Sunday 9 August 2009

Cehalet-Mutluluk, Hiçlik-Sonsuzluk


Çocukluktan itibaren aklımız birazcık birşeylere ermeye başlayınca, onbinlerce yıldır insanlığın sorup da, görüş birliğine varamadığı soruları sormaya başlarız biz de: Nereden geldim ve neden yaşıyorum, yaşamın amacı ne? (Tabii bundan önce anne babamızın herşeyi bildiğini sandığımız bir dönem vardır ki, sonradan öyle olmadığını anlarız)

Bazıları ısrarcı değildir, bir süre sorar ve sonra, tamam neyse ne, şu an yaşıyorum ve böyle devam edeceğim, ölene kadar da kafama göre takılacağım der. Çeşitlemeler ve alt çeşitlemeleri devam edip gidiyor;

- Bu gibi gereksiz (aslında ‘sonuçsuz’ kastediliyor) konulara kafayı takıp, ne diye hayatı kendime zindan edeyim. Günümü gün ederim daha iyi… (Ama neyin üstünde durduğunu bilmiyorsan, istediğin kadar güçlü zıplamayı göze alamazsın.)

- Böyle konulara fazla kafayı takarsam kafayı yiyebilirim, onun için uzak durmak lazım… (Yemek zorunda değilsin, bak bi miktar taktın bişey olmadı. Ama yiyebilirsin de. Ona bakarsan bıçak da hem yararlı hem de zararlı olabilir. Zaten biri ne demiş, “Zararlı olma olasılığı taşımayan şeyler, yararlı da olamazlar”)

- Hem sonra bir şeyler bulmaya/öğrenmeye çalışıyorum da ne oluyor? Cehaletten güzel mutluluk mu var? (“Akıllı insanlar endişe etmek durumundadırlar. Tanrı cahilleri korur” diye de bir çeşitlemesi var bunun). (Bunu diyebilecek kadar akıllı iseniz, çok geç kaldınız belki de.)

- Akıllı olup da ne olacak, akıllı olup dünyanın derdini çekeceğime, deli olayım da dünya beni çeksin. (Herkesin böyle yaptığını düşünün, kim kimi çekecek bakalım. Basitçe bencillik…)

- Bir de şu var, kendini geliştirmeye çalışmak da zaten bir çeşit masturbasyon değil mi? (Yapmayı ‘seçtiklerinden’ zevk almak suç değil, ama sadece zevk aldıklarını yapmayı seçmek, bu tartışılabilir. Yani ‘tercihlerimiz’ mi zevklerimize uzanıyor, yoksa zevklerimiz nereye uzanıyor? Tercihlerimiz yoksa; bir seçen, irade gösteren yoksa ‘ben’ kimim, kim seçiyor, kim zevk alıyor?)

...

Öte yandan diğer bir grup var ki sormaya devam ederler. (Aslında yukarıdaki çeşitlemelerin hepsi de gene ‘sorma’ nın çeşitleridir. Ama buradaki anahtar kelime ‘devam etmek’ tir.) Sora sora bağdatın ara sokaklarını aşındırmaya da devam ederler. (Bağdatı arayanlar, bağdatın ara sokaklarını aşındırıyorlar, bu çok ilginç…)

Sanki iki grup insan var. Vazgeçmişler ve vazgeçemeyenler. Aradaki sınır çok keskin değil belki ama uçlara bakınca davranışlar bir o kadar farklı. (Tabii çoğumuzun bir o yana bir bu yana gittiği olmuştur)

Neden soru sorarız. Çünkü içimizde bir boşluk vardır, yaşamın kendisinde bir boşluk vardır ve boşluk, belirsizlik bize acı vermektedir.

Acı bazılarının duyarlılık alanına çok fazla dokunmaz, günlük aktivitelerle kendilerini oyalayarak, boşluğu hatırlama sürelerini minimuma indirmişlerdir zaten.Vazgeçemeyenler bunu tuzak olarak algılarlar. Onlar dünyadan (tüm varoluşu kastediyorum aslında) umutlarını kesmemişlerdir çünkü henüz.

Ama boşluk öyle veya böyle tekrar tekrar karşımıza çıkar. Ben varım, buradayım, demekte sanki bize birşeyler iletmeye çalışmaktadır. Sağdan soldan darbeler alırız, sevdiklerimiz ölür ve biz hala kendimize sorarız, bütün bunlar ne için? henüz verebileceğimiz tek bir cevap bilmekteyizdir, herşey adına elimizde olan tek şeyi öne süreriz: Hiç

Hiçlik korkutucudur, yok olmak gibi birşeydir. Hiçbirşeyin anlamlı olmaması, buna gerek de olmaması gibidir. Vazgeçenler belli belirsiz bu hiçliği gördükleri ve uzak durmak istedikleri için vazgeçmişlerdir zaten.

Hiçlik feci bir şeydir, içine girdiğiniz zaman sonsuz bir kuyuda düşmekte olduğunuzu hissedeceğiniz kadar kötüdür. Sonsuz kuyuda düşeceğim ve düşerkende kuyunun yan duvarlarına çarparak oram buram parçalanıp kopacak sonunda benden hiçbirşey kalmayacak diye korkarız.

Ama birkez içine girmeyi denerseniz, aslında böyle olmadığını görürsünüz. Ne yok olursunuz, ne de korkutucudur. Hatta epey iyi hissedersiniz kendinizi. Sebepsiz bir sevinç sarar sizi.Bu ne ya dersiniz, sonsuz kuyu bu muymuş. Evet budur, sonsuz kuyu. Hatta sadece sonsuzdur o. Kuyu falan gibi ne sınırı vardır ne de dışı. O an anlarsınız ki, hiçlik/boşluk sandığınız şey sonsuzluğun kendisi imiş. Siz yanlış sanmışsınız. Küçülmek yok olmak yerine büyür, ve gelişirsiniz.

Tekamül kaçınılmaz. Biz istemesek de. Çünkü yüzbin türlü sorun hergün karşımıza o veya bu şekilde çıkıyor. Sanki yaşamla olan arayüzümüzde bir sorun var. Yokuş aşağı yuvarlandıkça yuvarlaklaşan taş gibiyiz. Farkında olmak mastürbasyon değil, asıl bunu farketmemeyi seçip kendini oyalamak mastürbasyon. Boşluğun ve acının farkında olmak neden masturbasyon olsun ki. Bu acı veren zor birşey. Hiç zevkli değil. Bunun farkında olmamayı seçmek; cehalet asıl zevk/mutluluk. Ama bu nasıl bir zevk, nasıl bu mutluluk. Kırbaçlanırken artık acı hissetmemeyi başarmak gibi bir mutluluk. Vazgeçenler, zaten vazgeçmiş oldukları için, bu onlara yetebilir. Ama boşluğun mesajını anlayana kadar gerçek bir kurtuluş gözükmüyor. Bir şeyi ne kadar süre görmemeyi seçebilirsiniz? Sonsuza kadar mı? Bu sadece zaman kaybı olur, geciktirmek olur. Ölürken yaşamı boşa harcadığını hissetmek olur. Hem de ne adına; Kafamı böyle şeylere takmayacağım, dolu dolu yaşayacağım demek adına

Bu son ölüm anı, herşeyin bilançosudur. Sadece yaşlanacağımız zaman, yakınlaşmaya çalışacağımız ve ona yapmacık bir dost gibi görüneceğimiz bir şey değil, yaşamı kendimizce 'doğru' yaşamak için bir rehberdir. Eğer yaşarken 'vazgeçmişler'den olacaksanız ölürken 'yaşamda olmuş olduğunuz şey' dilenci ile kral arasındaki yelpazedir. Ama o ölüm anında, dilenci olarak yaşayıp ölmek ile kral olarak yaşayıp ölmek arasında hiç fark yoktur. Eğer yanınızda o yaşamın ötesine taşıyabileceğiniz bir şey yoksa hepsi aynıdır.

Boşluk/hiçlik sandığımız sonsuzun mesajını anlayana kadar hepsi aynıdır

No comments: