Thursday 13 August 2009

Ardino ( Eğridere )

Sabahattin Ali’nin de doğduğu, Rodop dağlarının eteklerinde yer alan , Türklerin yoğun olarak yaşadığı şirin bir kenttir Ardino. Şehrin içinden geçen dereden dolayı Eğridere olarak bilinmekteydi. Babamın doğduğu yıl, 1934’te ismi Ardino olarak değiştirildi. Arda nehrinin orta kolu kentten geçerek Kırcaali Barajı’nda (Yazovir) son buluyor. Nüfusunun yaklaşık 30.000 civarında olduğu kayıtlarda vardır fakat; kayıtlı nüfusunun bir kısmı Türkiye’de, bir kısmı Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde ve bir kısmı da Bulgaristan’ın diğer kentlerinde yaşamaktadır. Kentin başlıca komşuları arasında Kırcaali, Cebel, Madan ve Smolyan yer alır. Başkent Sofya ile arasında 300 km mesafe vardır.







Kentin sanayisi gelişmiş değildir. Daha çok kültür, turizm ve tarım ağırlıklı bir ekonomiye sahiptir. Kentin en bilinen yerleri Dyavolski Most (Şeytan Köprü), Orlovi Skali (Kartal Kayalıkları), Krivus Kalesi, Tsitadela Şatosu, Beli Brezi, Aladağ, Kırcaali Barajı, Stoyan Köprüsü ve tabiî ki Arda nehridir.

İşte ben de bu şirin kentte doğdum, 11 yılımı orada geçirdim. Şehir merkezinde, üç dönümlük arazinin içinde yer alan şirin bir çiftlik evimiz vardı. Erik, kiraz, şeftali, dut, muşmula, vişne, ceviz, ayva, elma, armut ağaçlarının; üzüm bağlarının; çilek, domates, soğan, patates, fasulye, biber ve envai sebzenin yetiştiği ekili alanların; tam evin girişinde çiçek bahçesinin olduğu; ineklerin, koyunların, keçilerin, tavukların, hindilerin, tavşanların, güvercinlerin, kedi ve köpeklerin olduğu bir yerden bahsediyorum. Bahçemize arada misafirliğe gelen yılanları, kirpileri, gelincikleri, köstebekleri saymıyorum bile. Merdivenleri dışarıdan, iki katı ve büyük bir kileri olan bir evimiz vardı, dış cephesini her zaman beyaza boyadığımız. Kapı renkleri yeşildi tıpkı dışarıdaki yeşil yaşam gibi. Odaların duvarlarını desenli rulo ile boyardık ve ben bunu çok severdim. Sevdiğim bir diğer şey de salondaki ve mutfaktaki şöminelerdi. Özellikle kış aylarında dışarısının bembeyaz bir pamukla kaplandığı günlerde odanın penceresinden harika manzarayı seyretmek, odun cızırtılarına pikaplı radyomuzdan çalan türkülerin eşlik ( Alan Çayırları ) etmesi, sabahın erken saatlerinde annemin hazırladığı kaşa, turşu ve balkan çaylı sofranın etrafına ailecek oturulması, akabinde 2 mt yağan karın kapımızın açılmasını engellediği için, Rusya’dan sömestr için gelen abim, kız kardeşim ve babamla birlikte karın içinde tünel kazmamız, sonrasında sevinçle kar topu oynamamız, tekrar içeriye ıslak elbiselerle soba karşısına dönüş, annemin sıcacık limonlu balkan çayından içmeler, abimle satranç oynamalar, plakta Kadriye Latifova…





Çocukluk yıllarıma dair hatırladığım belirgin şeyler: ormanda çok zaman geçirdiğim, derelerde yüzdüğüm, km lerce yol aldığım, köpeğimle karanlıkta kedi kovalamaya çıktığım; mantar, kuşburnu, ısırgan otu topladığım; ağaçların, kilerin, ahırın üstü gibi yüksek yerlerden atladığım ( bi keresinde 1 hafta boyunca yürüyememiştim, zavallı kız kardeşimi de buna alet etmiştim. Bu tip durumlarda bir de babadan ceza alırdık ) ekstrem sporları denediğim bir çocukluk.Televizyon denen kutuyu sadece Skinoski, Nu Pagadi, Lorel-Hardi ve Charle Chaplin için seyrettiğimi hatırlarım. Bir de hafta içi akşamları saat sekizde bizi yatağa mıhlayan “ Leka Nosht Detsa” zımbırtısı!










Çocukken de okuyan bir tipmişim. Abimin kitapları, kent kütüphanesinden aldığım kitaplar ve haftalık olarak çıkan ve benim sürekli takip ettiğim “Dıga” dergisi. İlkokulun birinci sınıfında hiç konuşmadığım, hiçbir soruya cevap vermediğim, derse iştirak etmediğim için Bulgar öğretmenimin pes edip bizim eve gelerek “ ben bu çocukla yapamıyorum, hiç okumuyor, konuşmuyor…” demesiyle babam devreye girer. (dayak kesin de başka ne yapıldı hatırlamıyorum) Ben ki kız kardeşimden sonra yürüyen, konuşan spastik bir çocukmuşum. İşte o günden sonra bana ne olduysa sınıfın en başarılı öğrencisi oldum çıktım. O günlerde notlar kartpostal içine yazılıp bize verilirdi. Bütün odam “otli4en shest” (en yüksek not 6 idi) li kartpostallarla doldu ve bir ara babam durumu geriye döndürmeyi bile denedi sanırım. Yanlış hatırlamıyorsam sınıfın tek türk öğrencisiydim ve sınıfın en çalışkan kızı olan Svetlana’ya aşıktım. Resmi olarak çıkmaya başladıktan bir dönem sonra Türkiye’ye taşındık. (a.q böyle şansın)


Yunak Ardino Kulübünün (3. lig) futbol alt yapısındaydım. Bizim eve 5 dk. uzaklıktaki şehir stadyonunda idman yapardık. Burada büyüklerimizin lig maçlarını seyretmek harika bir zevkti. Gençler, ihtiyarlar, kadınlar, çoluk çocuk karnaval yerine çevirirdi stadı. Ortanca abim de müthiş bir santrfor idi. Güçlü, kafa toplarına hakim, uzaktan sert şutlar atabilen teknik bir golcüydü. Kızlar hayrandı. E adamda boy post, yakışıklılık, karizma …bende olmayan her şey vardı. Bu stadın hemen yanında bir havuz vardı, hemen hemen hergün yüzmeye geldiğim. Okul çıkışında eve gelip, çantamı bırakıp annemden 50 stotinka kapıp doğrucana buraya gelirdim. Bir küçükler için olan havuz vardı, bir de derinliğin 2 mt yi aştığı , büyüklerin yüzdüğü bir havuz vardı, trampleni de olan. İşte ben bacak kadar boyumla büyüklerin havuzunda yüzerdim. Tramplenden ilk kez atlayıp, en derine indikten sonraki yukarıya çıkış sürecinde öyle yusuf yusuf olmuştum ki…ama sonrasında iyi bir yüzücü olarak, havuzun maskotu olmuştum. Türkiye’ye göç edene kadar yaklaşık iki yıl yüzdüm orada.

Üç abimin birlikte düzenlediği partiler olurdu evimizde. Birsürü kızın erkeğin katıldığı, alkolün ve tatlıların bol olduğu, ve benim de büyüklerin arasında yer almaya çalıştığım ( ablaların “ ne kadar da tatlı” diyerek mıncıklamasına kıl olsam da…) eğlence geceleri. Abimin boyum kadar olan kolonları salona kurması, kasa kasa içkilerin taşınması, mezelerin, tatlıların hazırlanmasıyla başlayan gün, içkilerin tüketilmesi, kahkahaların atılması, dansların edilmesiyle devam ederek, ayakta kalanların kilerin üstünde (evin üstü gibi düşünün, iki katlı evimize bitişik tek katlı bir kilerimiz vardı) kocaman bir masa etrafında sohbete devam edilir ve Ruşka abim gitar çalardı. Domaçno rakılardan çaktırmadan ben de götürürdüm. Çakır keyif kafayla, çocukluğun verdiği, mutluluğu ve sevinci en derin özümseme ve yaşama haliyle masanın yanındaki döşeğe tatlı bir tebessümle kıvrılır, konuşmaları dinlemeye çalışarak uyur kalırdım.

Bu anlattığım şeyler komünizm zamanında yaşadığımız şeyler. İnsanlar arasında ekonomik uçurumların olmadığı, paranın insanları henüz ele geçiremediği, makamların, sınıfların, kıyafetlerin pek işe yaramadığı bir dönemden bahsediyorum. Bizim evde siyaset, tarih, felsefe, Einstein, Marx, Lenin, Atatürk hemen hemen hergün bizimle birlikte olmuştur. Son yıllarda Todor Jivkov ( asimilasyon ) da bizimle birlikte oldu ama daha çok “ da te eba maykata ….” eşliğinde. İsimlerimiz zorla değiştirildi. Benim adım Nikolay Chudomirov Uzunov oldu. Babam polis gücüyle zorla dayatılan bu durumu zorla kabul ederek en azından türk isimlerimize yakın isimlerimiz olsun diye düşünmüş. Nazmi-Nikolay, Ruşen-Rumen, Erol-Evgeni ..gibi. Yazımda bu konudan bahsetmeyeceğim. Eskileri deşip, birilerini suçlama taraftarı değilim. Ben doğduğum kentimi seviyorum, Bulgaristan’ı da Bulgar halkını da seviyorum. Birçok Bulgar sevgilim oldu, Bulgar arkadaşlarım var, komşularımız var. Olay tamamen siyaseti yönetenlerin, gücü elinde bulunduranların yanlış politikalarını zorla ortaya koymalarının bir sonucudur. Bunun Bulgar halkıyla bir ilgisi yok. Elbette ırkçılık noktasına varan milliyetçilik anlayışına sahip Bulgarlar vardır tıpkı burada, biz Türklerin arasında olduğu gibi. ATAKA ve destekçilerine bakarak, her an her şey geçmişteki haline dönebilir endişesiyle mantığı bir kenara bırakan eylemlere girişmek pek akıllıca olmasa gerek. Dünyanın birçok ülkesi çifte vatandaşlığa izin vermezken, bizler buna sahibiz. Elbette zorunlu göçe tabi tutulmamızın bunda etkisi çoktur. Daha düne kadar büyüklerimiz Bulgaristan’a küfrederken şimdi 3 ayda bir oradalar, tekrar mal-mülk alımı yapıyorlar, neden? Çifte vatandaşlık, Avrupa vatandaşlığı Bulgaristan göçmenleri için şanstır, ayrıcalıktır, güçtür. Pasaportlarımızı sadece gümrükten vizesiz geçmek için kullanmayalım. Orada yaşamıyoruz diye, ayağımıza kadar getirilen sandıklar olmasına rağmen, oy kullanmamazlık etmeyelim. Bu ülke için vatandaşlığımızı nasıl yerine getiriyorsak, orası için de vatandaşlık vazifemizi yapalım. Bunu yaparken sadece orada yaşayan akrabalarımız, insanlarımız var gözüyle bakmayalım; oranın doğduğumuz yer, vatanımız olduğunu hatırlayalım.

Her ne kadar Bulgaristan’a geldiğimde daha çok Sofia, Plovdiv, Varna gibi yerlere uğrasam da benim için Ardino’nun yeri apayrı. Tıpkı Ruşka gibi orayı ben de çok seviyorum. Umarım birgün dostlarımı alıp Şeytan Köprüsü altında rakı-mangallı bir sohbet etme şansımız olur.

Chao za sega

2 comments:

7.oda said...

orda da komşuymuşuz desene :)

Nik said...

Evet, dobro utro :)