıştı ama deney zamanına kadar sakladı)
- Yanlış antibiyotik kullananların vücutlarındaki bakterilerin bir süre sonra antibiyotiğe dirençli hale gelmeleri (ya da Allah doktor sözü dinlemeyen kullarını cezalandırıyor)
- Bakterilerin bu şekilde zorlanmaları sonucu antibiyotikle yenildiği düşünülen hastalıkların daha dirençli olarak tekrar salgınlaşmaları. (ya da Allah kendi işine karışan kullarını cezalandırıyor)
- Beyaz adam, siyah adam, çekik gözlü adam vb. (ya da Allah ademin kolunu beyaz, bacağını siyah, sol taşşağını çekik gözlü yaratmıştı)
- "Prion"lar. yani hücre olmayan, virüs bile olmayan, DNA bile olmayan, dolayısıyla canlı da olmayan, ama kendisinin kopyasını oluşturabilen ve çoğalabilen proteinler. ki deli dana hastalığının müsebbibi prionlardır. (ya da allah cansıza can verecek kudrete tabi ki sahiptir)

Evrimi destekleyen daha pek çok kanıt olmakla beraber, evrimin olmadığını gösteren bir kanıt yoktur. Bu durumda bilimsel düşünen bir kişinin teoriye inanması kadar doğal bir şey olamaz. Elbette ki inanç sistemleri, teoriyle çeliştikleri için insanların evrim karşıtı olma sebepleri arasında en büyük yüzdeyi oluşturur. İnanç sistemleri, dogmatik ve değişmez bir gerçek olarak çoğu insana çocukluklarından itibaren empoze edilir. Henüz soyut düşünemeyen çocuk bu bilgileri sindirir ve soyut düşünebilmeye başladığında da "bu böyledir" mantığı gelişir, sorgulamaz, düşünmez, devekuşu gibi toprağa gömer başını. Dolayısıyla bu tarz, inanç sistemlerine ters düşen teoriler, düşünceler hiç düşünmeden reddedilir. Veya üzerinde düşünüldüğüne ve saçma geldiğine inanılır, ancak bu bahane bulma mekanizmasından başka bir şey de değildir. Çünkü çocukluktan beri kabul edilmiş ve içselleştirilmiş bir şey vardır, o da dindir, kurallardır, günah-sevaptır, cennettir-cehennemdir, sırat köprüsüdür.. işte bu kavramlardan doğal seçilime, eşeysel seçilime, mutasyona, galapagos adalarına, DNA’ların tüm canlılarda ortak oluşuna gelindiğinde, bu kavramlar içselleştirilemez.
Bu kadar çok evrim karşıtı olmasının en büyük sebebi budur. Ha, ben "evrimi saçma bulan bir insan olamaz" mı diyorum, hayır. Demek istediğim, "evrimi saçma buluyorum" demenin arkasındaki sebep, genellikle içselleştirilmiş dinsel kavramlardır. Saçma bulmak, inanmamak için bir bahanedir. Ya da "bütün inananlar sorgusuz sualsiz inanmışlardır" mı diyorum, hayır. Yukarıdan böyle bir anlam da çıktığı için açıklamam gerekiyor ki, inananların çok azı düşünerek, sorgulayarak, mantıksal olarak anlam vererek ve anlayarak inanırlar. Bu kişilere saygı duymaktan başka yapılacak bir şey yok tabii ki. Ancak büyük bir çoğunluk yukarıda bahsettiğim gibi sorgusuz sualsiz inanmışlardır, bu onlara bu şekilde empoze edilmiştir, "Kur'an'da yazıyorsa böyledir" şeklinde bir mantık-ya da mantıksızlık- ileri sürerler. Elbette ki bu tarz kişilerin de teoriye inanması beklenemez.

Teori dinleri reddeder çünkü insan 'yaratılmamıştır' ya da topraktan da oluşmamıştır. Teoriye göre insan, milyonlarca yıllık bir süreç içinde canlıların türleşmesi sonucu oluşmuş, biyolojik olarak 'homo' adı verilen bir türdür. İnsan bedeninin, özellikle beyninin karmaşıklığı ve mükemmelliği hakkında bir şeyler bilen birinin de aslında evrime inanması kolay olmayabilir. Çünkü "bu kadar mükemmel ve karmaşık bir şey nasıl olur da tek bir hücrenin evrimiyle oluşur" şeklinde sorular sorması olasıdır. Bu soruların bilimsel bir yanıtı ve evrim hakkında kapsamlı bir kitap için: (bkz: Kör Saatçi).

Bir de teorinin, ateistlerin en büyük savunması olduğu fikri yaygındır. Ancak bu yanlıştır. Evrim Tanrı'yı yadsımaz, evrenin oluşumu evrimin konusu değildir.

Bir önemli nokta daha var ki, evrim karşıtlarının "maymundan mı geldik biz lan şimdi" şeklinde bir kaygıları vardır ve bu kaygı genellikle dalga geçmeye dönüşür. "Maymun" zaten üzerinde bir çok geyik çevrilen bir kelimedir(maymun olmak, maymun etmek, maymun götü gibi). Burada esas olan insanın maymundan gelmediğidir. Maymun ve insan, ortak bir atadan evrilerek farklılaşmışlardır. Ancak bu bilgi gene de, maymundan olmasa da bir 'hayvan'dan geliyor olma fikrini kabullenemeyen insanlar için bir şey değiştiremeyecektir. Hayvandan geliyor olmak nedense insanlar için aşağılayıcı bir durum olmuştur. Bunun muhtemel bir sebebi olarak, insanlardaki kibirlilik, her şeyden üstün olma düşüncesi -saplantısı mı demeliyim acaba- gösterilebilir. Dinlerde de böyledir bu, her şeyin insan için yaratıldığı(ironiye bakınız lütfen, koskoca bir evren, milyarlarca hücre, tek bir tür için, tek bir 'şey' için), insanın her türlü canlıdan üstün olduğu yazar kutsal kitaplarda. Bu üstün olma sebebi olarak da irade gösterilir. İnsanlarda olup da 'hayvan'larda olmayan tek şey; irade. irade soyut bir şeydir, hayvanlarda olmadığı kanıtlanmamıştır, bu konuda bilimsel araştırmalar sürüyor (bkz: Hayvanların Sessiz Dünyası). Konuşamayan bir canlının 'iradesi'ni gösterebilmesi, bunun gözlemlenebilmesi ne kadar mümkün olabilir ki.. ve ayrıca; eğer bu irade denen şey, kimyasal ve biyolojik olarak dünyanın sonunun gelmesinde tek etken sebebin insan olmasıysa, herkesin yaşamasına yetecek kadar büyük bir habitat varken, kendi türünü ideolojik sebepler yüzünden yok etmekse, o zaman eyvallah, insan gerçekten de büyük bir şeymiş valla.

İyi, düşünebilen, diğer canlıların yaşama haklarına tecavüz etmeyen ve bir düzen içinde mutlu bir şekilde yaşayan canlılar olmak için yeryüzünün yaratılma nedenini, ruh diye bir şeyin var olup olmadığını, çeşitli bilimsel teorilerin gerçek olup olmadığını bilmemiz gerekmiyor. Bildiğim bir şey varsa dinler insanların daha iyi daha akıllı ve mutlu olmasını sağlamıyor. Bazıları sofu, bazıları ehten püften dindar, bazıları bağnaz, bazıları da fanatik manyaklar olabiliyor. Demekki din sadece bir düşünce yapısı olarak veya diyelim ki ilahi bir güç olarak insanları düzeltmeye yeterli değil. Bilim de aynı şekil de bazı insanları bilgi peşinde koşan idealistler, bazılarını teknoloji sever fırsatçılar, bazılarını insanları kontrol etmek için bilimi kullanan diktatörler, bazılarını ise dünyayı tehtid eden manyaklar haline getirebiliyor. Gene tüm bunların bilimle yakından uzaktan alakası yok. Bu eğilimler insanların yaşadığı başka olaylarla ilişkili. Yani elimizdeki teori ve düşünce hangi kaynaktan geliyor olursa olsun, ister bilimsel, ister felsefi veya aksi kanıtlanmadığı sürece kabul edeceğim gibi metafiziki olsun, insan bu bilgileri kendi potasında eritiyor. Bir bilim adamı evrim teorisinden yola çıkarak tüm canlıların insanla eşit olduğu sonucuna vararak çevreci hareketlere katılabilir. Aynı şeyi budist bir din adamı da felsefi öğretiler ışığında yapabilir. Tek tanrılı ve ilahi kabul ettiğimiz dinlere mensup bir din adamı ise buna kutsal kitapların öğretileriyle ulaşabilir. Sonuç şudur ki insan ne görmek isterse onu bir şekilde görür. Bunu görebilmesi için daha büyük bir gücün doğrulamasına ihtiyacı yoktur. Bunun için tanrı, bilim adamı veya felsefeci ve hatta toplumun genel görüşü diye nitelendirilen otoritenin onayı gerekli değildir…

Zafer Bayramınız Kutlu Olsun.

Saturday 29 August 2009

Laikler Neden Dincilerden Korkar?

Tayyibo Karmasının en önemli sac ayaklarından biri hiç kuşkusuz dindir. Şu anda dünya üstünde yaşayan insanların büyük bir çoğunluğu şu veya bu dine inanmaktadırlar. Geçmişte de tablo aynıydı. Bilimin ve teknolojinin gelişmesi, bilimi yadsıyan felsefelerin geniş yığınlar arasında kök salması durumu pek fazla değiştirmedi. Hiçbir dine ve Tanrı’ya inanmayanların dünyadaki oranı yüz yıl önce yüzde kaç ise, bugün de herhalde en çok bunun birkaç katıdır. İnsanın dine ve doğaüstü bir yaratıcıya inanmasının nedeni ne? Siyasal sonuçları ne?

Din çoğun gericiliğe hizmet ediyor. Neden? Çünkü din, insanlar arasında var olan eşitsizliği kabul ediyor ve meşrulaştırıyor. İnsanlar arasında güç yönünden, iktidar yönünden, servet yönünden büyük farklılıklar bulunacağını kabul ediyor ve bunu değiştirilmesini değil buna katlanılmasını salık veriyor. Zenginlere ve güçlülere düşen tek görev güçsüzlere ve yoksullara acımak ve onlara biraz yardım etmek. Hiçbir din yoksulluğu ve eşitsizliği tümüyle ortadan kaldırmak için bir sistem değişikliği önermiyor. İsyan edenleri harislikle, asilikle suçluyor, katlananları ise yüceltiyor. Tek telafi mekanizması olarak başka bir dünyayı, başka hayatları öneriyor. Din insanın doğasının kötü ve kusurlu olduğunu ve bunun değiştirilemeyeceğini söylüyor. Yapılacak tek şey günahlara, kusurlara karşı Tanrı’dan af dilemek. Din, Tanrı korkusu olmaksızın insanların hiçbir kurala uymayacağını, birbirini boğazlayacağını söylüyor. Düzenin korunması için en etkili gücün dinsel eğitim ve Tanrı korkusu olduğunu vurguluyor.

Din adına ve dinsel nedenlerle çıkan savaşlarda ve çatışmalarda dünyada binlerce yıl içinde yüz milyonlarca insan ölmüş, yüz milyonlarca insana din adına işkence edilmiş. Üstelik baskıcı dinsel sistemlerin hiçbirinde suç ortadan kalkmamış. Hemen her dindeki, hemen her ülkedeki insanlar dine karşı bu yönde sorgulayıcı tutumlara aynı yanıtı verirler. Tüm bunlar dinin, dinlerinin kabahati değil, başka dinlerin kabahati! Öte yandan kendi ülkelerindeki kendi dindarlarının açık kötülükleri ortaya çıkmışsa, bu yine o dinin kabahati değil; onu yeterince anlayamamanın, kavrayamamanın, uygulayamamanın ya da kötüye kullanmanın sonucu! Başka deyişle, kutsal inanç hangi kötülüğe yol açarsa açsın, bu onun suçu değil; onu anlayamayan bazı insanların, sapkınların suçu! Din olgusunu ve siyasal sonuçlarını insanın evrimsel ve biyolojik sınırlarını kavramadan anlamak olası değildir. Olaya biraz da demokrasi, özgürlük, laiklik ve İslamiyet penceresinden bakalım.

Ilımlı İslam diye bir şey söz konusu olamaz. İslam kuralları dogmatiktir. Pragmatist yaklaşımları kabul etmez. Zamana ve şartlara göre bir uyarlanma olması söz konusu değildir. Bu açıdan laiklik ilkesi reforme edilebilir belki, ama İslam kati surette hayır.

Şimdi önümüzde bir çelişki duruyor; demokrasi mi, İslamiyet mi? Pragmatizm mi, dogmatizm mi? Bunlardan ikisinin bir arada olması pek mümkün görünmüyor. İşte batı bunu gördüğü için, bu durumu (çelişkiyi) meşru kılmak adına kendilerine laikliği, bize ise ılımlı İslamı laik görerek orta yolu bulmakta.

Türban ve ferece modernlik adı altında beni rahatsız etmez. Dolayısıyla bireysel özgürlük açısından türbanı destekliyorum. Kişi ister ferece giyer, ister çıplak kıyafeti giyer. Bu tamamen onun tasarrufudur. Üniversitelerde ve kamu alanlarında da türban serbestisi taraftarıyım ancak kılık kıyafet kanununun revize edilmesi şartıyla. İsteyen şortuyla, isteyen de sakalıyla gelsin.

Türban takanların pek çoğu inançlarının gerektirdiklerini yerine getirmeye çalışan insanlardır şüphesiz. Keza dini inanışları bizi pek ırgalamaz. Tamamen ilahi güç ile inanan arasında olan bir ilişkidir bu. Kutsal kitaba göre bir inananın sorumluluğu sadece Tanrı’ya karşı değildir. Diğer insanlara da Tanrı’nın koyduğu kurallara uymaları yolunda çağrılarda bulunmak, insanlık alemine İslam dinini yaymak da Tanrı nezdindeki diğer bir sorumluluğudur. Neticede cihat(ki 2’ye ayrılır) daha çok bu 2. temele dayanmaktadır. İslamiyet’te insan öldürmek en büyük günahlardandır. Fakat bu cihat adı/Allah yolunda) altında yumuşatılarak, yine İslam’a dayandırılarak meşru(günah olmayan) kılınır.Burada koşullara göre doğru/yanlış izafiyeti ortaya çıkmakta.

Bir diğer sorunsallık da; bilim konusundadır. Bilimin, kısmen de olsa bütünüyle de olsa din ile çeliştiğini söyleyebiliriz. Bunu öne sürdüğümde bana hep Peygamberin söylediği iddia edilen “Bilim Çin’de olsa da onu oradan alınız” sözü öne sürülür. Din mutlak kabullenmeyi gerektirir, dogmatiktir. Oysa felsefe ve bilim bize her şeye şüpheyle bakmamızı, sorgulamamızı, eleştirmemizi söylemiyor mu? Durum böyle iken din ve bilimin bir arada mevcudiyeti tam anlamıyla mümkün müdür? Yoksa her şeyi kılıfına mı uyduruyoruz?

Demokrasi = Özgürlük denklemini baz alanlar, türban yasağı olan yerde demokrasiden söz edilemeyeceğini savunuyorlar. Kanımca demokrasi özgürlük demek değildir. Demokrasi, bireysel özgürlüğü sınırlayıcı bir yapıdır. Başkalarının özgürlüğünün başladığı yerde (ki bunun için iki kişi yeterlidir) bizim özgürlüğümüz kesişir. İşte bu kesişme alanını hukuk düzenler. Demokrasi de bu hukuk alanı çerçevesinde özgürce hareket edebilmektir esasen.

”Demokrasinin vatanı Avrupa’dır. Demokrasiyi belirli bir fikir akımıyla özdeşleştirmek pek doğru değil. Demokrasi, ideolojilerin ötesinde bir olgu. Batı uygarlığının, gelişme çizgisinde yer alan ve bu uygarlığın bir ürünü olduğunu söyleyebiliriz”. Madem ki demokrasi Batı’nın özgüllüğüdür, Avrupa’da; Batı-dışı ve İslam toplumlarında bulunmayan ne vardır ki, bu siyasal yönetim biçiminin vatanı Asya, Yakın Doğu veya İslam toplumları değil de Avrupa olmuştur? Çünkü İslam dini demokrasiyle bağdaşmıyor. İslam, tevhid ilkesi üzerine temellendiği için insan ve toplum hayatının tüm alanlarını kapsar. Batı’da din ile siyasal alanın birbirinden ayrışmasını mümkün kılan düalizm(laiklik), İslam toplumlarında mümkün değildir. Çünkü İslamiyet’in vazettiği birlik ilkesi uyarınca, İslam toplumlarında tekçi bir kültür kodu geliştirilmiş bulunuyor. İslamiyet’te iktidar ilahi kelam ile hukukun birleşmesinden meydana gelmektedirler. Allah yetkisini ve otoritesini hiç kimseye devretmiş değildir. Tevhid ilkesi din-devlet anlayışını meydana getirmiştir. Böylelikle, İslam bireyi uhrevi hayatına hazırlayan bir vahiyden ibaret değil, dünya işlerinde hayatının tüm boyutlarını tanzim eden, bütünsel bir doktrindir. Bireyin mensup olduğu toplum da Allah tarafından buyrulmuş olan bir düzenleme olduğuna göre, müslümanın şeriat dışında bir toplum ve siyaset teorisini tasavvur etmesi ve bunu uygulamaya çalışması düşünülemez.

Müslüman için hedef, kurduğu kurumların şeriata uygun olması ve bu yönde çaba göstermektedir. Devlet esaslarını Şeriat’tan aldığı gibi, amacı da şer’i hükümlere uymak olacaktır. İslam toplumu yurttaşlardan değil, müminlerden meydana gelmektedir. İslam’da dünyevi ve uhrevi iç içe geçmiş bir bütündür. Bu nedenledir ki, demokrasinin temelini oluşturan sivil toplumu İslam toplumları hiçbir zaman gerçekleştirmez. İslam yönetim biçimi,”adalet,eşitlik ve diğer insani faziletlerin, sınırlarının insanlar tarafından çizilmesini kabul etmez. Bunun mantıki bir uzantısı olarak, egemenliğin halka(veya ulusa) ait (İslamcılar Atatürk’ü bu yüzden sevmezler ki, kendi konteksleri itibariyle de haklılar)olduğunu öngören çağdaş siyasal felsefe de İslam’a ters düşmektedir. Egemenlik Allah’ındır. İnsanların görevi ise onun emirlerine itaat etmektir. Allah’ın Şeriat’ına uymaktır. Dolayısıyla laikçilerin, demokratların, cumhuriyetçilerin ve benzer dünya görüşüne sahip olanların türbana, imam hatip liselerine ve benzeri hassas konulara yoğunlaşmaları, duyarlılık göstermeleri sanırım çok doğal ve mantıkidir. Demokrasiyi arzulayan insanların bu konuda titizlik göstermeleri demokrasiye aykırı değildir.

Şimdi türban yasağı olan bir yerde demokrasi savunuculuğu yapanların samimiyetsiz, tutarsız gibi görünmesinin bir başka boyutunu sanırım gösterebildik.

Yukarıda anlattığım üzere demokrasi İslamiyet içerisinde tecelli edemez. Dolayısıyla türban ve benzeri konularda duyarlı olan insanlar salt bu açıdan gerçek demokratlardır. Bu açıdan bu ülkede demokrasi vardır. Kanımca asıl samimiyetsiz, tutarsız olan taraf türban arkasına sığınan taraftır. Gerçek mümin Şeriat çerçevesi içerisinde yaşamalıdır. Böyle gerçek müminiz diye geçinenlerin laikliği, demokrasiyi ve Atatürkçülüğü sahiplenmeleri çok tutarsız ve samimiyetsiz bir tutumdur. Demokratların laikliği savunmaları ve bu konuda duyarlılık göstermeleri makuldur. Aynı şekilde şeriatı arzulayanların da bu konuda adım atmaları doğaldır. Burada demokrasi ve Şeriat karşı karşıyadır. Siyasi gücü ve toplumsal desteği iyi kullanan tarafın emeline ulaşacağı açıktır. Ayrıca bahsettiğimiz demokrasi, özgürlük ve türban kavramları siyaset dışında tutulamazlar, muhakkaktır ki siyasaldırlar. Ama salt bireysel özgürlükler açısından bakarsak bu başka bir tartışma konusunu teşkil eder.
Aklıma gelmişken İslamcıların laik, demokratik, ılımlı bir İslam yaşamı sürmeleri; sosyalistlerin, anti-emperyalistlerin kapitalizme ve emperyalizme hizmet etmeleri gibi paradoksal bir tutumdur.

‘Son olarak cumhuriyet bu kadar zayıf mı ki türbandan dahi çekiniliyor’ görüşünde olanlara cevap verelim. Cumhuriyet; insanların onu benimsediği, kabullendiği sürece yaşam bulacaktır. Bir rejim değiştirmenin devrimsel ve hukuksal iki boyutu vardır. Yazının karışık olduğunu biliyorum. Özü itibariyle, bir müminin şeriatı, bir demokratın da laikliği desteklemesi doğaldır. Bu ikilemle yaşamak hepimiz için kolay olmasa gerek.

Friday 21 August 2009

Açılım Manifestosu

Bu konu hakkında yazma planım yoktu. Hatta bir önceki yazımda da ifade ettiğim gibi bu yazının konusunu Tayyiboculuğun ana damarlarından olan “İslamiyet” ve bizlerin neden radikal dincilerden tırstığımız oluşturacaktı. Fakat kendimi tutamıyor, gündemin popüler konusu olan bu konuda kısaca yazıyorum. Tayyiboculuğa daha sonra devam ederiz.

Kürt sorunu diye bir şeyin söz konusu olmadığını düşünenlerdenim. Eğer bir sorun varsa bu Ülke Sorunudur, demokrasi sorunudur, hukuk sorunudur. Terörü meşru kılmak isteyen cenahların argümanlarından biri haline geldi bu konu. Hatta daha da ileri gidilerek şimdi devlet kademesinde topyekün bir “Kürt Açılımı” seferberliği başlatıldı. Etnik bir gruba ayrımcılık kazandırma savaşı başladı. Bu ülkedeki Kürt vatandaşlarının nüfusunun Japon vatandaşlarından fazla olması onlara ayrıcalıklı haklar tesis edilmesi için yeterli bir gerekçe değildir. Etnik kimliğine, inancına, ten rengine bakılmaksızın bu ülkenin tüm vatandaşları hukuksal olarak eşit haklara sahiptir. Doğu ve Gündeydoğu Anadolu’daki ekonomik problemler sadece Kürtlere has değildir. Orada yaşayan tüm bölge halkı bu durumdan muzdariptir. Ekonomik sorunlar sadece o bölgelerde mi vardır? Bugün Kürtlerin çoğu ya atölye sahibidir, ya esnaf ya da otobüs şöförü. Politikacısından, sanatçısına, iş adamından bilim adamına kadar geniş bir yelpazede yer almaktalar. Çok zengin Kürtler olduğu gibi çok yoksul Kürtler de var. İyi de bu veriler tüm etnik grupların ortalamasıdır da aynı zamanda. Tüm Türkler şatoda mı yaşıyor? Tüm Rumlar sefaletten sürünüyorlar mı? Türkiye Cumhuriyeti Devleti tüm vatandaşlarına eşit mesafededir. Türkiye üniter bir devlettir. Türkiye Devletini kuran Türk Milletidir. Bunda gocunacak bir durum yok. Irkı, milleti, devleti tamamen yadsıyan, sırf etnik grupları küstürmemek için yapılan siyasi taktikler kanımca duvara toslamaya mecburdurlar. Tüm bu olgular bu ülke için anlamsız olacaksa o zaman dünyada tek bir devlet, tek bir halk, tek bir para, tek bir dil oluşturmamız gerekiyor ki iddialarımız sağlam temele otursunlar. Kürtçülerin iki ana tezi vardır : 1- Kürtlerin Türklerle Kurtuluş Savaşını birlikte vermesinden kaynaklanan vaad edilmiş haklar iddiası. 2- Güneydoğu’nun ekonomik ve sosyal yönden devlet tarafından bilinçli olarak geri planda tutulmuş olması iddiası.

Kürtçülerin en önemli tezlerinden biri Güneydoğu’da ekonomik ve sosyal zorlukların olduğu ve devletin bu bölgeleri boşladığıdır. Oysa nüfus artış oranları Kürtçüleri yalanlamaktadır. 1990’dan itibaren Türkiye’de 15 yıllık nüfus artış oranı ortalama %24’tür. Oysa bu rakam Güneydoğu’da %40’tır. Karadeniz, İç Anadolu ve Doğu Anadolu’nun Türk nüfusu azalırken Kürt nüfusu artmaktadır. Kürt nüfus artışı doğal bir artış değildir, bilinçli bir yönlendirilmenin izlerini taşıyor. Kürtler Türk nüfusun dört misli üremekte ve bu nüfus fazlalığının bir bölümünü Güneydoğu’da tutmakta, önemli bir bölümünü ise diğer bölgelere göçertmektedir.

Türkiye’de açıktan Kürtçülük yapamayanların önemli bir tezi de Kurtuluş Savaşı’nı Türklerle Kürtlerin birlikte verdiğidir. Böylelikle denilmek istenir ki, ülkenin kurtuluşu ve kuruluşuna katılan Kürtlerin hakkı sonradan tanınmamıştır. Gizli Kürtçülerin diğer propagandaları gibi bu da tümüyle yalandır. Hiçbir işgal olmamasına karşın, yani savaşa katılmalarının önünde hiç bir engel olmamasına karşın en az katılım Güneydoğu’dan olmuştur. Oysa işgal altındaki Marmara ve Ege bölgesinden bile insanlar savaşa katılmıştır. Kaldı ki Kurtuluş Savaşı’na katılmayan Kürtler çıkardıkları isyanlarda bu devleti yıkmak için savaşmaktan ve ölmekten çekinmemişlerdir. Kürt isyanlarında ölenlerin sayısı Kurtuluş Savaşı’nda ölenlerin on mislidir! Bir bilgi : Kurtuluş savaşında ölenlerin sayısı 33.000 ve bunların sadece %2 si Kürttür. Şimdi bir de kurtuluş savaşı esnasında Kürtlerin çıkardığı isyanlara bi göz atalım :

1- ALİ BATI İSYANI: (11 mayıs-18 ağustos 1919) Ali Batı isimli kürt, Midyat'ın güneyinde hayatlarını sürdüren bir aşiretin başına geçer ve İngilizlerden yardım alarak isyan eder. Amacı burada bir kürdistan devleti kurmaktır. Yaklaşık bir ay süren ve çevre yerleşimlere de yayılan bu kürt isyanı Yüzbaşı Yusuf Ziya ve emrindeki askerler tarafından bitirilir ve Ali Batı öldürülür.

2- CEMİL ÇETO İSYANI: (7 haziran 1920) Bahtiyar aşireti reisi Cemil Çeto tarafından Fransız ve İngiliz yardımıyla çıkarılmıştır. Kürt Teali Cemiyeti'nin vasıtasıyla Doğuda bir kürdistan kurulması amaçlanmıştır. Cemil Çeto denen kürt, kısa sürede yakalanmış ve öldürülmüştür.

3- MİLLİ AŞİRET İSYANI: (24 ağustos-8 eylül 1920) Urfa'da Milli Aşiret tarafından çıkarılan ayaklanmadır. Milli Aşiret'in reisi İsmail ile birlikte Halil, Bahur, Abdurrahman ve Mahmut adlı elebaşıları, Doğu'da bir Kürdistan Devleti kurmak düşüncesi ile ayaklanmışlardır. Büyük bir kuvvetle harekete geçen asiler, Viranşehir'i aldıktan sonra Karakeçi Aşireti'ne mensup olanları öldürmüşler, fakat daha sonra yapılan çatışmada, büyük çoğunluğu ortadan kaldırılmıştır.

4- KOÇGİRİ İSYANI: (6 mart-17 nisan 1921) Türkler İstiklal savaşı verirken, kürt eşkiyalar 1920 sonlarında Erzincan, Tunceli, Sivas ve çevresinde pislik saçıyorlardı. Koçgiri aşireti reisi Haydar Bey Kürt Teali Cemiyeti'nin bir şubesini İmranlı'ya açmış ve merkezi yönetime karşı geliyordu. Biraz palazlandıklarında bölgede asker kaçaklarını arayan Türk ordusuna savaş açtılar ve bölgenin kürdistan olmasını istediler. Görüşmeler ile bir sonuç alınamayacağını anlayan Ankara hükümeti bu isyanı bastırdı ve isyancılar teslim oldu.

Bunlar yalnızca kürtlerin Kurtuluş Savaşımızda ki isyanlarıdır. Kürtler son 150 yılda otoriteye karşı 38 defa isyan ederek adeta bir rekor kırmışlardır. Bu gün Musul, Kerkük sınırlarımız dahilinde değilse bunun sorumlusu 1925 yılında devlete karşı ayaklanan Şeyh Said ve çevresidir.Görülüyor ki kürtlerin Kurtuluş savaşımızda Türk ırkına en ufak bir yardımı olmadığı gibi çıkardıkları isyanlar ve kurdukları cemiyetlerle (Kürt teali cemiyeti, Teali islam cemiyeti vs.) bizi sırtımızdan vurmuşlardır. Bu pencereden baktığımızda ortak bir nokta yakalamamız zor gibi görünüyor. O yüzden bu “Kürt Sorunu” “Kürt Açılımı” zırvalıklarıyla vakit kaybetmektense Türkiye’nin demokratikleşmesi, işsizlik, ekonomik problemler, hukukun üstünlüğü ve tarafsızlığı konuları üzerinde durulmalıdır. Her ne sebeple doğmuş olursa olsun, terör hiçbir şekilde aklanamaz. Bulgaristan Türkleri’nin isimleri zorla değiştirilmiş, asimilasyon politikalarına maruz kalmış olmasına rağmen hiçbir zaman silaha, şiddete, teröre başvurmamıştır. Orasının Bulgaristan Devleti olduğunun bilincinde olmuş özerklik, Türkçenin resmi dil olması vb. isteklerde bulunmamıştır.

Bu ülkede herkes anadilini özgürce konuşabilmelidir. Kendi kültürünü tanıtmalı, zenginleştirmeli ve yaşatabilmelidir. Benim çok iyi Kürt arkadaşlarım, komşularım var. Bu konuları her zaman tartışır, konuşuruz. Olayı kim kimi döver noktasına çekmenin kimseye bir yararı olmaz. Bu ülkenin asıl sorunlarını tartışalım ve çözelim. Kürt sorunu hikaye ve bu iktidarın kendi basiretsizliğini örtbas etmek için zamanlamasını hep iyi ayarladığı sanal gündem maddelerinden biri daha. Ama bu sefer topyekün bu illüzyonu yaşamaya hevesliymişiz gibi görünüyor.

Sunday 16 August 2009

Sürü Psikolojisi ve Tayyibo


“İçinde ışığı olmayan insanlar kalabalığa karışıp ışık edinmeye çalışırlar.” Schopenhauer

Çok uzun zamandır televizyon seyretmiyorum. Ne zaman ki “ bi haberleri bari izleyeyim “ desem, bana yazı yazdıracak kadar tuhaflıklarla karşılaşıyorum. Genelde yemek yerken bunu yaptığımdan sadece canımı sıkmakla kalmayıp aynı zamanda iştahımı da kaçıran bir süreç olur bu. Düşünün, koşuda tüm stresimi atmış, soğuk duşumu almış, keyfim yerinde olarak annemin hazırladığı enfes sofraya oturmuşum. Kumandanın “kırmızı” düğmesine basıyorum ve karşımdaki ekranda aniden “van minut kırmızılığında” beliren BerlusConi’nin kadim dostu! Gözlerinden şimşekler çaktırıp, ağzından salyalar akıtarak beyanat veriyor. Gençleri adaba davet etmesinden tutun da, “sağduyulu diğer gençler”i suistimal eden bir protestonun ancak ideolojik bir yanı olabileceğinden dem vurmasına kadar geniş bir yelpazede kükredi. Bununla da yetinmeyip her zaman yaptığı “enkaz siyaseti“ ve “karşılaştırmalı istatistiksel verili siyaset” anlayışını takınmayı sürdürdü. Kendi dönemlerinde, kredi isteyip de reddedilen öğrenci bulunmadığına söyleyen Erdoğan, “Böyle bir yaklaşım içerisinde olan bir iktidara, bu tür bir yaklaşım tarzını bizim kabul etmemiz mümkün değil. Bu ancak olsa olsa ideolojiktir, bu, olsa olsa adap dışı bir yaklaşımdır. Önce, ben, bu tür davranış içinde olan gençleri adaba davet ediyorum” dedi. Hassiktir ordan BerlusConi! Başbakan sıfatına değil, evinde hatunlarla alem yaptığın zampara sıfatına küfrediyorum. ( DTP ile genel başkan sıfatıyla görüşen…)

Yok enkaz devralmışlar da, diğerlerinin zamanında burs(!) ücretleri şu kadarmış da, bla bla bla…Ulan, M.Ö. 2900’da patatesin fiyatı yoktu, trampa vardı, bu ne diyeceksin? Bunu da karşılaştırsana istatistiki verilerinle? Adama bakın ya, istatistiği kurnazca iktidarı için kullanırken bunu görüp de götüyle gülebilecek olanların varlığından rahatsız olmayacak kadar da pişkin! İyi de, varoluş amacına ters düşecek cığırtkanlıklarını yapmadan siyaset yapılamaz mı? Enkaz olmasa seni bu halk neden seçsin, her şey güllük gülistanlık olsa sana neden şans verilsin ki? Sen iktidarını bu enkaza borçlusun BerlusConi’nin kadim dostu! Bırak palavrayı. Siyaset halk için, memleket için bir şeyler yapma yeri değil, bunu gayet iyi biliyorsun. Halk, kendi kardeşlerini bile becerme yarışına girmişken böylesine ulvi temeli olan bir siyasi anlayışı pek inandırıcı bulmayabilir. Kendisine veya saz arkadaşlarına karşı yöneltilen hiçbir eleştiriye tahammül edemeyen birinin nasıl olur da siyasetçi olduğuna şaşarım! Türkiye Cumhuriyeti’ne Yükselme Dönemini yaşattığını her vesilede Senegal Papağanı gibi tekrarlayan zat-ı muhterem nasıl bir akıl tutulması yaşıyor bilemem ama o kadar veri, danışman, istihbarat, imkan ve olanakla ben aynı anda Yunanistan’ı da idare edebileceğime eminim. Türkiye'de “Van Minut“ kahramanlığı ile bir dönem daha iktidarda kalmak mümkün ne de olsa..

Siyaset ilk ortaya çıktığı andan itibaren bir aldatma sanatıdır. Politikanın bizim sözlüklerde bile bir karşılığı siyasettir, diğer karşılığı “karşısındakine olduğundan farklı görünüp davranarak iş yürütmek”,”kurnazlık, kurnazca davranmak” tır. Kendisinden daha güçlü bir ülkenin başbakanını ortak bir dili olmadığı halde, kendi iç siyasetinde kullanabilmek için “kadim dost” ilan etmeye siyaset denir işte.

Tayyibo - Berlo, seni seviyorum adamım. Bizi Avrupa’da savunduğunu biliyorum. Son zamanlarda bize karşıt olanların sesi yükseldi, bi ilgilensen diyorum bu konuyla?

Tercüman - Sayın Tayyibo diyor ki: “ Oğlunun düğünü varmış, sizin katılmanızdan çok memnun olacakmış. Ayrıca birçok güzel mankenin de orada olacağını söylüyor”.

Berlo - (Sırıtır) Elbette katılırım, buna ben de memnun olurum. Haftaya da benim partim var, ben de seni oraya davet ediyorum Tayyibo.

Tercüman – Sayın BerlusConi : “Avrupa liderleriyle birebir görüşeceğini, kabinesine de bu konuda talimat vereceğini; ayrıca İtalya ve Türkiye arasındaki ticaret hacmini daha yukarılara çekecek projeleri olduğunu” ifade ettiler.

Tayyibo – (Sırıtır) Dostum benim ya, kral adamsın! Avrupa Birliğine girelim sana özel bir ada yaptırıcam anasını satiyim.

İşte siyaset, dost olduğunu iddia eden bu iki kişi arasındaki sırıtmalardır. Siyaset güçler çatışması demektir. Güçler bazen doğrudan şiddet uygularlar, bazen hile yaparlar. Gücün olduğu yerde iktidar vardır, iktidarın olduğu yerde siyaset başlar. İktidar ilişkileri iki insan bir araya geldiğinde başlar. İki insan da birbirlerine egemen olmaya çalışır, ilişkide özellikle kendi borusunun ötmesi için uğraşır.

İnsan belli başlı iki temel güdü nedeniyle siyasete atılır.

1- Kişisel çıkarları doğrultusunda. ( İktidardan bir pay almak, gücünü kullanmak, daha çok güç kazanmak, saygınlık, onur, ün, para, mevki kazanabilmek…)

2- Kutsanmış duyguları doğrultusunda. ( Toplumun, bir grubun, ülkenin, insanlığın çıkarları için, daha güzel bir ülke, dünya için, ezilen bir ulusun, grubun, sınıfın vb. hakları için özveriyle çalışmak, mücadele etmek amacıyla, bir kendini adama tavrı içinde. )

Her iki şık içinde de kendini topluluğa veya kendine kanıtlama, kişilik ve kimlik bulma, varoluş problemini çözme, yaşamına bir anlam katma gibi psikolojik gereksinimler önemli etmendir. Siyasetin içindeki her insanda bu iki temel güdü muhakkak vardır. Bu güdülerin dengeli olduğu siyasetçilerin olduğu gibi, bir tarafın daha baskın olduğu siyasetçiler de vardır. Ülkemizde politika yapan her akım insan için birinci maddenin geçerli olduğunu söylesem pek haksızlık yapmış olmam. Siyasetle ilgilenmek ve siyaset yapmak arasında fark olduğunu vurgulamama sanırım gerek yok.

Siyaset devamlı felsefeyi ve etiği yolundan kovmaya, kendi kurallarını işletmeye çalışır ve bunda da başarılıdır. Şöyle bir anekdot var : “Tanrı insana temel üç alanda başarı şansı vermiş. Akıl, ahlak, siyaset. Ancak insan bunlardan en çok ikisini elde edebilirmiş. Dolayısıyla eğer akıllı ve ahlaklıysanız siyasette başarılı olamazsınız, iyi siyasetçi ve akıllıysanız ahlaklı olamazsınız, ahlaklı ve siyasetçisiyseniz akıllı olamazsınız…”

Topluma bir bakalım. Araştırmalara göre hafif geri zekalılık ( IQ: 55-70 ) oranının her toplumda %10-20 arasında olduğu ortaya konmuştur. Donuk zekalılar ( IQ: 70-90 ) oranın % 25 – 40 arasında olduğu ve hafif geri zekalılık ile bu grubun toplamının toplumların çoğunluğunu oluşturduğu ileri sürülmektedir. Soyut düşünebilme ve diyalektik çözüm üretebilme potansiyeli bulunanların toplumun en çok ( iyimser yaklaşımlar ) %25-35 oluşturduğu görülmüştür. Bir de Wolpert isimili bir şahsa göre, önemli oranda insan alışkanlıklarına göre düşünür, çok az sayıda insan irdeleyici, sorgulayıcı ve bilimsel düşünebilir. (%15) Rakamlar ilginç di mi? Bizim toplumuzda ( 70 milyona göre ) yaklaşık 10,5 milyon insan irdeleyici, sorgulayıcı ve bilimsel düşünebiliyor. Ülkemizdeki seçmen sayısın yaklaşık 50 milyon olduğunu göz önüne alırsak, bu seçmen kütlesi içinde bu rakam sadece 7,5 milyona tekabül etmektedir. Yani 7,5 milyonluk irdeleyen, sorgulayan, bilimsel düşünen insanın iktidarını 42,5 milyonluk sürü seçmiş olmakta, di mi? Peki kaç kişi kendini bu 42,5 milyonun arasında görür ki? Tayyibo hala neyin tantanasını yapmakta ki? Hesap ortada! Ayrıca eğitim düzeyinin yükseltilmesi sorunu bir dereceye kadar çözer, asıl sorun insanın sınırlarıdır. Söz konusu gerçeği kabullenerek hareket etmeyle, onu bilmeden ya da inkar ederek hareket etmek arasında dağlar kadar fark bulunur. Bu veriler tüm toplumlar için geçerliyse Batı’ya öykünme nedendir, diye sorulabilir. Gelişmiş Batı ülkelerinde sosyal sistem iyi oturduğu, eğitim düzeyi yüksek bulunduğu, mali olanaklar geniş olduğu, her şey bir kurala bağlandığı, iş yaşamı genelde iyi işlediği için donuk zekalı çoğunluk bayağı zeki gibi görünmektedir. Ancak böyle insanlarla biraz konuşulduğunda, bu insanlar biraz karmaşık bir problemle karşılaştıklarında veya genel olarak estetik tercihlerine ( dinledikleri müziğe, okudukları kitaplara, seyrettikleri filmlere ) veya politik tercihlerine, felsefi duruşlarına, dünyadaki diğer toplumları nasıl gördüklerine bakıldığında asıl gerçek ortaya çıkmaktadır.

Bir sonraki yazım Tayyiboculuk Karması ( demokrasi, özgürlük, laiklik, şeriat, türban ) üzerine olacaktır. Bayinizden ısrarla isteyiniz. Vermezse bayiciyi dövün!

Thursday 13 August 2009

Ardino ( Eğridere )

Sabahattin Ali’nin de doğduğu, Rodop dağlarının eteklerinde yer alan , Türklerin yoğun olarak yaşadığı şirin bir kenttir Ardino. Şehrin içinden geçen dereden dolayı Eğridere olarak bilinmekteydi. Babamın doğduğu yıl, 1934’te ismi Ardino olarak değiştirildi. Arda nehrinin orta kolu kentten geçerek Kırcaali Barajı’nda (Yazovir) son buluyor. Nüfusunun yaklaşık 30.000 civarında olduğu kayıtlarda vardır fakat; kayıtlı nüfusunun bir kısmı Türkiye’de, bir kısmı Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde ve bir kısmı da Bulgaristan’ın diğer kentlerinde yaşamaktadır. Kentin başlıca komşuları arasında Kırcaali, Cebel, Madan ve Smolyan yer alır. Başkent Sofya ile arasında 300 km mesafe vardır.







Kentin sanayisi gelişmiş değildir. Daha çok kültür, turizm ve tarım ağırlıklı bir ekonomiye sahiptir. Kentin en bilinen yerleri Dyavolski Most (Şeytan Köprü), Orlovi Skali (Kartal Kayalıkları), Krivus Kalesi, Tsitadela Şatosu, Beli Brezi, Aladağ, Kırcaali Barajı, Stoyan Köprüsü ve tabiî ki Arda nehridir.

İşte ben de bu şirin kentte doğdum, 11 yılımı orada geçirdim. Şehir merkezinde, üç dönümlük arazinin içinde yer alan şirin bir çiftlik evimiz vardı. Erik, kiraz, şeftali, dut, muşmula, vişne, ceviz, ayva, elma, armut ağaçlarının; üzüm bağlarının; çilek, domates, soğan, patates, fasulye, biber ve envai sebzenin yetiştiği ekili alanların; tam evin girişinde çiçek bahçesinin olduğu; ineklerin, koyunların, keçilerin, tavukların, hindilerin, tavşanların, güvercinlerin, kedi ve köpeklerin olduğu bir yerden bahsediyorum. Bahçemize arada misafirliğe gelen yılanları, kirpileri, gelincikleri, köstebekleri saymıyorum bile. Merdivenleri dışarıdan, iki katı ve büyük bir kileri olan bir evimiz vardı, dış cephesini her zaman beyaza boyadığımız. Kapı renkleri yeşildi tıpkı dışarıdaki yeşil yaşam gibi. Odaların duvarlarını desenli rulo ile boyardık ve ben bunu çok severdim. Sevdiğim bir diğer şey de salondaki ve mutfaktaki şöminelerdi. Özellikle kış aylarında dışarısının bembeyaz bir pamukla kaplandığı günlerde odanın penceresinden harika manzarayı seyretmek, odun cızırtılarına pikaplı radyomuzdan çalan türkülerin eşlik ( Alan Çayırları ) etmesi, sabahın erken saatlerinde annemin hazırladığı kaşa, turşu ve balkan çaylı sofranın etrafına ailecek oturulması, akabinde 2 mt yağan karın kapımızın açılmasını engellediği için, Rusya’dan sömestr için gelen abim, kız kardeşim ve babamla birlikte karın içinde tünel kazmamız, sonrasında sevinçle kar topu oynamamız, tekrar içeriye ıslak elbiselerle soba karşısına dönüş, annemin sıcacık limonlu balkan çayından içmeler, abimle satranç oynamalar, plakta Kadriye Latifova…





Çocukluk yıllarıma dair hatırladığım belirgin şeyler: ormanda çok zaman geçirdiğim, derelerde yüzdüğüm, km lerce yol aldığım, köpeğimle karanlıkta kedi kovalamaya çıktığım; mantar, kuşburnu, ısırgan otu topladığım; ağaçların, kilerin, ahırın üstü gibi yüksek yerlerden atladığım ( bi keresinde 1 hafta boyunca yürüyememiştim, zavallı kız kardeşimi de buna alet etmiştim. Bu tip durumlarda bir de babadan ceza alırdık ) ekstrem sporları denediğim bir çocukluk.Televizyon denen kutuyu sadece Skinoski, Nu Pagadi, Lorel-Hardi ve Charle Chaplin için seyrettiğimi hatırlarım. Bir de hafta içi akşamları saat sekizde bizi yatağa mıhlayan “ Leka Nosht Detsa” zımbırtısı!










Çocukken de okuyan bir tipmişim. Abimin kitapları, kent kütüphanesinden aldığım kitaplar ve haftalık olarak çıkan ve benim sürekli takip ettiğim “Dıga” dergisi. İlkokulun birinci sınıfında hiç konuşmadığım, hiçbir soruya cevap vermediğim, derse iştirak etmediğim için Bulgar öğretmenimin pes edip bizim eve gelerek “ ben bu çocukla yapamıyorum, hiç okumuyor, konuşmuyor…” demesiyle babam devreye girer. (dayak kesin de başka ne yapıldı hatırlamıyorum) Ben ki kız kardeşimden sonra yürüyen, konuşan spastik bir çocukmuşum. İşte o günden sonra bana ne olduysa sınıfın en başarılı öğrencisi oldum çıktım. O günlerde notlar kartpostal içine yazılıp bize verilirdi. Bütün odam “otli4en shest” (en yüksek not 6 idi) li kartpostallarla doldu ve bir ara babam durumu geriye döndürmeyi bile denedi sanırım. Yanlış hatırlamıyorsam sınıfın tek türk öğrencisiydim ve sınıfın en çalışkan kızı olan Svetlana’ya aşıktım. Resmi olarak çıkmaya başladıktan bir dönem sonra Türkiye’ye taşındık. (a.q böyle şansın)


Yunak Ardino Kulübünün (3. lig) futbol alt yapısındaydım. Bizim eve 5 dk. uzaklıktaki şehir stadyonunda idman yapardık. Burada büyüklerimizin lig maçlarını seyretmek harika bir zevkti. Gençler, ihtiyarlar, kadınlar, çoluk çocuk karnaval yerine çevirirdi stadı. Ortanca abim de müthiş bir santrfor idi. Güçlü, kafa toplarına hakim, uzaktan sert şutlar atabilen teknik bir golcüydü. Kızlar hayrandı. E adamda boy post, yakışıklılık, karizma …bende olmayan her şey vardı. Bu stadın hemen yanında bir havuz vardı, hemen hemen hergün yüzmeye geldiğim. Okul çıkışında eve gelip, çantamı bırakıp annemden 50 stotinka kapıp doğrucana buraya gelirdim. Bir küçükler için olan havuz vardı, bir de derinliğin 2 mt yi aştığı , büyüklerin yüzdüğü bir havuz vardı, trampleni de olan. İşte ben bacak kadar boyumla büyüklerin havuzunda yüzerdim. Tramplenden ilk kez atlayıp, en derine indikten sonraki yukarıya çıkış sürecinde öyle yusuf yusuf olmuştum ki…ama sonrasında iyi bir yüzücü olarak, havuzun maskotu olmuştum. Türkiye’ye göç edene kadar yaklaşık iki yıl yüzdüm orada.

Üç abimin birlikte düzenlediği partiler olurdu evimizde. Birsürü kızın erkeğin katıldığı, alkolün ve tatlıların bol olduğu, ve benim de büyüklerin arasında yer almaya çalıştığım ( ablaların “ ne kadar da tatlı” diyerek mıncıklamasına kıl olsam da…) eğlence geceleri. Abimin boyum kadar olan kolonları salona kurması, kasa kasa içkilerin taşınması, mezelerin, tatlıların hazırlanmasıyla başlayan gün, içkilerin tüketilmesi, kahkahaların atılması, dansların edilmesiyle devam ederek, ayakta kalanların kilerin üstünde (evin üstü gibi düşünün, iki katlı evimize bitişik tek katlı bir kilerimiz vardı) kocaman bir masa etrafında sohbete devam edilir ve Ruşka abim gitar çalardı. Domaçno rakılardan çaktırmadan ben de götürürdüm. Çakır keyif kafayla, çocukluğun verdiği, mutluluğu ve sevinci en derin özümseme ve yaşama haliyle masanın yanındaki döşeğe tatlı bir tebessümle kıvrılır, konuşmaları dinlemeye çalışarak uyur kalırdım.

Bu anlattığım şeyler komünizm zamanında yaşadığımız şeyler. İnsanlar arasında ekonomik uçurumların olmadığı, paranın insanları henüz ele geçiremediği, makamların, sınıfların, kıyafetlerin pek işe yaramadığı bir dönemden bahsediyorum. Bizim evde siyaset, tarih, felsefe, Einstein, Marx, Lenin, Atatürk hemen hemen hergün bizimle birlikte olmuştur. Son yıllarda Todor Jivkov ( asimilasyon ) da bizimle birlikte oldu ama daha çok “ da te eba maykata ….” eşliğinde. İsimlerimiz zorla değiştirildi. Benim adım Nikolay Chudomirov Uzunov oldu. Babam polis gücüyle zorla dayatılan bu durumu zorla kabul ederek en azından türk isimlerimize yakın isimlerimiz olsun diye düşünmüş. Nazmi-Nikolay, Ruşen-Rumen, Erol-Evgeni ..gibi. Yazımda bu konudan bahsetmeyeceğim. Eskileri deşip, birilerini suçlama taraftarı değilim. Ben doğduğum kentimi seviyorum, Bulgaristan’ı da Bulgar halkını da seviyorum. Birçok Bulgar sevgilim oldu, Bulgar arkadaşlarım var, komşularımız var. Olay tamamen siyaseti yönetenlerin, gücü elinde bulunduranların yanlış politikalarını zorla ortaya koymalarının bir sonucudur. Bunun Bulgar halkıyla bir ilgisi yok. Elbette ırkçılık noktasına varan milliyetçilik anlayışına sahip Bulgarlar vardır tıpkı burada, biz Türklerin arasında olduğu gibi. ATAKA ve destekçilerine bakarak, her an her şey geçmişteki haline dönebilir endişesiyle mantığı bir kenara bırakan eylemlere girişmek pek akıllıca olmasa gerek. Dünyanın birçok ülkesi çifte vatandaşlığa izin vermezken, bizler buna sahibiz. Elbette zorunlu göçe tabi tutulmamızın bunda etkisi çoktur. Daha düne kadar büyüklerimiz Bulgaristan’a küfrederken şimdi 3 ayda bir oradalar, tekrar mal-mülk alımı yapıyorlar, neden? Çifte vatandaşlık, Avrupa vatandaşlığı Bulgaristan göçmenleri için şanstır, ayrıcalıktır, güçtür. Pasaportlarımızı sadece gümrükten vizesiz geçmek için kullanmayalım. Orada yaşamıyoruz diye, ayağımıza kadar getirilen sandıklar olmasına rağmen, oy kullanmamazlık etmeyelim. Bu ülke için vatandaşlığımızı nasıl yerine getiriyorsak, orası için de vatandaşlık vazifemizi yapalım. Bunu yaparken sadece orada yaşayan akrabalarımız, insanlarımız var gözüyle bakmayalım; oranın doğduğumuz yer, vatanımız olduğunu hatırlayalım.

Her ne kadar Bulgaristan’a geldiğimde daha çok Sofia, Plovdiv, Varna gibi yerlere uğrasam da benim için Ardino’nun yeri apayrı. Tıpkı Ruşka gibi orayı ben de çok seviyorum. Umarım birgün dostlarımı alıp Şeytan Köprüsü altında rakı-mangallı bir sohbet etme şansımız olur.

Chao za sega

Wednesday 12 August 2009

Aşk Matrixi




Öyle bir hayat yaşıyorum ki,
Cenneti de gördüm cehennemi de
Öyle bir aşk yaşadım ki
Tutkuyu da gördüm, pes etmeyi de.
Bazılar seyrederken hayatı en önden,
Kendime bir sahne buldum oynadım.
Öyle bir rol vermişler ki,
Okudum okudum anlamadım.
Kendi kendime konuştum bazen evimde,
Hem kızdım hem güldüm halime,
Sonra dedimki 'söz ver kendine'
Denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin,
Sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi bileceksin,
Uçmayı seviyorsan, düşmeyi de bileceksin.
Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredersin.
Öyle bir hayat yaşadım ki,
Son yolculukları erken tanıdım
Öyle çok değerliymişki zaman,
Hep acele etmem bundan, anladım...
F.Nietzsche


Aşkı araştıran bilimadamlarının ortaya çıkardığı sonuç pek şiirsel olmasa da bilimsel bir veriyi ortaya koydu. Aşk beyindeki görüntü, hormon ve genlerle anlaşılabiliyor. Amerika`daki Emony Üniversitesi`nden Larry Young`Aşkın biyolojik temelleri var. Bazı önemli etkenleri artık biliyoruz` diyor. Araştırmalarını bir çift fare beyni üzerinde sürdüren Young, aşık insan beyninin ön tegmental bölgesindeki farklılıkları inceliyor. Aşkı kalbi veya götüyle yaşayanlara duyurulur. Aşkın MR’ını çekmeden evvel, aşk ve sevgi arasındaki farkları uzman gözünden şurdan okuyun.


Öncelikle bilinmesi gereken, bu aşk denen olgu, üzünçle beslenen bir egzantirik matrixtir. Konumuza “kahraman” olabilecek tüm zevat, bu üzünç meselesine örnek teşkil etmektedir. Frenk illerinden ithal Romeo&Juliet ikilisi, Leyla&Mecnun, Tahir&Zühre gibi bir sürü arkadaş gayet trajik bir aşk hayatı yaşamışlardır. Sözün özü, Aragon Bey’in dediği üzere “mutlu aşk yoktur!”. Gerçi buna Melih Ergen “yazılı mutlu aşk yoktur!” şeklinde bir yanıt vermişse de Luis Abi’ye ulaştırmakta geç kalmış ve bir polemik başlamadan bitmiştir. Aşkların mutlu sonuçlandığı yerler sadece masallardır. Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler falan gibi masallarla aşk simsarları son derece akılcı bir yöntem izleyip gelecekte müşterileri olacak çocukları hedef kitle olarak değerlendirmişler, aşkı mutlu sonla biten, güpgüzel bişey gibi tüyü bitmemiş bebelerin beyinlerine kazımışlardır. Bu tertemiz dimağlar gelecekte “lan bu aşk süper bi hadiseydi, derhal yazılayım” şeklinde bir yanılgıyla olaya dahil olacaklar ve elbette “erişkin” aşkı ne demektir, acı bir deneyimle öğreneceklerdir. E tabii bu arada bir sürü aşk şiiri, şarkısı, öyküsü, romanı, filmi…hızla tüketilecektir “aşık” arkadaş tarafından. Yüzlerce yıllık müthiş bir pazarlama sistemi!

“İyi de usta, saptama okuyacak olsam seni değil Ayşegül Aldinç’in köşe yazılarını okurum. En azından bacakları seninkilerden güzel” şeklinde bir yaklaşım elbette bu noktada beni incitecektir (yani en azından bacaklarımı görmüş olan biri söylemeli bunu). Bu tarz önyargılı yaklaşımlara sebebiyet vermemek için derhal konuya dair somut çözümler, reçeteler sunayım. Sonuçta bilimsel bir yazının olmazsa olmaz unsurlarından biri olan matrisi (matrix başka bişey, bu sözünü ettiğimde uçan insanlar ve seçimi zor renkli haplar falan yok) kullanarak aşkı algılama biçimimizi masaya yatıralım ilk etapta.

Kafanızda bir grafik çizim yaratın; hani olur ya, “L” şeklinde, sıfır noktasından yukarı doğru çızıkların yükseldiği. Bu çızıkların biri erkeğin aşk eğrisi, diğeri kadının. Erkek eğrisinin hareketi şöyledir: Hatunu gördüğünde yükselme süreci başlar, olayı bağlayana dek sürekli yükselir, “evet” yanıtını alınca ilk “tavan”ı yapar. Ama asıl tavan yaptığı ve derhal satılması gereken nokta, ilk kez sevişildiği andır; erkeğin aşk eğrisi “top” seviyeye ulaşmıştır. Buradan itibaren iniş eğilimi hakim olur ve sıfıra doğru inişe geçer çızık. Top noktada kalış süresi yaşanan seksin (seks mevzu aşağıda daha ayrıntılı olarak incelenecektir) “sıkı” oluşuyla ilintilidir. Ama mutlaka düşüş bu noktadan itibaren yaşanır.

Kadının aşk eğrisi bambaşka bir seyir izler. İlk etapta “gördüğü” erkek genellikle onun için bir şey ifade etmez. Yalandan “ay kız, şu adam ne hoş, di mi?” falan yapabilir ama bu onun eğrisinin harekete geçmesiyle bağlantısız, son derece “aa ne güzel çanta” hesabı bi lakırdıdır. Erkeğin ona yaklaşımı, ısrarı, beğeniliyor olma güdüsünün verdiği “adam bana hasta” sendromu, elemanın karizması, maddi durumu, işi, görüntüsü, kültürü vs. gibi bir sürü asal sayının toplanmasıyla elde edilen sayı, onun eğrisini harekete geçirecektir. Kısacası, erkeğin eğrisi çoktan yol almışken, kadının eğrisi sıfır bazında takılmaktadır. Ama bu elde edilen sayı, kadının envanteri için bişey ifade eder haldeyse, eğrisi inanılmaz bir ivme kazanır. İlk sevişme, kadının eğrisinin yönünde herhangi bir sapma yapmadığı gibi, daha da yüksek bir seyre girmesine neden olur. Bu andan itibaren erkek ve kadının eğrileri ters orantılı bir seyir izlerler. Aşk hadisesinin koptuğu ve çözüme ulaşması gereken nokta, tam bu “seks noktası”dır.

Reçete ve çözümler kısmına bir parantez açıp, seks sorunsalına bir göz atmamız gerekiyor. Seks, aslında aşka ithaf edilmeye çabalanan bir spor hadisesidir. Yani vakt-i zamanında kendini bilmez bir deyyus çıkıp da “yok öyle durduk yerde sevişmek, önce bi sorti aşık olun” demeseymiş, eminim şu anda olimpiyatlarda sevdiğimiz ve madalya umudumuz olan bir dal halini alacaktı. Yoksa bu da bir tür “Medeniyetler Çatışması” kurgusu olabilir mi? Neyse, konuyu dağıtmayayım, Türk’ün Türkten başka dostu yok valla.

Bedensel utanç, insanlık tarihinin en sıkı paranoyalarından biridir.
Nasıl ki açık havada kakanızı yapıp, incir yaprağına silinmek “çok ayıp” olarak değerlendirilmiş ve tuvalet kağıdıyla klozet icat olunmuşsa, seks için de aynı muamele uygun görünüp aşk ambalajı zorunlu kılınmıştır. Bir nevi “böyle estetik durmuyo, bi de şununla deneyelim” durumu.

Aşka böyle bir zevkli spor hadisesi eklenince işin duygusal boyutu şaşmış ve “işlevi mi, boyutu mu?”, “lütfen erken boşalma Hıdır!”, “ooo, memeler taş” gibi bir yığın “başka” eklentilerle de uğraşılmak zorunda kalınmıştır. Kadınlar öyküsel şeyleri sevdiğinden işin spor kısmına bir dolu anlam yükleyip, “senin oldum!” tadında bir yaklaşım sergilemeyi ve zavallı seksi bu amaçla kullanmayı (tüm kadınlar tilkiden evrilmiştir) yeğlemişlerdir. Oysa erkekler spor kısmında yoğunlaşıp, diğer uhrevi (!) eklentileri “hı hı, öyle valla” dozunda geçiştirmeyi seçmişlerdir. Maksat, ikinci sevişmede problem çıkmasın.

Sadede geleyim, reçetenin özü şu, aşkın içinden seksi attınız mı olay tamamdır! Böylece eğrilerde doğru orantılı yükseltiler ve yaşanmışlıklara bağlı düşüşler birlikte yaşanacaktır. Bir çeşit eşgüdüm ile tamamen duygusal ve “ah, canım aşkım” tadında inceliklerle süslü bir ilişki yaşanacaktır. “E, sekssiz naapıyım ben aşkı be?” diyenlere söylenecek lafım yok, ben aşk konulu bişey yazdım, size “seks garantisi” vaadetmedim ki. O konuda yazmam için Haydar Dümen, Klaus Kinski, M.Ali Erbil falan gibi başkaca ustaların eserlerini okuyup donanmam lazım. Ha, beklerseniz sorun değil, bir kaç ayda bu anlamda da ışık saçar hale gelirim, yeminlen!

Son olarak Haydar Dümen’e kişisel bir sorum olacak.

Sayın Dümen,

Sertleşme problemi yaşıyorum, acaba jöle sürsem sertleşir miyim?

Vazgeçtik


Gölgeler arasındayız seninle,
Anlamını bilmeden yaşıyoruz.
Ne birgün gülmeyi bildik, ne de ağlayabiliyoruz.
Hayatı gölgeler arasında arıyor,
Kendimizi anlamsızlığa sürüklüyoruz.
Ne bir ideale bağlıyız ne de özgürlüğü tadıyoruz.
Güneşe gözlerimizi kapamışız,
Böylece dünya karanlık zannediyoruz.
Kısacası biz,
Ne birgün aydınlığı görmüşüz ne de karanlığı tanıyoruz.

Gölgeler arasındayız seninle,
Yalnızca acılarla rahatlıyoruz.
Ne bir gün huzur duymuşuz nede tam olarak çileyi biliyoruz.
Kısırdöngülerimiz içimizde,
Bizse hayata bağlıyoruz.
Ne bir zincir kırmışız nede çare arıyoruz.
Hayallerimizi rafa kaldırmışız,
Kabullenmişliği yaşıyoruz.
Ne bir gün aşık olmuşuz ne de dostluğu tanıyoruz.

Gölgeler arasındayız seninle,
Artık yaşlanıyoruz.
Aslında,
Ne bir gün genç olmuşuz nede heyecan duyuyoruz.
Ruhumuzu bir kenara bırakmışız,
Bedenimizi bile tanıyamıyoruz.
Nebir zevk alıyor, nede acıyı tanıyoruz.
Artık vazgeçmişiz herşeyden,
Ne anlamı var ki diyoruz.
Ne sonsuzluğu yeterince arıyor,
Ne de kaf dağını düşlüyoruz.

Sunday 9 August 2009

Cehalet-Mutluluk, Hiçlik-Sonsuzluk


Çocukluktan itibaren aklımız birazcık birşeylere ermeye başlayınca, onbinlerce yıldır insanlığın sorup da, görüş birliğine varamadığı soruları sormaya başlarız biz de: Nereden geldim ve neden yaşıyorum, yaşamın amacı ne? (Tabii bundan önce anne babamızın herşeyi bildiğini sandığımız bir dönem vardır ki, sonradan öyle olmadığını anlarız)

Bazıları ısrarcı değildir, bir süre sorar ve sonra, tamam neyse ne, şu an yaşıyorum ve böyle devam edeceğim, ölene kadar da kafama göre takılacağım der. Çeşitlemeler ve alt çeşitlemeleri devam edip gidiyor;

- Bu gibi gereksiz (aslında ‘sonuçsuz’ kastediliyor) konulara kafayı takıp, ne diye hayatı kendime zindan edeyim. Günümü gün ederim daha iyi… (Ama neyin üstünde durduğunu bilmiyorsan, istediğin kadar güçlü zıplamayı göze alamazsın.)

- Böyle konulara fazla kafayı takarsam kafayı yiyebilirim, onun için uzak durmak lazım… (Yemek zorunda değilsin, bak bi miktar taktın bişey olmadı. Ama yiyebilirsin de. Ona bakarsan bıçak da hem yararlı hem de zararlı olabilir. Zaten biri ne demiş, “Zararlı olma olasılığı taşımayan şeyler, yararlı da olamazlar”)

- Hem sonra bir şeyler bulmaya/öğrenmeye çalışıyorum da ne oluyor? Cehaletten güzel mutluluk mu var? (“Akıllı insanlar endişe etmek durumundadırlar. Tanrı cahilleri korur” diye de bir çeşitlemesi var bunun). (Bunu diyebilecek kadar akıllı iseniz, çok geç kaldınız belki de.)

- Akıllı olup da ne olacak, akıllı olup dünyanın derdini çekeceğime, deli olayım da dünya beni çeksin. (Herkesin böyle yaptığını düşünün, kim kimi çekecek bakalım. Basitçe bencillik…)

- Bir de şu var, kendini geliştirmeye çalışmak da zaten bir çeşit masturbasyon değil mi? (Yapmayı ‘seçtiklerinden’ zevk almak suç değil, ama sadece zevk aldıklarını yapmayı seçmek, bu tartışılabilir. Yani ‘tercihlerimiz’ mi zevklerimize uzanıyor, yoksa zevklerimiz nereye uzanıyor? Tercihlerimiz yoksa; bir seçen, irade gösteren yoksa ‘ben’ kimim, kim seçiyor, kim zevk alıyor?)

...

Öte yandan diğer bir grup var ki sormaya devam ederler. (Aslında yukarıdaki çeşitlemelerin hepsi de gene ‘sorma’ nın çeşitleridir. Ama buradaki anahtar kelime ‘devam etmek’ tir.) Sora sora bağdatın ara sokaklarını aşındırmaya da devam ederler. (Bağdatı arayanlar, bağdatın ara sokaklarını aşındırıyorlar, bu çok ilginç…)

Sanki iki grup insan var. Vazgeçmişler ve vazgeçemeyenler. Aradaki sınır çok keskin değil belki ama uçlara bakınca davranışlar bir o kadar farklı. (Tabii çoğumuzun bir o yana bir bu yana gittiği olmuştur)

Neden soru sorarız. Çünkü içimizde bir boşluk vardır, yaşamın kendisinde bir boşluk vardır ve boşluk, belirsizlik bize acı vermektedir.

Acı bazılarının duyarlılık alanına çok fazla dokunmaz, günlük aktivitelerle kendilerini oyalayarak, boşluğu hatırlama sürelerini minimuma indirmişlerdir zaten.Vazgeçemeyenler bunu tuzak olarak algılarlar. Onlar dünyadan (tüm varoluşu kastediyorum aslında) umutlarını kesmemişlerdir çünkü henüz.

Ama boşluk öyle veya böyle tekrar tekrar karşımıza çıkar. Ben varım, buradayım, demekte sanki bize birşeyler iletmeye çalışmaktadır. Sağdan soldan darbeler alırız, sevdiklerimiz ölür ve biz hala kendimize sorarız, bütün bunlar ne için? henüz verebileceğimiz tek bir cevap bilmekteyizdir, herşey adına elimizde olan tek şeyi öne süreriz: Hiç

Hiçlik korkutucudur, yok olmak gibi birşeydir. Hiçbirşeyin anlamlı olmaması, buna gerek de olmaması gibidir. Vazgeçenler belli belirsiz bu hiçliği gördükleri ve uzak durmak istedikleri için vazgeçmişlerdir zaten.

Hiçlik feci bir şeydir, içine girdiğiniz zaman sonsuz bir kuyuda düşmekte olduğunuzu hissedeceğiniz kadar kötüdür. Sonsuz kuyuda düşeceğim ve düşerkende kuyunun yan duvarlarına çarparak oram buram parçalanıp kopacak sonunda benden hiçbirşey kalmayacak diye korkarız.

Ama birkez içine girmeyi denerseniz, aslında böyle olmadığını görürsünüz. Ne yok olursunuz, ne de korkutucudur. Hatta epey iyi hissedersiniz kendinizi. Sebepsiz bir sevinç sarar sizi.Bu ne ya dersiniz, sonsuz kuyu bu muymuş. Evet budur, sonsuz kuyu. Hatta sadece sonsuzdur o. Kuyu falan gibi ne sınırı vardır ne de dışı. O an anlarsınız ki, hiçlik/boşluk sandığınız şey sonsuzluğun kendisi imiş. Siz yanlış sanmışsınız. Küçülmek yok olmak yerine büyür, ve gelişirsiniz.

Tekamül kaçınılmaz. Biz istemesek de. Çünkü yüzbin türlü sorun hergün karşımıza o veya bu şekilde çıkıyor. Sanki yaşamla olan arayüzümüzde bir sorun var. Yokuş aşağı yuvarlandıkça yuvarlaklaşan taş gibiyiz. Farkında olmak mastürbasyon değil, asıl bunu farketmemeyi seçip kendini oyalamak mastürbasyon. Boşluğun ve acının farkında olmak neden masturbasyon olsun ki. Bu acı veren zor birşey. Hiç zevkli değil. Bunun farkında olmamayı seçmek; cehalet asıl zevk/mutluluk. Ama bu nasıl bir zevk, nasıl bu mutluluk. Kırbaçlanırken artık acı hissetmemeyi başarmak gibi bir mutluluk. Vazgeçenler, zaten vazgeçmiş oldukları için, bu onlara yetebilir. Ama boşluğun mesajını anlayana kadar gerçek bir kurtuluş gözükmüyor. Bir şeyi ne kadar süre görmemeyi seçebilirsiniz? Sonsuza kadar mı? Bu sadece zaman kaybı olur, geciktirmek olur. Ölürken yaşamı boşa harcadığını hissetmek olur. Hem de ne adına; Kafamı böyle şeylere takmayacağım, dolu dolu yaşayacağım demek adına

Bu son ölüm anı, herşeyin bilançosudur. Sadece yaşlanacağımız zaman, yakınlaşmaya çalışacağımız ve ona yapmacık bir dost gibi görüneceğimiz bir şey değil, yaşamı kendimizce 'doğru' yaşamak için bir rehberdir. Eğer yaşarken 'vazgeçmişler'den olacaksanız ölürken 'yaşamda olmuş olduğunuz şey' dilenci ile kral arasındaki yelpazedir. Ama o ölüm anında, dilenci olarak yaşayıp ölmek ile kral olarak yaşayıp ölmek arasında hiç fark yoktur. Eğer yanınızda o yaşamın ötesine taşıyabileceğiniz bir şey yoksa hepsi aynıdır.

Boşluk/hiçlik sandığımız sonsuzun mesajını anlayana kadar hepsi aynıdır

Friday 7 August 2009

Sıkıldım Bu Konudan : Tam Da Böyle Düşünüyorum. Artık Beni Yormayıp Yazıyla Tartışın

Bu konu genellikle tanrı konusuyla bağdaştırılıyor. Ancak böyle olması gerekmiyor. Çünkü günlük yaşamdaki her eyleminiz birer inanca (öntanım/program) dayanıyor. Kolunuzu kaldırabiliyorsanız, bu kaldırabileceğinize inandığınız içindir. (Hipnoz deneylerinde kişiler birşeyi yapabileceklerine veya yapamayacaklarına inandırılarak, nasıl şartlandırıldıklarına bağlı olarak belli bir şeyi yapabildikleri veya yapamadıkları gözlenmiş bir durumdur.)

Ardından şunu belirtmeliyim ki; inançsız olmak diye birşey yoktur. Biri tanrının varolduğuna inanır öbürü yokolduğuna. Biri bilinemez olduğuna inanır. Bir diğeri hiçliğe inanır. Bunların hepsi birer inançtır.

İnançlar yaşama bakışımızı ilk filtreleyen kısımlardır. İnanmadığınız şeyleri yapamazsınız. Olay ve olgulara kendi inanç çerçevenizden bakabilirsiniz sadece.

Birçok görüş, inançları tartışılamaz olarak alır. Düşünceler tartışılabilir, çünkü onların bir çerçeveleri vardır. Kendi çerçevelerinde doğrulukları veya yanlışlıkları vardır. Tabii çerçeve değiştikçe düşüncenin doğruluğu/yanlışlığı da değişir. Tıpkı fizikteki görelilik gibi, düşünceler de, bir çerçeveye göredir. Belli bir çerçeveye göre tanımlıdır.

İnançlar ise çerçevesizdir. Ya da şöyle diyelim görebildiğimiz kadarıyla olan çerçeve, inançların dayanak noktalarını içermez. Bu yüzden boşlukta gibidirler. Elimize kesin yargıya varmak için bir referans (çerçeve) vermezler.

Bu yüzden inançların sorgulanma biçimi daha farklı olmalıdır. İnançlar bütünlüklerine göre değerlendirilebilirler. Daha bütün olan inanç daha inanılmaya değer ve daha güçlüdür.

Sorgulanamayan, esnetilemeyen, değişemeyen, katılaşmış herşey birer dogmadır. Bütünlük kriterine göre değerlendirerek inançları birer dogma olmaktan çıkarmak mümkün olabilir.

Bütünlük, büyük oranda parçalar arası uyum/denge ve kapsama özelliği ile ilişkilidir. Biri öbürünü kapsayan iki inanç/düşünce varsa kapsayan inanç/düşünce daha bütündür.

İnançlar çerçevesiz de olsa özde birer düşünce olduğu için 'değiştirilebilirdirler'. Öyle olmasalardı işimiz gerçekten zor olurdu ve hiçbir değişme imkanı kalmazdı. Doğumdan ölüme kadar hiç değişmeyen birer kalıp olurduk. Çünkü inançlar/öntanımlar ilk filtrelerimiz, ve bizi en doğrudan sınırlayan (veya özgürleştiren) şeylerdir. İnançlarımızın desteklemediği birşeyi gerçekleştirmemiz imkansızdır. Aslında sırf bu sebep, onların sorgulanmaları/değerlendirilmeleri için yeterlidir. Hayatımızı en doğrudan ve derinden etkileyen şey üzerine hiç kafa yormamak, bir konudaki çok önemli bir şeyi hiç dikkate almamak gibidir.

"İstemek ve inanmak yeterlidir". Bu her ne istiyorsanız herşey için geçerli olan bir sözdür.

Olayın bu noktasında madem ki, sınırlayan ve özgürleştiren inançlar var, öyleyse onların seçimi önemli. Neye inandığınız, neyi düşündüğünüzden ve neyi bildiğinizden daha önemlidir. Aslında bunlar arasında karşılıklı ilişki vardır. Neyi bildiğiniz ve neyi/nasıl düşündüğünüz, neye inandığınızı belirler. Ve tersi olarak neye inandığınız neyi/nasıl düşündüğünüzü ve neyi bilebileceğinizi belirler.

Düşünceleri değiştirmek zordur ama inançları değiştirmek daha zordur.
Ve inançları değiştirebilmenin ilk adımı da inançların tartışılabilir/üzerinde düşünülebilir ve değiştirilebilir olduğu inancını, kendi inanç setinize eklemenizdir. Eğer inançların değiştirilebilir olduğuna inanmıyorsanız, onları değiştiremezsiniz.

Peki bu durumda inançları ikiye ayırabiliriz; varlığı destekleyici inançlar ve köstekleyici inançlar. Amaçlarınız doğrultusunda sizi destekleyen inançlar ve bunların tersleri vardır. (Yaşamın amacı ise tüm amaçlarınızın toplamıdır/bileşkesidir. Yaşamın amacı nedir; diye soruyorsanız; yaşamınızın amacı, yaşamınızın amacını bulmaktır. Varlık sebebinizi araştırmaktır. Bu araştırmanın bitmeyen bir araştırma olması onu terk için yeterli sebep değildir.)

"Ben yapamam"
"Yeterince zeki değilim"
"Bu mümkün değil"

gibi inançlar/düşünceler bizi köstekler/sınırlandırır.

Tersi düşünceler ise destekler/özgürleştirir.


Genel olarak insanlar neden ve nasıl inanır'a cevap vermek isterim. İlahi bir güce inançta bence bundan çok farklı değil.

2, 4, ?
Bu dizideki sayı nedir?
6 da 8 de olabilir, hatta daha karmaşık bir fonksiyonsa başka şeyler de olabilir

Peki
2, 4, 8, 16, ?
Buradaki sayının 32 olma olasılığı gözümüze çok daha yüksek gözükür. Ama inanın 32 olmayan kayda değer başka yaklaşımlar da vardır.

Bence inanç bütünlükten doğar. Elinizde ne kadar uzun bir sayı dizisi varsa, ne kadar birbirlerini tamamlıyor, ne kadar bütünlüyorlarsa, bulmacanın eksik parçasını tahmin etmek (belli bir şey olduğuna inanmak) o kadar kolaylaşır. Ama hiçbir zaman %100 olmaz. O inanmak değil bilmektir.

Başka bir tartışma konusu, ama aslında bildiğimiz tek birşey yoktur. Gerçek bir 'Bilme', varoluşun/sonsuzluğun tümünü eşzamanlı bilmek demektir. Siz uzun zamanlar boyunca birşeyleri bildiğinizi sanabilirsiniz, ama ilksel sebep elinize yıkılmaz bir teminat vermedikçe birşey bilmek mümkün değildir. Çünkü son noktada ilksel sebebin o öyle değildi böyle idi, sen yanlış gördün/anladın/hayaldeydin/rüyadaydın deme olasılığı herzaman vardır.

Bu bağlamda aslında 'şeylerin' (düşünce, kavram, algı, teori) ispat edilebilirliği de yoktur. Bize göre ispat dediğimiz şey ise bir takım kabullerle başlamak daha sonra o kabullerle çelişmeyen en büyük ve bütüncül seti 'ispat ettiğini' düşünmekten ibarettir.

Gene de biz bunları söyleriz: "biliyorum, ispatlandı vs.". Söyleyeceğiz de... Çünkü bulunduğumuz bağlamda çok da yararsız sözcükler değil. Fakat bunların hepsi görece bir sistem için geçerli ve esasen boşlukta (veya ilksel kabullerin üzerinde, çünkü ilksel kabuller boşlukta) durmaktadırlar.

Böylelikle biz daha tümleşik/sade/güzel bütünlükler arayışını sürdürürüz. Yaşarız, deneyimleriz ve sonuçlar çıkarırız. Bunlar aslında bir nevi laboratuvar deneyleri gibidir. Yaşamdan çıkardığımız sonuçlar. Bu sonuçlar yavaş yavaş kafamızdaki büyük bulmacada yerlerine oturmaya çalışırlar. (ve tabii ki yüzlerce kez yerdeğiştirirler, bozulup tekrar konurlar, vs.) Ve giderek bir yoğunluk noktası, bir eşik enerjisine doğru yaklaşırlar. Ve sonra "inanıyorum" deriz. İlahi güç olsun, başka şey olsun bu hep böyle olur. İnanmaya çalışarak veya ceza korkusuyla inanç oluşturamazsınız. İnanıyorum demeniz inanmanızı sağlamaz. Bunun için yeteri kadar varsayımı denemeniz gerek yaşam laboratuvarında...