Thursday 31 December 2009

Yeni Yıl Hepimize Girsin

Tamam biz cool insanlar(!) dışında kalanların yeni yıl telaşı yaşadığı bir gerçek. Partiler organize ediliyor, dört günlük tatil süresi için envai yerlerde yer ayırtılıyor, hediyeler alınıyor ve elbette büyük hayaller üretiliyor kapımıza gelip kobrasını dayamış olan yeni yıla dair. Muhtemelen geride kalan yılın SWOT analizini yapanlar olduğu gibi “Maslow Hiyerarşisi” piramidine binaen kendi iç ve dış dünyasının envanterini çıkaranlar da az buz değildir. “Dude, what’s wrong with you? Bırak da insanlar ne sikim istiyorsa yapsınlar, sana giren nedir? (yeni yıl giriyor işte)” Yeni yıl yeni umutlar, aşklar, paranın amına koyma, üçlü yapma, mor renkli abiye elbiseyi alma, Osmanla evlenme, AKEPE’ nin siktirolup gitme, Obamanın seks kasetinin internete düşme buna mukabil Ali Kırca’nınkinin yok olma, Paris’ e Eyfel kulesinin altında atlama, Murat Boz’a verme; yeni bir ev, yeni bir araba, halen milli kalabilmiş olan piyangonun bize çıkma ihtimallerinin üzerinde yeşereceği Alice Harikalar Diyarından parsellenmiş üzerine Cenneti bile inşa edebileceğimiz si(k)t alanı demektir. (ormanların canı cehenneme)

Üslup önemlidir. Tatlı dille açamayacağınız kalp, kapı, kasa, sütyen ve gazoz kapağı yoktur.

Erkek - Güzel gözleriniz var
Kadın - Teşekkür ederim
Erkek - Fiziğiniz de aklınız kadar iyi
Kadın - Çok mersi, çok şekersiniz
Erkek - Eminim kukunuz da fevkaladedir..
Kadın - Sen adi bi sapıksın, hayvan herif!
Erkek - Pardon sıralamayı karıştırdım, burda "aşk" demek gerekirdi
Kadın - Sen aşktan ne anlarsın, uçkur düşkünü sapık, hepiniz aynısınız
Erkek - Tamam söz, aşkımızın hiçbir aşamasında kukuna müracaat etmeyeceğim
Kadın - Ne yapiyim ben öyle aşkı, aşkın %99 u cinselliktir
Erkek - Ama az önce sizden bi kere isteyince sorun oldu, hani açıksözlü olmak işe yarıyordu?
Kadın - Önce cüzdanın ve tatlı dilin açık olacak, sonra fermuarın..
Erkek - Hassiktir ya, fakültede bunu öğretmediler bize..göt profesörler

Empati, karşındaki anlama, demokrasi, farklılıklara saygı, aşk, din gibi dokunulmaz, 7 den 70 e koşulsuz kabul gören kutsal kavramlarımız var. Ha en sağlamını unuttum “herkesin kendi doğrusu var”. Ha siktir ordan! “Herkesin doğrusu varmış, herkesin doğrusu başkaymış..bla bla bla”. Bilgisizliği, incinen egoyu, kıt aklı örtbas etmek için en güzel kaçış yoludur bu kavramlar. Sıkışan herkes hemen bu argümanlara sarılıp “insan olmanın” en doğal haleti ruhiyesi içinde düşen “ego civası” nı tekrar normal sınırına getirmek için kendisine enjekte eder. “Hepimiz insanız son tahlilde. Severiz, seviliriz; mutlu olur, acı çekeriz. Hayat iniş çıkışlarla doludur. Bizi hayata bağlayacak, hayatımızı anlamlı kılacak şeylere ihtiyacımız var. Din, aşk, insanlara faydalı olmak, daha refah bir yaşama ulaşmak…” Gördün mü moron Nik! Hayatın anlamı bu kadar basit işte. Sen ne sikimin arayışındasın hala? Dünya üzerinde insanların komün halinde yaptığı şeyleri sen nasıl olur da kabul etmezsin? Farklı olduğunu iddia ederek farklı olmaya çalışan bir zavallıdan öte nesin ki sen? Tüm bu isyankar ve aykırı düşüncelerin, hayat tarzının altında aynı itkiler barın mıyor mu? Noldu, egon mu incindi? Evlilik teklifini kabul etmediğin için senin terk eden sevgiline mi kızdın? Holding sahibi olmadığın için mi sermayedarlardan nefret ediyorsun, ha? Eleştiren, şikayet eden, sadece karanlık noktalara işaret eden bir karamsar mısın? Ya üslubuna ne demeli?

Üslubunuza, çoğunluk ahlak anlayışına, erdem algısına flu zihinlerinize budda kılıklı özünde Paris Hilton dan fazlası olmayan kirli ruhlarınıza, ikiyüzlü niyetlerinize ve ekopolitik tavırlarınıza sokayım! Dinciler hastalığımı teşhis edip “ Allah yoluna girmelisin”, evliler “evlenip, bir yuva kurmalısın”, postmodern orta direkli entel entellektüeller ise “hayatını anlamlı kılmalısın, pesimist olmayı bırakıp insanlığa ve kendine faydalı bir birey olmalı, severek yapacağın bir iş yapmalı ve aşka kapını açmalısın” diye mütemadiyen öğütler verirler. Hitler siksin sizi. Çarmıha gerilin! Peygamber yaşamına öykünüp de kendi öz kızını beceren biri Hitler den daha mı masum? Cihad adına dünyanın amına koyan dinciler değil mi? Bugün yeşil sermaye diye bilinen, malum bazı cemaatlerin “efendi hazretleri” nin keyifleri gıcır değil mi? Müritleri ve sempatizanları porno endüstrisinin gelir pastasındaki en büyük dilimi oluşturmuyor mu? Ya kutsal görevlerde bulunan güzel jelatinli yavşaklara ne demeli? “Genelleme yapamazsın” Genelleme yapamazsın diyen zihniyete de sokayım! Evlilik kutsal bir kurumdur diyen, bunun mükemmelliğini , gerekliliğini savunan ama ilk bulduğu fırsatta birine atlayanlara ne demeli? Fırsat yakalayamadığı ve bizim de zihin okuyamadığımız için istisna kalmış olan kutsal(!) ve sadık(!) zümrelerin başımıza gurme kesilmesi çok manidar değil mi? Mezar günleri yaklaşınca dine yönelen, yaşlılık poliçesi olarak eşi, çocuğu- torunu gören aciz insan çoğunluğunun; bir yılbaşını bile tek başına geçirecek götü olmayan toplumsal varlıkların yeni yılı kutlu olsun!

2010 da ne değişecek ha? Hergün açlıktan ölen 15.000 insan kurtulacak mı? Savaşlar bitecek mi? İşsizlik sona erecek mi? Bu vahşi düzen değişecek mi? Kültürel ve zihinsel bir devrim olacak mı? Murat Boz , Serdar Ortaç, Özcan Deniz dinleyenler utancından intihar edecekler mi? Sen gerçek bir insan olacak mısın yoksa biçilmiş insan kıyafetini giymeye devam mı edeceksin? Durmak yok yola devam! Yeni yıl hepimize girsin, hemde köküne kadar!

Thursday 24 December 2009

İşsizken Solcu, Lotoyu Tutturunca Sağcı Olma Med Cezir-i

İnsanlığın evrimleşmesine ve tarihsel diyalektiğine baktığımızda karşımıza her zaman “ego” sorunsalı çıkacaktır. Dincilerin “nefis”, yanası inançsızların(!) ise “ego” diye kullandığı kavramın anlamı da nedir? Öncelikle “ego” yerine “nefis” kavramının ikame edilemeyeceğini söylemeliyim. “Nefis” kelime olarak ‘Öz varlık, kişilik; insanın yeme içme vb. gereksinimlerinin bütünü’ anlamına gelir. Gerçi ‘öz varlık, kişilik’ tanımlamasının paralojik olduğu da ortadadır. “Nefis” olsa olsa “id” e karşılık gelmelidir. Hatırlamak adına bilincin bu üç katmanına (İd,ego ve süperego) kısaca biz göz atalım isterseniz. Alt benlik olarak “id” kendisini yalnız ihtiyaçlarına göre ayarlayan, güdüsel, baskın olan yanımızdır. (Cinsellik, açlık, nefret vb.) Genelde bu yönü baskın olan bireylere alınlarının ortasına “vicdansız” yaftası yapıştırılmaktadır. Üst benlik olarak “süperego” kural ve değerler bütünü içinde insana yön veren mekanizmadır. Bu katmana “vicdan “ da diyebiliriz. İşte “ego”(benlik) dediğimiz de bu katmanların ortasında yer alır. Orta yolcudur . Doğa, çevre ile “id” arasındaki denge unsurudur. Yani eleştiren ve güdülerimizi kontrol altında tutan bu katmandır.

- İnsan sevgi gibi bir duyguyu içinde barındırdığı için mi yoksa sevildiği, ilgi gösterildiği için mi sever?
- İnsan karşısındakini mutlu ettiğinde onun sevincinden mi haz duyar yoksa bu mutluluk kendi başarısı olduğundan mı?
- İnsan ibadeti cennete gitmek –ya da diğerleri, ya da Tanrı korkusu- için mi yoksa hiçbir karşılık beklemeden Tanrı’ya layık olabilmek için mi yapar?
- İnsan ihtiyaç duyulduğu için mi yardım eder yoksa sadece “iyi insan” apoletini yakasına takmak mıdır derdi?
- İnsan paylaşmak, öğretmek için mi bilgi verir yoksa bilgisini gözler önüne sermek için mi?
- İnsan konuşmayı daha da güzeli dinlemeyi mi sever yoksa insanlarla arasındaki bağı mı?
- İnsan yaptığı resmi mi yoksa çerçevesini mi sever?

Yukarıdaki listeyi daha da uzatmak mümkündür. Cevapları sen kendin ver sevgili okur. Merak etme üç yanlış bir doğruyu götürmeyecek.
Öğrenci zen ustasına sorar;
- Ego nedir usta?
Usta yüzünü buruşturarak öğrenciye dönüp,
- “Bu ne kadar aptalca bir soru. Bunu sadece bir aptal sorabilir.”der
Öğrenci allak bullak olur, öfkeden kıpkırmızı kesilmiştir. Usta gülümser ve şöyle der :
- İşte ego budur!
Madem örnek verdik bir tane de ülkemizden verelim. Belediye koltuklarının arkası tıpkı okul sıralarının üzeri gibi sanat eseridir.
- Hell yeah, fuckin rock, heavy metal, alp, aydan, linkin park!!
Ve cevap mahiyetinde :
- Sikilmiş rock, farkımız tarzımız, müslüm babamız…
Ego hakkında kısa hatırlatmalar yaptıktan sonra konunun özüne dönebiliriz. Yazıma neden böyle bir giriş yaptığım yazının sonunda daha iyi anlaşılacaktır.

Küresel krizin dalgasını alan.. affedersiniz kriz dalgası altında kalan…yok buda çok müstehcen oldu, altta kalanın canı çıksın filan…şöyle diyelim : Küresel ekonomik krizin en çok etkilendiği ülkelerin başında yer alan Türkiye, bu son derece kötü durumdan başbakan (bakan ama göremeyen) Hafızento’nun müthiş önlemiyle atlatmayı başardı : “KBTG Modeli”. Hemen açılımını yapiyim. KBTG – Kriz Bizi Teğet Geçecek. Sevgili okur götümüze bişiy girmiş olabilir,(kalınlığı, niceliği, newtonu, platonu önemli değil) bizler detaya değil bütüne odaklanmalıyız. Önemli olan bize ne girdiği değil, krizin bizi teğet geçerek ABD ye doğru yol almasıdır. Bundan mütevellit ekonomik göstergelerin de toplumuzdaki refah artışını gözler önüne sermesi müreffeh bir hayata alışmamış (alışmamış don kıçta durmazmış) halkımın momentumunu sarsmış ve iç çatışmalarla bilinmeyen bir yola doğru sokmuştur.(sokana bak sen) Elbette böylesine güzel bir atmosferde böyle münferit olaylar yaşanacaktır. Bir elin altı parmağı bir mi? Değil! Bizler yine de herkesi solduyuya davet ediyoruz.(damsız girilmez!) Bir son dakika gelişmesini sizle paylaşiyim sevgili okur; Terörü Tasviye Etme çalışmaları için gittiği Irak’tan dönen içişleri bakanı yaptığı 15 dakikalık basın açıklamasında şunlara yer verdi : “ Çok olumlu istişarelerde bulunduk. Sayın Barbunya ile karşılıklı 'yüksek istihbarat' ve 'doktoralı enformasyon' sağlamak üzere mealen anlaşmaya vardık. Bir diğer önemli husus, komşularımızla (sadece Müslüman olanlarla tabi) kardeşliğimizi pekiştirmek adına sayın Barbunya’nın sevgili kızı Verengül’ü sayın başbakanımızın oğlu Dallama’ya Allahın izniyle istedik. Henüz Allahtan yazılı bir cevap gelmedi. Gelir gelmez sizleri bilgilendireceğim. Son olarak da pekeke lideri japon Sikimialan’ın arkasındaki derin devlet güçlerine ait ipuçları yakaladığımızı, bunun da Ergenekonla botanik bir bağı olduğunu istihbaratlarımız doğrultusunda düşünmekteyiz. Gördüğünüz gibi çok verimli bir seyahat olmuştur. Kesinlikle ülkenin parasını çar ve çur etmiyoruz. Bizler altın yaldızlı koltuklarda oturuyorsak bunlar sırf Türkiye’mizin ve halkımızın müreffeh bir yaşama kavuşması içindir. Bizler asla bir önceki dönem iktidarsızları gibi sizi yarı uyarılmış bir sik(ke) ile aydınlığa götürmeyiz. Bizler işimi ya tam yaparız. Bunu da likit yumurta, gemicik ve deniz feneri projelerimizde tüm dünya çok net bir şekilde görmüştür. Son olarak buradan Almanya’da olan dayımın köpeğine selam gönderiyorum ve babamın da billurlarından öpüyorum.” Evet bakanın basın açıklamasını sizlere aktardım. Elçiye zeval olmazmış.

Doğadaki zenginliklerin nasıl paylaştırılacağını “kapitalizm sistemi” belirler. İnsanlık tüm acılı denemeleri sonunda en doğru olduğunu kabul ettiği, yaşam kaynağını “ego” dan alan bu sistemi bütün benliği ile benimsemiştir. “Çalış senin de olur. Köşeyi dönmek senin elinde. Kafasını çalıştıran zengindir” mottosuyla kafası tütsülenmiş, hayalin miyop olduğundan bihaber yığınlar sistemin en sarsılmaz mekaniğini oluşturmaktadır. Merak ediyorum da çalışmak için çalışan kaç insan var? Mevcut olan yapı içerisinde hepimizin paraya ihtiyacı var. Paraya bağımlı bir yaşam tarzının aslında dünyayı kontrol eden finansal güç sahibi zümre için “köle havuzu” olması dışında hiçbir anlamı yok. Bu yazıyı yazıyor olmam bu gerçeği değiştirmeyecek. Ay sonu yaklaşıyor ve hepimiz faturalarımızı ödemek zorundayız. Tamam da şunu bir düşünün; bu ülkede nüfusun büyük bir bölümü sadece faturalarını ( hayatta kalabilmek için asgari harcama yapmak zorunda olduğu) ödeyebilmek için günde on saatten fazla sağlıksız, insanca muamele görmediği, makinenin bir dişlisi olarak görüldüğü beyaz yakalı elitler tarafından sömürülen bir atmosferde çalışıyor. (kendimi ayrı tutmuyorum, ben de bir beyaz yakalıydım) Sizi duyar gibi oluyorum sevgili okur “ Dümbük konuşmak kolay, çözümün nedir? Bi sen mi akıllısın a.q yerinde! Herkes farkında bunun ama yapacak bişiy yok, düzen böyle!) Elbette farkındasınızdır, buna şüphem yok! Lideri takip etmek lider olmaya yeğ edilir her zaman. Lider olmak, yol gösteren, yeni yollar açan olmak zordur. Haa, müdür olmak o ayrı. Müdür olmayı herkes hak ettiğini düşünür, o görevi yerine getirebileceğini düşünür ve herkeste bu forstan yararlanmak ister maddi-manevi. Çünkü müdürlük formel bir yapının içinde yaşam bulur. Belli kalıpları, bir çerçevesi vardır. Müdüre itaat iş akdinden, iş hukukundan gelir. Oysa liderlik bambaşka dinamiği olan bir kavramdır. Lider peşindekileri metazori sürüklemez. Lider olmak zordur. Herkes birgün müdür, parti başkanı, başbakan olabilir ama lider olamaz. Klişe oldu biliyorum ama herkes rakı içiyor diye rakı içmeyi bırakacak değilim. “Kes mavra okumayı da çözümünü söyle” diye hala diretiyorsanız, bişiyler karalamak farz olur o zaman.

1-Azami Gelir : Tıpkı asgari ücrette olduğu gibi kazanılabilecek gelirde de tavan bir ücret politikasının hayata geçirilmesini istiyorum. Bill Gates Microsoftu buldu diye, Şayenk CEO diye dünyanın nimetlerinden şanslı azınlık olarak faydalanmaları kabul edilemez. Daha da komiği şimdi bunların çocukları ve bilimum yakın çevresi doğal olarak bu mirastan faydalanacaklar. Miras olgusunun ortadan kaldırılmasını ya da yeniden yapılandırılmasını öneriyorum.

2-Vatandaşlık Geliri : Uygulanan ekonomik sistemin, devlet rejiminin yapısına , çalışıyor ve çalışmıyor olmasına bakmadan her bireyin dünyaya gelmiş yeter sebebi doğrultusunda asgari ücret gibi aptalca hesaplamalar sonucunda ortaya atılmış olan ama barınmayı, giyinmeyi, yemeği bile karşılamayan bir gelir yerine içinde insanca yaşamasını sağlayacak temel ihtiyaçlara ek olarak spor, sanat-kültür ihtiyaçlarını da kapsayan bir vatandaşlık geliri uygulamasını öneriyorum. Yüksek Lisans tezini bu konuda hazırlayacak olan arkadaşımın bilimsel çalışmasını da merakla bekliyorum. Bizimkisi bilimsellikten ziyade temenni veya kaba bir görüş olarak kabul edilmeli.

3-Özel sektörün kar marjlarının sınırlandırılmasını: Kriz dönemlerinde ortaya çıkan cığırtkan sermaye çevreleri nasıl ki vergi indirimi için zerre utanmadan taleplerde bulunabiliyorlarsa, biz onların köleleri olarak da karlarını minimize etmelerini, kriz dönemlerinde gerekirse zararına çalışmalarını edindikleri tüm servetleri bu dönemlerde işlerine tekrar aktarmalarını öneriyorum.

4-Gerçek Sosyal Devlet Anlayışı : Hikayeden kömür dağıtarak, 5 yılda bir kaymakamlık vasıtasıyla kimsesizlere zırnık kadar para dağıtarak sosyal devlet imajı yaratmak artık gerçekçi olmaktan çıkmıştır. Balık vermek yerine balık tutmasını öğretme zamanı gelmiştir. Devlet Planlamacılığı arttırılmalı ve geliştirilmelidir. Hadi iktisatçıları geçtim, öğretmenlerin sayısını planlamamak gibi abes bir durum da neyin nesidir be kardeşim? Ne kadar ihtiyacın varsa o kadar öğretmen yetiştir! Günü kurtarmak için kontenjanları sınırsız yap, sonra da insanların önüne KPSS gibi engeller koy. Tabi sen bu duruma da kapitalizm nosyonu çerçevesinde cevap verirsin : “ Kafası çalışan geçer, en iyileri ayakta kalır”!

İdeal olan ile yapılabilecek olan arasındaki farkın farkındayım elbette. Fakat mevcut koşullar içinde yapılabilecek olanları değerlendirmenin de yanlış olduğunun farkında siz olun. Şimdilik bu kadar yeter. Ayrıca belirtmemde fayda var hiçbir –izm e tabi değilim, hatta Nikizm e bile! Lenin’in de dediği gibi “Gerçeklik ancak gerçekliğin kabulüyle değiştirilebilir.”

İşsizliğin çok ciddi travmalara yol açtığı ortadadır. Hem toplumsal hem de psikolojik etkilerini görebilmek için gözlük takmamıza gerek yok. İşsiz olanlara ucube gibi bakıldığı ( kendi aileleri tarafından bile ) bu süreçte ayakta sağlam durabilmek herkesin kolaylıkla yapabileceği bişiy değil. Hele hele “ ne yaptın, hala bulamadın mı bir iş” tarzında bir soruyu düşmanının bile sormadığı şu günlerde patavatsız akrabalar, ucube tanıdıkların etrafta fink atıyor olması işsizleri ister istemez evlerinde hapis olmalarına itiyor. Aksi olsa ne yazar ki? Yıllarca arkadaşlarına kahve ısmarlamaktan haz almış biri bunu bugünlerde yapamıyor olmaktan dolayı suçluluk duyarken hangi sosyal ortama akabilir ki? Ya sevgilisi, eşi-çocuğu olanlara ne demeli? Bir işe yaramıyor olma hissiyatını, birilerinin eline bakıyor olma utancını hangi ikame yok edebilir ki bu günlerde bir işsizin dünyasından? Bu işsizliğin kalifiye olmamakla, dil bilmemekle bir alakası yok sevgili okur. Süper eğitimli insanlar, eskiden önemli görevlerde yer almış insanlar da bugün işsizler. 90 lı yılların başlarında üniversite terk apoletine haiz olman bile önemli bir avantajken o dönemde işe başlayan tipler -ki bunların çoğu ne bilgisayar bilir ne de yabancı dil- bugün üç dil bilen, en az 5 yıl tecrübesi olan, en az yüksek lisans yapmış, pro engineer, SPSS ve bilimum programları kullanabilen, yoğun çalışma temposuna ayak uydurabilecek ve 1.000 tl altında çalışacak köleler arıyorlar hem de pişkinlikle. Ulan a.q dümbüğü senin kifayetin, çapın ne lan? Seni liyakat testine soksak acep kaç puan alırsın? Miras ve kast sistemi ile koltukları ele geçirmiş zibidiler bugün bizlere hem ekonomi, hem endüstri hem de üstüne üstlük ahlak-etik dersleri veriyorlar haa bir de bizleri eliyorlar daha iyi mallar için. ( tabi ya sevgili okur, ne sandın sen, hepimiz maldan öte bişiy değiliz son tahlilde) Sakın ola o pazarlama, iletişim, ekonomi, kıçımın kenarı gurularını ciddiye almayın! Yeni mezun arkadaşlarıma da tavsiyemdir ; “CV hazırlama teknikleri”, “Etkili Mülakat Dili”, “İnsanları Etkileme Sanatı” vb. saçmalıklarla zaman harcamayın. Muz(bulabiliyorsanız orijinalini kullanmakta fayda var tabi) üzerinde blowjob alıştırmaları yapın. Bunda uzman olduğunuz oranda hayatta başarıyı yakalama şansınız artacaktır.

Türkiye’de “Sosyal Güvenlik” sistemi salt emekliliğe yaslanmış eğri bir zeminde yer alıyor. Bunu bile doğru düzgün işletemeyen vak’a bir sistemimiz var. Nedir sosyal güvenlik? İnsanlara, bugün ve gelecekte, çalışma koşullarını yitirmesi hali de dahil olmak üzere çeşitli risklere karşı, yaşamını sürdürebileceği sürekli bir gelir güvencesinin sağlanmasıdır. Sosyal güvenliğin gelişimi iş kazası, meslek hastalıkları ve analık sigortaları ile başlamış, daha sonra diğer hastalık, maluliyet, yaşlılık, ölüm ve işsizlik sigortası hakları kazanılmıştır. Bugün milyonlarca insanın yaşadığı problem işsizlik değil midir? Peki “çalışma koşullarını yitirmesi hali” tanımına “işini kaybetmek” girmez mi? Asgari ücretin 2/3 geçmiyecek şekilde bir işsizlik maaşını o da ciddi ön koşullara bağlı kazanılabilecek bir hak iken en uzun vadede 1 yıl boyunca ödemek palyatif bir çözüm değil de nedir? İşsiz kalmanın sadece mali yükleri mi vardır ki diğer boyutları görmemezlikten geliniyor? Pratik hayata dair çözümler sunan bir Sosyal Güvenlik sisteminde hastalık, işsizlik, yaşlılık,dulluk, iş kazası, meslek hastalığı, analık, sakatlık, ölüm ve aile yükleri, beslenme, giyim, konut ve tıbbi yardım fonksiyonları yer almalıdır.

Petrolü kontrol ederseniz ulusları kontrol edersiniz;
gıdayı kontrol ederseniz insanları kontrol edersiniz.
Henry Kissinger

Yeryüzünde, matematiksel olarak herkese yetecek miktarda gıda üretiliyor. Tarımın makineleşmeyle geliştirilmesi, verimin arttırılmasına yönelik bilimsel araştırmalar ve sulu tarımın yaygınlaşmasıyla insanlık tarihinde öncesi görülmemiş bir gıda üretim ve bolluğu söz konusudur. Hatta kişi başına düşen gıda miktarının yaklaşık 2,5 kg olduğu göz önünde bulundurulursa, açlığı bir kenara bırakın, insanlar dengeli beslenecek ve belki de aşırı kilolarından yakınacaklardı. Fakat, gerçekler ve mevcut durum bunun tam tersidir. Yeryüzünde yetersiz beslenen insan sayısı 888.280.854; bir gün içinde açlıktan ölen insan sayısı 17.330; bu yıl açlıktan ölen insan sayısı 4.178.911’dir. Diğer yandan, şu anda yeryüzünde 1.122.995.850 insan aşırı kilolarından şikayetçiyken, obezite hastalığına yakalananların sayısı da 334.610.467’dir. Neticede insanlar, dünyada yeterince gıda olmadığı için değil, alım güçleri ve paraları olamadığı için, yani yoksul oldukları için açlık riski altında hayatlarını sürdürüyorlar; yani bir yandan bazı insanlar açlıktan ölürken, diğer yandan bazıları da obez hastalığına yakalanıyor. Şimdi sevgili okur sen ve ben işsiz olsak da bir şekilde karnımız doyuyor ama ya hergün ölen 17.330 insan? Senin, benim bu ölümlerde hiç mi parmağımız yok? Dünyada gelir adaleti sağlanmış olsa bu ölümler olur mu? Dünyada savaşlara, teröre ayrılan bütçeler gelir dağılımı dengesi için sağlansa daha güzel bir dünya olmaz mı? Peki siktiğiminin politikacıları barış, huzur, aş, iş diye gazeller okurken nasıl olur da dünya bu halde olur? Çokuluslu şirketler mi politikacıları yoksa politikacılar mı çokuluslu şirketleri yönetiyor? Ya da bu iki kesim aynı potada mı eridi? 3 lük bize mi girdi? Hepimiz işsizken solcu, lotoyu tutturunca sağcı olmuyor muyuz?

Monday 21 December 2009

Bir Agnostiğin Geridönüşü

"Game is over" demiştik bir önceki yazımızda.(Siktir et onu, unut!) Kusura bakma okuyucu sözümü yerine getiremeyip tükürdüğümü yalıyorum, en azından şimdilik! Web sitesi hazırlayacak modda değilim. Akıp giden hayata adapte olacak modda ise hiç değilim! Bugün 21 Aralık, yani kışdönümü. Hergün karanlığın 1-2 dakika kısalıp, aydınlığın uzayacağı bir sürece giriyoruz. Fakat doğadaki bu aydınlanma ne ülkemizde ne dünyada ne de bende pek yok sevgili okur. Yazacak çok şey var ama gelin bugün size tekrar kavuşmamın fakat kendimi kaybetmemin formatına uygun bişiyler karalayalım.

Toparlanamaz bir düşünce çukuruna düştüm galiba çünkü; uzun zamandır bir türlü netleşmedi... Galiba en net hallerinden birisini sonsuzluk kavramı üzerine alıyor. Sonsuz nedir? Sonu olmayan kavranabilir mi? Ufuk çizgisi ve sonsuzluk kavramları karşılaştırıldığında durum biraz daha netleşiyor sanırım... Ufuk çizgisi insan gözünün uzaklarda son olarak gördüğüdür ama o çizgi bir bitiş değildir. Yada hiçbir zaman onu yakalayamaz çünkü her ileri adım atması ile ufuk çizgisinin bir adım ileri gitmesi nedenseldir. Ama bilir ki, ufuk çizgisi onun sadece gözünün yetersizliğinden beslenir. Daha yeterli hale, icat ettiği aletlerle getirdiği zaman, yeni bir ufuk çizgisi ile karşılaşır.

Sonsuzluğu da bir ufuk çizgisi olarak görmemem için mantıki bir sebep bulamadım... Sonsuz, sonunu bilmediklerimizin ufuk çizgisidir. Sonsuzun sonudur bu ufuk çizgisi . “Gelecekte aşılabilir yada aşılacaktır bu ufuk çizgisi” diyebilirsiniz ama her aşılmanın yeni bir ufuk çizgisi doğurmasını nasıl aşmayı düşünüyorsunuz ha? Bu aşılamaz olan kavrayış sınırımızdır diyesim geliyor a.q. Bu mutlak olan bir sınırdır. Yaratık ve ne kadar güçsüz olduğumuzun bir ispatıdır .... mutlaktır diyince “kimse mutlak üzerine konuşamaz çünkü dedikleri kendi fikirleri yani izafi şeylerdir” gibi düşünceler ile yanlışlanabildiği sanılıyor . Göreceliliğin kendisi mutlak mıdır? Bu soruya verilen olumlu cevap zaten görecelilik ile çelişir. Verilen olumsuz cevap (mutlak değildir), yani görecelik kuralı bazen işler bazen işlemez cevabı da kuralın işlemediği hallerde görecelilikle çelişkili olur.... bu mutlak olanın yadsınamazlığının ispatıdır.

Değişim kavramında anlatmak istediğimi örnekler. Her şey değişir önermesinin mantıksız olması, demek istediğimdir. Her şey değişemez çünkü değişim değişmez. Değişim diğer kavramlara bağlı olan ve onların değerlendirilmesidir. Gözlenen bir kavramın bir önceki zaman ile bir sonraki zaman arasındaki farkıdır. Bu gözlenen kavramlara ilk basamak dersek bu basamağa bağlı olan ve bu basamağın gözlenmesi olan değişim kavramını da farklı bir basamağa koymak gerekir. Farklı olan bu basamak kavrayış sınırımızın son basamağıdır. Son basamağı ilk basamakmışçasına düşünerek hareket edilse bile, son basamak sınırı aşılamaz. Çünkü diğerinin gözlemi, yani ilk ve son basamak ayrımı fiilin kendisinden meydana gelir. Her diğerini gözleyişin ve vardığın değişim yargısının iki öznesi de mutlaktır. Bu “ikilik” mutlaktır. Hangi özne ile kavramaya çalışırsak çalışalım, bunun böyle olduğunu görürüz...

Başka örnek olacak kavramlardan biri ise “bir” kavramıdır (sanırım bu örneği Permenides adlı filozoftan gördüm.). Mutlak olarak bir’in kavranamazlığına dair bir örnek. Kavrayabildiğimiz şeylerin içi ve dışı olarak açıklamaya çalışayım. Kavrayış sınırlarımızda olan her şeyin içi ve dışı olmak zorunda. Bundan kastettiğim, herşeyi diğerlerinden ayıran bir sınır çizgisine sahip olmasıdır. Burdan yola çıkıldığında, sınır çizgili olan her şey içinde bir dışarısı kavramı olması zorunludur. Sonuçta varılan nokta ise bir’i kavradığımızı iddia ediyorsak sınır çizgilerini ve böylelikle bir'in dışınıda buna bağlı olarak zorunlu bir şekilde ortaya atılmış oluyor. Ortaya atılan ise iddia edilen biri kavramak eyleminde aslına iki’nin olduğu ve iki’yi kavrarken üçün olduğu vb... Bunlardan çıkaracağımız basit sonuç ise sınırlı bir düşünme gücüne sahip olduğumuz değil de nedir ?

Tüm bunlardan sonra bir sonraki adım ve varılacak nokta ise tek kelimedir... bilinemezlik... güçsüz olduğun ve kavrayış sınırın ispatlandığında, bilemeyeceğin hakkında fazla bir şey söylemeye gerek kalmaz zaten. Bilinemezlik tek bilinebilecek olandır... Bilinemezlik ile ne açıklanabilir? Yada ne işe yarar, ne vaat eder? Bilemediğin bilginin senin açısından ne önemi vardır vs. gibi sorular hep bilmenin sonuçları üzerine kurulu... Bilinemezlik ise bu bilme eylemini gerçekleştiremeyeceğim gerçeğinin bir tesbiti,sınırı ve açıklamasıdır. Bu açıklama bilmenin yanında, tatmin edici olmadığı açık ama sınırlı olduğunu fark eden yaratıkların, tatmin olduğu da nerde görülmüş? Sınırlı olduğunu kavramak yani bilinemezliği fark etmek akıl sahibi yaratıklara özgü olabilir. Biz bu bilinemezlik bilgisini de fark etmeyebilirdik (tabi mantık ile farkediş nedensel ama. Sistem bunun fark edilmeyişi üzerine tasarlanmış olabilirdi. Böyle bir tasarlanmış sistemde yaşadığımızda, şu an karnı doymuş bir aslan(hayvan) kadar mutlu olurduk... ki bizim erişemiyeceğimiz bir mutluluk .... aslında bu mutluluğu insan bilinci ile değerlendirdiğinde, tamamen kendini kandırmaca. İnsan bilinçsiz ise böyle bir soru sorulması dahi söz konusu değil. Burada hayvanların hazlarını yüceltmek amacında değilim, ki terk edemeyeceğimiz bilinçte bize bu hazzın ne kadar mantıksız olduğunu söyler durur. Ve eğer bilinç bilinçsizlikten üstün tutuluyorsa, bilinçlinin hazzının da bilinçsizden üstün olduğu söylenebilir. Bu hazzı, bilinemezlik veriyor mu? Bilinemezlik sadece acı veriyor ve kendini bi bok sanarken aslında fasülyenin bile senden daha mutlu olduğunu fark ettiriyor.

Mutsuzluk yada hazsız olması, bilinemezliğin sonuçlarının hatalı olduğunu gösterir mi bilmiyorum. Belki kişisel olarak mutsuzluğu sapkın düşüncelere ya da inanç eksikliğine bağlamakta mümkün ki, sapkınların da diğerleri için tersini düşündüğü gibi. Önemli olan bilinemezliğin mantıki olarak yanlışlanması. Çünkü sonuçlarına bakarak, bu düşünce yanlış olmalı denebilir belki, ama sırf beğenmediğim için yada hazcılık için gerçekten vazgeçmem mantıksız olmaz mı? Şu anda bu düşünceyi mantıki olarak çürütmeye çalışıyorum.

Aslında son olarak, karmaşık olarak bir öz eleştiri yaparsam; böyle bir düşünceye ulaşmadan ki amacımın şu andakinden pek farklı olmadığını ve benzer nedenler ile benzer sonuçlara yol alabileceğimi hissettim...Hislerime sokayım!

Dün gece ufaklıklarla yaptığım telefon görüşmesinden bana ait almam gereken bir mesaj varmış gibi geldi.

Mert - ..dayiii , büyük fenerbahçe..mama yiyom
Naz - Dayı, Mert salatayı karıştırdı ve balığın üstüne tuz döktü
Anneleri - Hadi bakalım dayınıza "kendine iyi bak" deyin
Naz - Kendine iyi bak dayı
Mert - Dayi kendine gel...

2 yaşındaki yeğenim bile anladı galiba ne kadar dağınık olduğumu. Bugünkü dersimiz de burada sona eriyor. Bir dahaki dersi...
Evet, tekrar merhaba sevgili okuyucu.


Saturday 19 September 2009

Ramazan Biterken

Onbir ayın sultanı olduğu söylenen, dini duygularımızın tavan yaptığı; bir aylığına bile sözde-müslüman olmayı bir kenara bırakıp gerçek-müslüman gibi davranamadığımız ramazan ayı sona eriyor. İftar çadırları kurulur. Başbakan fakir-fukaranın iftar sofrasına katılır. Yığınlar, en hızlı kıldıran hocanın camisine teravi namazına akın eder. Televizyonda din sohbetleri, temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp sunulan din temalı aynı filmler gösterilir. Hani gerçeği bilmeyen dışarıdan biri, her şeyin ne kadar mükemmel olduğunu sanıp hemen şehadet getirerek müslüman olabilir. O derece müslümanız senede bir ay! Küresel ısınma, savaşlar, dünyada açlıktan ölen insanlar, gelir dağılımındaki eşitsizlik, siyasetteki erozyon, başbakanın “kriz bizi teğet geçti” türküsünü gine papağını gibi tekrarlaması… bunlar umurumuzda değil, bu ay müslümanız ve başka bir şeye odaklanamayız…Bunları boşverin siz, bayram namazını kaçırmayın yeter!


Çağımız dünyasında "modernite öncesini" yaşayan kültürleri bir yana bırakırsak, modernite sürecini az-çok yaşamış tüm toplumlarda evren ve evrendeki şey-olay bağlamlarının algısını “bilimsel paradigma” belirlemektedir. Üstelik de klasik bilim anlayışının paradigması. Modern bilim anlayışları henüz "hayatın-içinde" yansımalarını bulabilmiş değil.

İnanç-siyasal anlayış ve değer dünyaları ne olursa olsun, kainattaki olup bitenler hep bu paradigmanın "konseptlerine" göre algılanıp-değerlendirilmektedir.(Ayrım noktaları "yapısal-özsel" değil de ilintiseldir. Bazıları bu olup bitenleri evren üstü aşkın bir gücün inayet-istenç ve ereğine göre "değerlendirir", bazıları da kozmik-işleyiş ve kendi yasalarıyla açıklamaya çalışır.)

Bu açıdan ele aldığımızda;

X türünden bir olay, belli olgu bağlamlarının, içine yerleştirilip-neden sonuç ilişkileri içinde açıklanabiliyorsa bu olay için doğal bir olay denir. Yağmurun yağması-rüzgarın esmesi v.s..

X türünden bir olay belli olgu bağlamlarının içine yerleştirilip de açıklanamıyorsa bu durumda ona rastlantı/tesadüf adı veriliyor. Örneğin bulunduğunuz şehirden kalkıp başka bir şehre gittiniz ve orada mezun olduktan sonra hiç-görüşmediğiniz ilkokul arkadaşınızı gördünüz. Bu ne kadar büyük bir-tesadüf diyorsunuz. Oysa onun orada oluşu kendi süreci açısından bakıldığında bir olaylar serisinin sonucu. Sizin orda olmanız da belli olaylar serisinin bir sonucu. Her iki olay da kendi dinamikleri açısından tesadüfi değil. Ama o kesişme anı tesadüf olarak değerlendiriliyor.

Kısaca, önceden "ön-görü" varsa tesadüf ortadan kalkıyor. Bir olayın oluş-etkileyici faktörler serisi olduğunca ortaya konamıyorsa buna tesadüf deniyor. Şans oyunlarında ikramiye isabet eden numaraların ortaya çıkış sürecindeki tüm-faktörleri bilemediğimiz-hesaplayamadığımız için bu olaya tesadüf-şans-şanslı-şanssız diyoruz. O topların ilgili yere konuş şekli sırası, düğmeye basılış anı, topların dönmesi, bir-birlerine çarpışları ve sonuçta birinin delikten düşmesi ve sırasıyla aynı işlemin diğer toplar için yapılışı.. İşte tüm bu süreci hesaplayıp-öngöremediğimiz için bu olaya tesadüf diyoruz.

X olayı bilinen neden-sonuç ilişkilerinin çok ötesinde ise ve söz-konusu olan olayı bu "bağlama" yerleştirip algılayamıyorsak bu durumda "mucize" demeye başlıyoruz. Örneğin diyelim ki şu anda üzerinden okuduğunuz bu bilgisayar durup-dururken havalanmaya başladı. Eğer bilimsel paradigma sizde güçlü bir şekilde yerleşmişse bu durumda bu sonuca fiziksel bir neden arayacaksınız. Yukarı bakacaksınız (ip nerde diyerek) veya en azından durup da "anlamaya" çalışacaksınız. Görünen fiziki bir neden bulamayınca işte o zaman bismillah-bismillah demeye başlayacaksınız annem gibi veya "mualla-hanım" gibi...

İşte insan-oğlunda fiziğin bitip metafiziğe geçiş alanının başlamasına yol açan bu gibi olaylardır. Ve bu eski alışkanlığıdır insan-oğlunun. Güneşi anlayamamış onda meta-fizik aramış. Rüzgarda-şimşekte falan. Hatta bir tırtıla tapındığı dönemler olmuş. Anlayamamış çünkü bir tırtıl bir ağacı nasıl kurutur.

İnanmak “bilmenin” bittiği yerde başlar. Bilinen “doğallaştırılmıştır" bilinemeyen gizemini korur. O nedenle insanoğlu Tanrıyı "evrenin" dışına-üstüne "sürmüştür". Onu hiçbir zaman bilemeyecek ve böylelikle ona olan inancı devam edecek ve o da bu inancıyla oynayabilecek.

Aslında işte bu denli basit. Alıştığımız(ki bu da sürekli aynı şekilde tekrarlandığı söylenen algı biçimlerimizden kaynaklanıyor) dünyanın dizgelerine kurallarına uygun olanlara doğal, olmayanlara ise rastlantı-mucize deyip duruyoruz.

Bu noktadaki en önemli ve kritik soru şu;

Dış dünya denilen kendisi öyle-olduğu için mi biz onu öyle algılıyoruz , yoksa biz dış-dünya denileni algı-biçimlerimize göre mi düzenliyoruz? Bu soru da aynı zamanda şu önsel soruyla ilgili. Acaba sahiden de “ben” denilenden bağımsız bir-dış dünya var mı?...


Genel olarak ‘insanlar neden ve nasıl inanır' konusunda ahkam kesmek isterim. Keza ilahi bir güce inançta bence bundan çok farklı değil.

2, 4, ?
Bu dizideki sayı nedir?
6 da 8 de olabilir, hatta daha karmaşık bir fonksiyonsa başka şeyler de olabilir.

Peki
2, 4, 8, 16, ?
Buradaki sayının 32 olma olasılığı gözümüze çok daha yüksek gözükür. Ama inanın 32 olmayan kayda değer başka yaklaşımlar da vardır.

Bence inanç bütünlükten doğar. Elinizde ne kadar uzun bir sayı dizisi varsa, ne kadar birbirlerini tamamlıyor, ne kadar bütünlüyorlarsa, bulmacanın eksik parçasını tahmin etmek (belli bir şey olduğuna inanmak) o kadar kolaylaşır. Ama hiçbir zaman %100 olmaz. %100’ün olduğu durum inanmak değil, bilmektir.

Başka bir tartışma konusu, ama aslında bildiğimiz tek bir şey yoktur. Gerçek bir 'Bilme', varoluşun/sonsuzluğun tümünü eşzamanlı bilmek demektir. Siz uzun zamanlar boyunca bir şeyleri bildiğinizi sanabilirsiniz, ama ilksel sebep elinize yıkılmaz bir teminat vermedikçe bir şey bilmek mümkün değildir. Çünkü son noktada ilksel sebebin o öyle değildi böyle idi, sen yanlış gördün/anladın/hayaldeydin/rüyadaydın deme olasılığı her zaman vardır.

Bu bağlamda aslında 'şeylerin' (düşünce, kavram, algı, teori) ispat edilebilirliği de yoktur. Bize göre ispat dediğimiz şey ise bir takım kabullerle başlamak daha sonra o kabullerle çelişmeyen en büyük ve bütüncül seti 'ispat ettiğini' düşünmekten ibarettir.

Gene de biz bunları söyleriz: "biliyorum, ispatlandı vs.". Söyleyeceğiz de... Çünkü bulunduğumuz bağlamda çok da yararsız sözcükler değil. Fakat bunların hepsi görece bir sistem için geçerli ve esasen boşlukta (veya ilksel kabullerin üzerinde, çünkü ilksel kabuller boşlukta) durmaktadırlar.

Böylelikle biz daha tümleşik/sade/güzel bütünlükler arayışını sürdürürüz. Yaşarız, deneyimleriz ve sonuçlar çıkarırız. Bunlar aslında bir nevi laboratuvar deneyleri gibidir. Yaşamdan çıkardığımız sonuçlar. Bu sonuçlar yavaş yavaş kafamızdaki büyük bulmacada yerlerine oturmaya çalışırlar. (ve tabii ki yüzlerce kez yer değiştirirler, bozulup tekrar konurlar, vs.) Ve giderek bir yoğunluk noktası, bir eşik enerjisine doğru yaklaşırlar. Ve sonra "inanıyorum" deriz. İlahi güç olsun, başka şey olsun bu hep böyle olur...tabi bu bilinç düzeyinde olanların niceliği hakkında bir kestirimde bulunmam zor.

Friday 11 September 2009

Selden Ölmeden Önce Dinlenmesi Gereken Rock Grupları

Müzik, insan hayatında büyük yer teşkil eden bir sanat dalıdır. Genç ya da yaşlı, heteroseksüel ya da biseksüel, prenses ya da orospu, kadın ya da erkek, türk ya da Tanzanyalı, dinci ya da ateist…Herkesin ortak bir noktası var; müzik. Tarz tarz, tür tür müzik her kesimden insanı bir şekilde etkisi altına alabiliyor. Müzik, birleştirici özelliği ile pek çok sosyal hareketin tamamlayıcı ögesi olma gibi bir fonksiyona da sahiptir. Üzerinde düşününce her şeyi müzik ile bağıntıladığımızı, tamamladığımızı görürüz. Devrimcilerin marşı, savaşa gidenlerin motivasyonu, evlenenlerin dansı, filmlerin soundtrack’leri, otobüs yolcuklarımızın yol arkadaşı, ipod sayesinde koşarken bile müzik bize eşlik edebiliyor…Bazı bitkilerin bile müziğe reaksiyon gösterdiği bilim adamlarınca ıspatlanmıştır. Bitkilerin bile reaksiyon gösterdiği, evrensel bir dili olan müziğe reaksiyon göstermeyecek insan var mıdır, bilemem.

Müzik hakkındaki düşüncelerimiz başlangıçta kültürlenme yolu ile oluşur. Eğitim sürecinde edindiğimiz bilgiler doğrultusunda, giderek formelleşen müzik bilgi ve beğenimiz, toplumsal aidiyetimizin dışavurumunda önemli bir simgeye dönüşür. “Ulusal müzik” dediğimizde hangi ulusa ait olduğumuzu anlatan, bizi diğer uluslardan ayıran müzikal üretimler anlaşılır. “...müzik ve onun çağrıştırdıkları, bir yerden başkasına farklılıklar göstermekte (bir zamanlar giysilerin, hala da yiyeceklerin farklı olması gibi), ulusal ya da bölgesel kimliğin simgesi görevini üstlenmektedir.” Bütün toplumu kapsayan müzik beğenisi olacağı gibi bireye ait ya da gruba (“alt kültürler”, mikro toplumlar vb.) özgü müzik ve sanat beğenisi, güzellik anlayışı olabilir. “Güzeli beğeniş, estetik bir yargı ile açıklanmaktadır; ve böylesine bir yargıya ön planda neden olan ‘düşün’, isteğe, hazza ve beğeniye yönelik duyarlılığı yaratmaktadır ve bu önemli gerçek, kendine özgü değişik bir değer yargısının meydana gelmesine olanak sağlamaktadır.”

Bu post’un amacı yazarının beğenileri dahilinde rock yelpazesi altındaki müzisyen ve grupları tanıtmaktır. Müzik tarzları ve beğenileri kişiden kişiye farklılık gösterdiği ortadadır. Nasıl ki Müslüm baba eşliğinde kendisine jilet atanlar varsa, sevgilisine bir öpücük bile koklatmayan kızların Murat Boz’a verme girişimlerinde bulunan nice insan vardır. Bazen bir müziği sadece melodisi için dinleriz, bazen de sırf sözleri için. Bazen her ikisinin bütünselliği için…O anki ruh halimize uygun servis edebileceğimiz müzik hep elimizin altındadır. Bu da bizlerin birbirinden farklı tarzda müzikleri dinleyebileceğimizi gösteriyor. Yani ben, iyi bir rock dinleyicisiyken aynı zamanda sanat müziği, türkü, klasik müzik dinleyen biriyim. Elbetteki asla dinlemeyeceğim dediğim tarzlar ve sanatçılar muhakkak vardır, herkesin de vardır. Kendi kalite algımda bana iyi gelen müzikleri dinliyorum. Herkesin bir baskın müzik tarzı vardır; ve benim de dominant tarzım rock müziktir. Her ne kadar Demet Akalın ya da Hadise dinleyenleri tuhaf bulsam da, yukarı bahsetmiş olduğum müziğin dinamiklerinden dolayı bu durumu kabul edilebilir buluyorum. Şimdi gelelim tanıtımlara. Hepsini tanıtmam mümkün olmayacağından aralarından en iyilerine yer vereceğim.

Metallica : 1980 ABD menşeili bir hard rock(trash metal, heavy metal) grubudur. Bitmeyen, tükenmeyen, eskimeyen, benim ilk göz ağrılarımdan olan bir gruptur. Kurulduğundan beri grubun vokalistliğini James Hetfield yapmaktadır. Dünya genelinde 100 milyon üzerinde albüm satışına ulaşmış efsane gruptur. Grup Türkiye’de 1993, 1999 ve 2008 yıllarında konserler vermiştir. Favori parçalarım : Master of Puppets, Ain’t My Bitch,Fade To Black, One, Unforgiven, Nothing Else Matters, My Apocalypse, Whiskey In The Jar

Rammstein : 1994 yılında kurulmuş olan alman heavy metal (progresif,gothic metal) grubudur. Vokalisti Till Lindemann’dır. Grup adını ,1988 yılında Almanya’nın Ramstein kasabası yakınlarındaki Ramstein isimli Havayolunda gerçekleşen trajik kaza için yazdığı şarkıdan alır. Reklam izlenimi vermemesi için bir m daha ekleyerek , kelime anlamı -kuvvetlice çarpan taş olan Rammstein olarak son halini alır. Hiçbir müzik türüne yakışmayan almanca Rammstein’in yapı taşlarından biri. Eylül ayında çıkacak olan yeni albümlerinde İngilizce şarkılar olcakmış, valla yeni albümü sabırsızlıkla bekliyorum. İlk single parçası “Pussy” :). Favori parçalarım : Sonne, Resident Evil, Ich Will, Du Hast; Reise, Reise, Seeman

Pink Floyd : Müziğin ulaşabileceğin en üst noktayı çizmiş adamların grubu. 1964 yılında, İngiltere’de Syd Baret tarafından Sigma 6 adıyla kurulmuş bir progresif rock grubudur. Daha sonra adını iki blues ustası olan Pink Anderson ve Floyd Council isimlerini birleştirerek Pink Floyd olarak değiştirmişlerdir. Syd Barrets, Roger Waters ve David Gilmour farklı üç döneme sahip bir karakteristiği vardır grubun. Kült olmuş Shine On Crazy Diamon ve Wish You Were Here parçaları Syd Barrets anısına yapılmıştır. Favori parçalarım : Lost For Words, We Don’t Need No Education, Hey You, High Hopes, Wish You Were Here, Comfortably Numb

Darkseed : İşte harika bir grup daha. 1992 yılında Almanya’da kurulmuş olup, gothic rock söyleyen bir gruptur. Vokalistliğini harika bir sesi olan Stefan Hertrich yapmaktadır. 1997 yılındaki “Spellcraft” albümleriyle ünü tüm dünyaya ulaşarak, ciddi bir fan kitlesine sahip oldular. En beğendiğim albümleri hiç kuşkusuz “Ultimate Darkness” tir. Favori parçalarım : Follow Me, Disbeliever, Fall Whatever Falls, Biting Cold, Echoes of Tomorrow, Downwards

Nirvana : Curt Cobain efsanesini yaratan, alternatif rock (grunge punk) söyleyen grup. 1989’da Amerikada kurulmuştur ve adını tüm dünyaya 1991 yılında çıkardıkları “Nevermind” albümündeki “Smells Like Teen Spirit” efsane şarkısıyla duyurmuşlardır. Herkesçe malum 1994 yılında Curt Cobain’in intiharıyla grup dağılmıştır. Kurt Cobain’in ölümünden dört ay önce kaydettiği şarkı olan “ You Know You Are Right” single olarak yayınlanmış ve ortada Nirvana diye grup yokken rock listelerinde 1 numaraya kadar çıkmıştır. Favori parçalarım : Smells like Teen Spirit, Lithium, Come As You Are, About A Girl, All Apologies, Where Did You Sleep Last Night

Marilyn Manson : İsmini Marilyn Monroe ve Charles Manson’dan alan grup 1989 yılında ABD’de grubun vokalisti olan Brian Hugh Warner tarafından kurulmuştur. Tarz olarak alternatif/endüstriyel metal, hard rock’u yansıtmaktadır. Marilyn Manson enteresan imajı ve klipleriyle hep dikkat çekmiştir. Favori Parçalarım : Come White, If I Was Your Wampire, The Nobodies, This is The New Shit, Devour, Arma-Goddamn-Motherfuckin-Geddon

Deep Purple : Dünyanın en ünlü hard rock gruplarından biridir. Tanımayan yoktur sanırım. 1968 yılında Londra’da Titchie Blackmoore tarafından temelleri atılmış olan grubun vokalistliğini Ian Gillan yapmakta. Abimin(Ruşka) en sevdiği gruplardan biridir. Deep Purple baskılı tişörtlerle dolaşan 40 lık bir delikanlıdır kendisi. Favori Parçalarım : Soldier of Fortune, Perfect Strangers, Black Night, Smoke On The Water, Sometimes I Feel Like Screaming, Woman From Tokyo

Cranberries : 1998 yılında kurulmuş olan İrlandalı rock grubudur. Grubun vokalisti harika sesli şirin kız Dolores O’Riordan’dır. Gerçi grup üyeleri 2003 yılında ayrı yollarda gitmeye karar vermişler ama biz olaya efsane olmuş grup olarak bakalım. Üniversite yıllarımda music box’ta sıkça jeton eskittiğim Zombie ve Promises efsane şarkılarının sahibi grup. Dolores’in kızıl saçları ve çıplak ayaklarıyla Fransa’da verdiği konser unutulmazdı. Favori parçalarım : Zombie, Promises, Cordell, Animal Instinct, When You’re Gone, Salvation, Wake Up and Smell The Coffee

Iron Maiden : Grubun basçısı Steve Haris tarafından 1975’te Londrada kurulan heavy metal grubudur. Grubun vokalisti Bruce Dickinson’dur. 94-99 yılları onun ayrılmasında dolayı vokalistlik görevini o geri dönene kadar Blaze Bayley üstlenmişti. Tabii öncesinde, abimin döneminden Di’Anno vokalistlik yapmıştır. Favori parçalarım : 2 Minutes To Midnight, Blood Brothers, Mother Russia, Run to The Hills, The Number of The Beast, Transylvania

Crematory : 1991 yılında Almanya’da kurulmuş baba bir gothic/heavy metal grubudur. Gerhard Stass vokalistidir, kendisi epey iri kıyım bi abimizdir. Ayrıca kadın arka vokalleri de taştır. Bu tarzda en iyi gruplardan biridir, 2002 de dağılma noktasına geldilerse de hala konserler vermeye devam ediyorlar. Şiddetle dinlemenizi önerdiğim bir gruptur. Favori parçalarım : Greed, Tears of Time, Temple of Love, The Fallen, Revolution, For Love

Dark Tranquility : Süper bir grup daha. Bu alanda en en uzun süredir şarkı söyleyen grubu biliyordum fakat daha da sevmemi, derinleşmemi sağlayan kişi Fatoş oldu. 1989 yılında kurulan İsveçli bir melodik death metal grubudur. Vokalde Mikael Stanne vardır. The Gallery en iyi albümlerindendir. Şiddetle dinlemenizi önerdiğim, alanında en iyisi olan grup. Favori şarkılarım : Lethe, Lost to Apathy, Final Resistance, Lady in Black, The Endless Feed, Your Worst Nightmare, Nothing To No One, Of Melancholy Burning

Linking Park : 1996 yılında kurulmuş Amerikalı bir nu-metal/rock grubudur. İlk ismi Xero’yu 1998 de Hybrid Theory olarak değiştiremeye çalışan grup, yasal problemlerden dolayı gurubun ismini Lincoln Park tan esinlenerek Linkin Park olarak değiştirdi. 21. yüzyılın en çok albümü satın alınan grubudur. Grubun vokalisti Chester Bennighton’dur. Favori parçalarım : In The End, One Step Closer, Numb, What I’ve Done, Don’t Stay

Paradise Lost : 1989 yılında İngiltere’de underground metal grubu olarak kuruldu. Daha sonra çizgisi gothic metal olarak şekillendi. İsmi İngiliz John Milton’un kitabı “ Paradise Lost” (Kayıp Cennet) tan geliyor. Favori parçalarım : Beneath Black Skies, No Celebration, Erased, Gothic, Embers Fire, One Second, Host, Mouth

Led Zeppelin : Bu grubu tanımayan yoktur, varsa da tanıtalım. Tüm zamanların en büyük rock şarkılarından birinin sahibi olan, rock tarihinin efsane gruplarından biridir. 1968 yılında kurulan İngiliz grup, daha çok hard rock ve heavy metal müzik tarzlarının öncüsü olmuştur. 1980 yılında davulcu John Bonham ın ölümüyle grup dağılmıştır. Buna rağmen dünya genelinde 300 milyon albüm satışı yapmış, rock dünyasında bırakmış olduğu etki ortadadır. Eski severler için inanılmaz bir hazinedir. Favori parçalarım : Stairway to Heaven, Heartbreaker, Dazed and Confused, Whole Lotta Love, Fool in The Rain, The Song Remains The Same

Anathema : 1990 yılında İngiltere’de kurulmuş bir death/doom metal grubudur. Vokalistleri Vincent Cavanagh ve Lee Douglas’tır. Türkiye’de çok sevilen bir gruptur.. Yanlış hatırlamıyorsam en az 3 kez ülkemize konser vermek için gelmiştir. Rock’un damar müziğini yapanlar olarak görüldüğü de bir gerçek. Favori parçalarım : Are You There, Lost Control, One Last Goodbye, Angelica, Silent Enigma, Regret, Far Away

Lacrimas Profundere : Bir iyi grup daha. 1993 yılında Almanya’da kurulmuş doom metal grubudur. Vokalde Chridtopher Schmid vardır. Memorandum albümü ile çıkış yapmıştır. Alanında en iyilerden biridir, Dinlenesi bir gruptur. Favori parçalarım : Again It’s Over, Black Swans, Ave End, Amber Girl, The Crown of Leaving, My Velvet Little Darkness

Evanescence : Yeni nesil tarafından iyi bilindiğini düşündüğüm grup. Çıtır Amy Lee’nin vokalistliğini yaptığı, 1995 yılında kurulmuş Amerikalı bir rock grubudur. Ülkemizde de video klipleri birçok kez gösterilmiş olan Evanescence “ duman gibi dağılıp yok olmak, buhar olup uçmak” anlamına gelmektedir. Favori parçalarım : Imaginary, Everybody’s Fool, Bring Me To Life, My Immortal, Lithium, Heart Shaped Box, Forgive Me, Call Me When You’re Sober

Korn : 1992 yılında kurulmuş olan Amerikalı alternatif rock grubudur. Vokalde Jonathan Davis vardır. En iyilerden biridir. Çok sağlam fanları vardır. Favori parçalarım : Coming Undone, Evolution, Fuck That, I Want To Fuck You Like An Animal, Beg For Me, Right Now

Coldplay : 1996 yılında Londra’da kurulmuş alternatif rock müzik yapan bir gruptur. Vokalde Cris Martin vardır. Etliye sütlüye karışmayan bir tarzları var. 21. yüzyılda ünlü olmuş gruptur. Araba yolculuklarında dinlemek için birebirdir. Favori parçalarım : The Scientist, In My Place, Gren Eyes, Clocks, Yellow, Don’t Panic, Violet Hill

Oasis : 1990 yılında İngiltere’de kurulmuş bir brit rock grubudur. Vokalistleri Niam ve Liam Gallagher kardeşlerdir. Çok tuttuğum bir gruptur. Dinlemenizi öneririm, özellikle de heavy/trush/doom metalden sıkınlar için. Favori parçalarım : Champagne Supernova, Morning Glory, The Masterplan, Wonderwall, Don’t Go Away, Stand by Me, Stop Crying Your Heart Out

Rock müziğinde sevdiğim grupları kısaca tanıttım. Kaçırdıklarımı gösterecek, farklı gruplar önerecek olanlara açığım.

İyi Dinlemeler

Edit: Yorumlardan dolayı edit yapma ihtiyacı duydum. Yukarıda yazdığım gruplar dışında en iyiler arasında girebilecek gruplar var elbttte, işte :

Slayer
Megadeth
Haggard
Black Sabbath
Slipknot
Manowar
Pantera
Pentagram

Monday 31 August 2009

Bilimsel Bakabilmek ve Evrim

Sanırım teori ile kanun ( bilimsel gerçeklik ) arasındaki farkın belirtilmesinde yarar var. Öncelikle bilimsel çalışmanın nasıl olduğunu açıklamakla başlayalım;

- Problemim tespit edilmesi
- Gözlem ve deneylerle verilerin toplanması
- Elde edilen verilerin ışığında hipotezin oluşturulması
- Kontrollü deney

Eğer hipoteziniz kontrollü deneylerin sonucunda kanıtlanmıyorsa öne sürülen hipotezden vazgeçilir yeni bir hipotez ortaya atılır ve tekrar kontrollü deney sürecinden geçirilir. Eğer hipoteziniz kontrollü deney ile kanıtlanamıyor fakat elde edilen veriler hipotezini güçlendiriyorsa mutlu olunuz artık nur topu gibi bir teoriniz var. Eğer hipoteziniz kontrollü deneyler sonucunda doğrulanabiliyor ve bizi evrensel bir doğruya götürüyorsa artık kendi adınızı verebileceğiniz bir kanunuz var.

Bu bilgiler ışığında evrim hipotezi, gözlem-hipotez-kontrollü deney aşamalarından geçmiş fakat kontrollü deneyler sonucunda yanlışlanmamakla birlikte henüz doğrulanamamış ,gözlem ve deneylerle ortaya çıkan yeni verilerin de var olan hipotezi doğrular nitelikte olması nedeniyle bir teori halini almıştır. Aynı teknik Einstein’ın rölativite teorisi için de geçerlidir. Rölativite teorisi de kontrollü deney aşamasında gerekli olan şartların laboratuvar ortamında sağlanamaması ve hipotezin doğrulanamaması nedeni ile kanun olma şerefine erişememiştir.

Bütün bu bilgilere gerek olmadan bir sonuca varacak olursak; evrim teorisi bilimin işidir. Bilimin tartışma konusudur. Vezir de edecek rezil edecek tek şey bilimdir. Evrim teorisinin veya başka bir bilimsel teorinin karşısına siz bir din ile çıkacak olursanız elma ile armudu karıştırmış olursunuz. Yüzyıllar önce evrenin merkezinde dünya vardır, her şey dünyanın çevresinde döner diyen kilise gibi hataya düşmüş olursunuz. Ayrıca ispata gerek duymadığınız, kayıtsız şartsız kabul ettiğiniz fikirleriniz ile her an ispatı gerektiren, üzerinde uzun yıllar çalışılmış bir fikri karşı karşıya getirirseniz her iki fikre de haksızlık etmiş olursunuz.

Darwin’in, en özet tanımı şudur "Evrim, değişimlerin ardışık nesillerde birikimidir"
The Origin of Speices "türlerin kökeni" kitabında Darwin, yaptığı yirmi yıllık araştırmanın sonuçlarını, aslında dört ana maddede toplamıştır. İşte bu dört ana madde, herşeyi anlatmaktadır.

Önerme 1: Her türün bireyleri varyasyon gösterir.
Varyasyon "çeşitlilik" demektir. Ve günümüzde iki milyon canlı "tür"ü var. "Varyasyon göstermeyen saptanamamıştır" bu, Darwin’in birinci önermesinin ispatıdır. Hiçbir birey birbirinin aynı değildir. Asla olamazlar. Ve "tek yumurta ikizleri" bile aynı değildir. Hatta, DNA düzeyinde bile, en basit organizmalarda bile "aynılık" yoktur. Mutlaka varyasyon vardır. Önerme bir tereddüt taşıyamaz.

Önerme 2: Bu varyasyonlardan bazıları döllere aktarılır.

Unutulmamalı ki, Darwin bu önermeyi yaptığında, genetik bilimi gelişmemişti bile. 1871’de yazıldı türlerin kökeni, genetik 1900’lerden sonra gelişti.. Evet, ispatlanmış bir şekilde, "türler varyasyonlarını döllere aktarır" bu önerme, Darwin’den sonra gelişen bilim ile, yenilenmiştir. Modern teori şunu söyler; "bireyler alellerini, döllerine bütün olarak aktarırlar." Yani diyoruz ki, "Darwin, haklıydın ve hatta daha fazlasıydı" bu bize ne anlatır, türlerin özelliklerini, kalıtsal olarak sonraki nesillere aktardığını anlatır. Önerme 2, bir tereddüt taşıyamaz.

Önerme 3: "Her nesilde, yaşayabilecek olandan daha fazla döl verilir".
Bu Darwin’in üçüncü ve en net saptamasıdır. Bunun için oturup gözlem yapmaya da gerek yoktur.
Türün ölüm oranı doğum oranından fazla ise, soy tükenir.Tür içi canlılığın devam etmesi için, doğan bebeklerin ölenden daha fazla olması gerekir. Bu gayet anlaşılabilir bir önermedir. Tüm döllerin yaşadığı bir tür bilinmemektedir. Aslında bu da bizi, 4. önermeye bağlayan bir önermedir. Çünkü eğer bir kuş 3 yavru veriyorsa ve bunun 1’i yaşıyorsa, "hangisi" sorusunun cevabını 4. önerme verir. Bir örnekleme yapmak istiyorum, bir kuş türü hep iki yavru verir. Yani 2 yumurta yumurtlar.
Bu yumurtalardan çıkan yavrulardan biri, diğerini yer. Karnını doyurur ve yaşamına devam eder. Peki hangisi? Güçlü olan mı? İlk önce çıkan mı? Dövüşçü olan mı? Avcı olan mı? Güzel olan mı? Hepsi mi? Bu önerme tereddüt taşıyamaz. Bu önerme bizi 4. önermeye bağlar.

Önerme 4: "Bireylerin üreme ve hayatta kalmaları rastgele değildir. Hayatta kalan ve üremeye katılan bireyler, ya da üremeye en fazla katkısı olanlar, en elverişli varyasyonlara sahip olanlardır. Bunlar doğal olarak seçilmiş olacaklardır".
Doğal seçilim -natural selection olarak çok sık duyulur bu önerme. Ama tam olarak anlatmak istediği budur. Birbirine bağlı olan 4 önermenin, kalbidir. Eğer bir popülasyonu oluşturan bireylerin verdiği döllerin tümü yaşayamıyorsa, "hangileri yaşayacak"? Yani seçilecek? Hangileri yok olacak? Yani elenecek? Bunu belirleyen temel husus nedir? Eğer birbirilerine benzemiyorlarsa, "yaşadıkları ortama uyum bakımından, en elverişli varyasyonlara sahip olanlar, yaşayacaktır, sonraki nesillere döllerini aktarabilecektir." "Elverişsiz olanlar, elenecektir". Sonraki nesil, yaşayanların, hayatta kalabilenlerin alel genlerine sahip olacaktır. Yani bir sonraki nesil, en elverişli varyasyonlara sahip olacaktır. Yani, doğal olarak seçilmişler olacaktır. Yani, nesil hep "ortama uyum sağlamaya" doğru gidecektir ve tesadüfi değildir. Darwin’in diğer 3 önerme ile bağışık olan bu son önermesi, Darwin’den sonra gelen tüm bilgi birikimi ile de ispatlanmaktadır. Genetik bilimi ile desteklenmektedir. Tartışmasızdır. Bu önerme genetik biliminden sonra geliştirilmiştir.

Bilim, kendi kendini eleştirebildiği ve bu vesileyle kendi gelişiminin motoru olduğu için en üstün referanstır; statik olan diğer her türlü referans tam da bu yüzden her daim gerileyecektir. Varsın bilime inanç densin, varsın yaradılışçıların ( akıllı tasarım ) kendi teorilerini kanıtlama çabaları başka bir teoriyi çürütmeye çalışmaktan ve bu girişimde de sadece propaganda gücüyle ayakta durmaktan öteye gitmesin. Bilimi eleştirip, geliştirebildiğim için onu en hakiki mürşit belledim; kafir olduğumdan değil, Atatürk öyle dedi diye hiç değil.

"We know evolution happened because of innumerable bits of data from myriad fields of science conjoin to paint a rich portrait of life's pilgrimage"

Herhangi bir inanç sistemiyle kafa kafaya çarpıştığı zaman inanç sistemini yıkması beklenmemesi gereken bilimsel yapı. Gerçi ben bunu niçin diyorum, tutup da bu teoriyi (ya da herhangi bir bilimsel teoriyi savunan insanlar dogmatik ve bilimsel yöntemle test edilemeyen pseudo-teori'lerle (yalancı bilim) ve bunları savunanlarla karşılaştıkları zaman canları sıkılmasın diye mi? Yooo... nitekim, bilimsel yöntem insanları için dogmanın bilimsel değeri 0 (yazı ile sıfır), o dogmayı da bilimsel yöntemle ilerleyen bir teoriye karşı savunmaya çalışan kişinin yaptığı işin anlamlılığı da yine aynı 0'dır.

O zaman inançla teorinin çarpışmasının sonuçlarından kime ne? Her nasıl bilimsel yöntem insanları bilimsel yöntemi asıl kabul etmişler ve bunun dışında kafadan-kaburgadan çıkma (atma) yöntemlerle yarış içine girmemekte üç aşağı beş yukarı sekiz sola onbir sağa fikir birliğine varmışlarsa, inanç sistemi ve dogma insanları da oturup "ben kendi dünya görüşüm/yaklaşımım dışındaki bir konuda, hele hele o konunun gerektirdiği araç gereçten (bilimsel yöntem ve tabi ki de bilgi) yoksunken, neden tutup da bir teori üzerine tartışmaya giriyorum?" sorusunu sormalıdırlar. Eğer bu soruyu, en azından bu soruyu, kendi inanç sistemlerinin objektif olmaktan kilometrelerce uzak kıvrımlarının dışında bir noktada cevaplayamıyorlarsa, o zaman, en azından kendilerini komik duruma düşürmemek adına tartışmaya girmemeleri en yerinde hareket olacaktır.

Bilim dinle yarışa girmez.Bilim, kendi yolunu, yanılgıların her zaman olacağını kabul etme yüceliğini gösterdikten sonra, bu yanılgıları minimize etme, yine de aradan kaçmış olanları farkına varır varmaz düzeltmeye gitme yöntemlerini benimseyerek, hiç kimseye hiç bir şeyi empoze etmeye gerek duymadan çizmeye başlamıştır. Bilim:

1- Hata yaptı diye eleştirilmez, nitekim hatalarını düzelterek ilerlemenin en iyi ilerleme yöntemi olduğunu baştan kabul etmiştir. (daha iyisini bilen varsa ortaya çıksın, ve örneğin Challenger patladıktan, Discovery düştükten sonra hatasını anlamak için milyonlarca dolar harcayan NASA’ya da bir haber versin, adamların o kadar parası boşa gitmesin.)

2- Bilim insanlarının kişilikleri üzerinden eleştirilmez; nitekim bilim, ona hizmet etmeye karar vermiş milyonlarca insanin hiçbirisinin değildir, insandan bağımsız, evrensel gerçekleri aramanın şu ana kadar bulduğumuz en efektif yoludur. (tutup da daha iyi bir yol olduğunu iddia edenler yine ortaya çıksınlar.) Fakat hatırlasınlar ki 1992’de Katolik kilisesi, Gelileo’dan dünyanın yuvarlaklığı tezinin doğruluğunun (artık kesinleşmesinin üzerinden kimbilir kaç yüzyıl geçtikten sonra) sonucu olarak özür dilemiştir.

3- Pseudo-bilimler kullanılarak da eleştirilemez, bunlarla yarışa sokulamaz; keza bu "hristiyanlık yanlış oğlum, İslam doğru din!" veya "müslümanın mucizesi kelam'mış, bizimkisi taş gibi sihirbazlık! Musevilik en süper din!" diye yarışmalara girmekten (dolayısıyla kendini de komik duruma düşürmekten) daha öteye gidebilen bir davranış değildir.

Bilim kendisine hiçbir değer bütününü rakip seçmemiştir; asıl doğası gereği dogmaya dayanan inanç sistemleri kendi varlıklarını tehlikeye attığı için bilimi rakip, ve bir adim sonra da düşman bellemişlerdir.

Evrim teorisine karşı argümanlar üretmeye çalışmak gelişmemiş beyinlerin en gözde hobilerinden birisidir. Konu entelektüel çevrelerde çok uzun zaman önce kapanmış olmasına rağmen, ne bilimden ne felsefeden anlayan bu bahtsız hücre yığınları, bunu sadece inandıkları inanç sistemlerini minyon akıllarında doğrulayabilmek için yapmaktadırlar. Bazen aşağı bir zekanın çırpınmaları komik bile olabiliyor, ama insan batı dünyasında evrimin gerçekliğini inkar eden en çok oranda nüfus içeren Amerika ya da Türkiye gibi ülkelerden birisinde yaşayınca bu komikliği aşıyor, trajikomik oluyor.

Bence evrim teorisine "inanmayan" insanlara, ki bilimsel teorilerin geçerliliği teolojik atmasyonların tersine bir inanç meselesi değil, akıl yürütme meselesidir, evrimin doğruluğunu varsayan hiçbir gelişmiş tıp tedavisi ya da biyoteknoloji ürünü sunulmamalı. Gerçi komik bir şey, öyle sefil bir konumda ki ülkemiz bu konuda, evrim teorisine karşı zırvalayan moleküler biyologlarımız bile var. Acı verici.

Biraz daha geniş olmaya çalışarak, bilimsel teorilerin bir özelliğinin yanlışlanabilmeleri olduğunu söyleyelim. Yani bilimsel teoriler "yaradılış" gibi dogmatik olamazlar, bir irrasyonel inanç meselesi değildirler, her zaman eleştiriye açıktırlar. Sadece nasıl Einstein'in genel görelilik teorisini bir liseli eleştiremezse, günümüzde de binlerce kanıtla ve deneyle desteklenen evrim teorisi, özellikle genetik evrim, bir avuç takunyalı moron tarafından eleştirilemez. Eleştirilse de onlar tarafından bilim çevreleri bunu ciddiye almaz. En fazla Dawkins'in yaptığı gibi kafalarının üzerine vurulup ezilirler. İlginç bir şey, genel göreliliği eleştirmeye çalışan bir suru kıro var internette benzer bicimde. Bir nevi entellektüel haset. Bir insanin diğerlerinden bir kaç kat daha zeki, kültürlü ve bilgili olmasını çekememek de var olabilir, duygusal reaksiyonlar da olabilir.

Evet, çok ilginç bir şey, bir çok bilimden nasibini almamış insan, kendi gelişmemişliklerini Einstein ya da Darwin gibi büyük düşünürlerin fikirlerini çürütmeye çalışarak kendilerince ortadan kaldırmaya çalışmaktadırlar. Çok ilginç bir şey gerçekten. Her büyük bilimsel teorinin ortalama zekaya ve altına sahip bir çok karşıtı olması halkta garip.

İste doğru dürüst bir bilim ve felsefe eğitimi yerine din dersi verirseniz, kuran kursuna gönderirseniz, binbir safsatayla beyinlerini sikerseniz çocukların sonucu bu. Kesinlikle embesil sayısı açısından bu internet denilen "ilim" merkezinde de bir sıkıntı çekmiyoruz.

Evrim teorisi tamamlanmış bir teori midir, bir kanun statüsüne erişmiştir diyebilir miyiz? Hayır diyemeyiz, örneğin materyal evrimin nasıl gerçekleştiği konusunda farklı tezler vardır. Laboratuvar ortamında sentetik yaşam çalışmaları çok büyük bir hız kazanmasına (hatta filmlere konu olabilecek bir takim ilginç sonuçlar alınmasına rağmen) ve bu işin temel olarak mümkün olduğunu teorik olarak ve deneyler aracılığıyla gösterilmesine rağmen henüz yoğun araştırma konusu olan bir alandır diyebiliriz. Ama genetik evrimin doğru olduğuna karşı en ufak bir şüphe yoktur. Genetik evrimin “bütün” mekanizmaları ve kanıtları ortadadır ve mikroorganizmalar üzerinde laboratuvar deneyleriyle ve serbest ortamdaki gözlemlerle gösterilmiş ve kanıtlanmıştır. Şempanze ve insanların ortak bir atadan geldikleri mutlak bir bilimsel gerçektir. İki türün genleri %96 oranında “tamamen” aynidir. Bknz. New Genome Comparison Finds Chimps, Humans Very Similar at the DNA Level
Peki o yüzde dört nedir? Tanrının dokunuşu mu? Hayır. Görüldüğü kadar, biraz daha büyük bir neocortex. Daha dik yürüme, dil yeteneği, biraz daha az kıl, ufak anatomik değişiklikler gibi şeylerdir. Beyin mimarisi ve fizyolojisinde önemli değişiklikler vardır diyebiliriz. Bir şempanze sadece çok ufak bir insan çocuğu kadar bilinç ve zeka geliştirebilmektedir. Kaderin bir cilvesi ki, bu evrim teorisine karşı unga bunga yapan mağara adamları, şempanzelere, ortalama bir insandan daha yakin gözüküyorlar.

Anlattığım sebepler dolayısıyla bilim adamları, "evrim teorisi" diye bütün bir teoriye karşı bir yanlışlama çabasında değildirler, çünkü beyhude bir çabadır, onun yerine henüz aydınlanmamış mekanizmalar ve evrimin tarihi üzerine sorgulamaya devam ederler, rasyonel bir insanın yapacağı gibi. Örnek vermek gerekirse kalıtsal bilginin sadece DNA'dan ibaret olmadığı üzerinde çalışılmış bir tezdir.

"Bir insanın evrim sonucunda oluşması bir uçağın oluşumuyla kıyaslanacaksa, bu, uçağın malzemesinin madenlerden çıkıp, işlenip, birleştirilmesi, yani imal edilmesiyle kıyaslanarak yapılmalıdır. Zira insanın da uçağın da oluşumu maddi koşulların dayatması nedeniyle kaçınılmaz olarak gelişen olaylar silsilesidir. Rastlantı değildir. Rastlantı olarak tanımlanmaya çalışıldıklarında, hurdalıkta esen rüzgarda uçuşan parçalardan bir uçak oluşması, yahut, mezarlıktaki cesetleri kemiren kurtların bir araya gelip bir insan oluşturması gibi kulağa hoş gelen fanteziler ortaya çıkar. Maddi gerçekliklerle kulağa hoş gelen fantezileri birbirleriyle kıyaslamak demagojidir, yalancılıktır. Din kitapları kulağa hoş gelen fantezilerle doludur ve sosyal gerçekliği bu fantezilerle düzenlemek dinin temel anlayışıdır. Demagojiyle ve yalanla halk yönetilebilir ama bilim yapılamaz, bu yaradılışçılığın temel sorunudur."

Yaşamı ve çeşitliliği en mantıklı şekilde açıklayan teori.. konu hakkında pek bir şey bilmeyen insanların ve elbette ki evrim karşıtlarının "ispatlanmamış bile, sadece bir teori" şeklindeki savunmaları komiktir. Sanırım teori kavramını hipotez kavramı ile karıştırmaktadırlar.

Ulan dümbüller bu iş artık kaptan Kusto müslüman olmuş demeye benzedi. Ne kaptan Kusto müslüman oldu, ne de evrim teorisi yalanlandı, buna emin olabilirsiniz. Marksistler'in evrim teorisi ile ilişkisi eleştirisi yapıldı bir yerde, çok kanka olmasalar da, Karl Marx ile Charles Darwin arkadaştırlar ve Marx Türlerin Kökeni'ni, Darwin de Kapital'i selamlamışlardır. Hatta Engels'in Türlerin Kökeni'nden temellenmiş bir kitabı bile vardır.

Ama asıl bomba eleştirimi şimdi yapacağım. Ey işçi kardeş, evrim teorisinin eleştirilmesinin nedeni ne dini savunmak ne de bilimseli yanlışlamaya çalışmaktır; evrim teorisi, sen seni tutan zincirlerden kurtulama, analitik düşünüp kendi konumunu sorgulamak yerine, kaderci olup sermaye düzenini kabullen diye eleştiriliyor. Papa'yı halen o yüzden yaşatıyorlar Vatikan'da el bebek gül bebek, Avrupa'da halen komünizm hayaleti dolaşıyor diye.

İsyan en güzel melektir, gerçek ise yalanlanamayacak kadar gerçektir; saklayanı Allah çarpar. Çarpmış zaten, yandan yemiş bir ikiyüzlülükleri var hepsinin.

Hristiyanlar bir zamanlar dünya düz diye inat ediyordu. O zaman da kimse çıkıp uzaydan bakmamıştı dünyaya ama bilim adamları basbayağı dünya yuvarlaktır döner diyordu işte. Kıçınızı da yırtsanız, alabildiğine de saçmalasanız yuvarlak işte. Ne oldu sonunda? Haydi biriniz çıkın da dünya düz deyin, yer mi?

Beğenseniz de beğenmeseniz de dogmalarınıza ve "inançlarınıza" ters de gelse şu anda yeryüzündeki canlıların çeşitliliğini ve varlığını en mantıklı şekilde açıklayan teori budur. Bilimsel olarak çürütülene kadar da bu geçerli olacak (bilim çürütülene kadar der, öyle değişmemiş, değişmesi teklif dahi edilemeyecek bir kutsal kitap değil, ne tuhaf değil mi? Ha atlayan olmasın, bu demek değil ki çürütülecek eli mahkum, yok öyle bir şey).

Ayılsanız da bayılsanız da, ıkınıp sıkılsanız da, sinirden çatlasanız da, bir araba dolusu bos laf da etseniz, "ya ama sizinki de bir inanç sonunda, dogmalarınız var" gibi geri zekalıca cümleler de kursanız canlılar ortak atadan gelir. Evrim teorisinde bir suru hata var, uyuşmayan şeyler var gibi afaki zırvalarla komik duruma düşmeyin. Varsa bir bildiğiniz, bir kanıtınız, bir araştırmanız çıkın ortaya şu şu sebepten dolayı canlılar evrim geçirmez deyin, şu şu araştırmalarda metodolojik hatalar var deyin. Sadece ve sadece inancınızı haklı çıkarmak için "bilgi felsefesi öğrendim, evrimi okudum değişik kaynaklardan ama kabul etmiyorum" riyakarlığını oynamayın.

E yok? O zaman otur bir kenara ya inancını şekillendir, yorumunu değiştir, ya da inancınla bilimi hiç karıştırma.

- E var, plastik fosiller var, hiç değişmeden 1 haftaya kalmadan fabrikasından geliyor Bursa'ya,
Var, açan gül goncasını gösteren "time-lapse" fotoğraflar var,
var, arının bal yapması var,
Siktir!

Evrimin kolayca görülebilecek birkaç kanıtı şöyle sıralanabilir:
- Köpek diye bir türün bulunmayıp bunun evcilleştirilmiş bir kurt soyu olması. (ya da allah farklı bir kurt soyu da yarattı)
- Kurulan araştırma çiftliklerinde yabani tilkilerden uygun olanların seçilip çiftleştirilmesi, bu işlemin yıllar ve soylar boyunca tekrarlanması yoluyla evcil tilkiler üretilmesi. Hatta bunun gazetelerde bile haber olması. (ya da Allah evcil tilki de yaratmıştı ama deney zamanına kadar sakladı)
- Yanlış antibiyotik kullananların vücutlarındaki bakterilerin bir süre sonra antibiyotiğe dirençli hale gelmeleri (ya da Allah doktor sözü dinlemeyen kullarını cezalandırıyor)
- Bakterilerin bu şekilde zorlanmaları sonucu antibiyotikle yenildiği düşünülen hastalıkların daha dirençli olarak tekrar salgınlaşmaları. (ya da Allah kendi işine karışan kullarını cezalandırıyor)
- Beyaz adam, siyah adam, çekik gözlü adam vb. (ya da Allah ademin kolunu beyaz, bacağını siyah, sol taşşağını çekik gözlü yaratmıştı)
- "Prion"lar. yani hücre olmayan, virüs bile olmayan, DNA bile olmayan, dolayısıyla canlı da olmayan, ama kendisinin kopyasını oluşturabilen ve çoğalabilen proteinler. ki deli dana hastalığının müsebbibi prionlardır. (ya da allah cansıza can verecek kudrete tabi ki sahiptir)

Evrimi destekleyen daha pek çok kanıt olmakla beraber, evrimin olmadığını gösteren bir kanıt yoktur. Bu durumda bilimsel düşünen bir kişinin teoriye inanması kadar doğal bir şey olamaz. Elbette ki inanç sistemleri, teoriyle çeliştikleri için insanların evrim karşıtı olma sebepleri arasında en büyük yüzdeyi oluşturur. İnanç sistemleri, dogmatik ve değişmez bir gerçek olarak çoğu insana çocukluklarından itibaren empoze edilir. Henüz soyut düşünemeyen çocuk bu bilgileri sindirir ve soyut düşünebilmeye başladığında da "bu böyledir" mantığı gelişir, sorgulamaz, düşünmez, devekuşu gibi toprağa gömer başını. Dolayısıyla bu tarz, inanç sistemlerine ters düşen teoriler, düşünceler hiç düşünmeden reddedilir. Veya üzerinde düşünüldüğüne ve saçma geldiğine inanılır, ancak bu bahane bulma mekanizmasından başka bir şey de değildir. Çünkü çocukluktan beri kabul edilmiş ve içselleştirilmiş bir şey vardır, o da dindir, kurallardır, günah-sevaptır, cennettir-cehennemdir, sırat köprüsüdür.. işte bu kavramlardan doğal seçilime, eşeysel seçilime, mutasyona, galapagos adalarına, DNA’ların tüm canlılarda ortak oluşuna gelindiğinde, bu kavramlar içselleştirilemez.
Bu kadar çok evrim karşıtı olmasının en büyük sebebi budur. Ha, ben "evrimi saçma bulan bir insan olamaz" mı diyorum, hayır. Demek istediğim, "evrimi saçma buluyorum" demenin arkasındaki sebep, genellikle içselleştirilmiş dinsel kavramlardır. Saçma bulmak, inanmamak için bir bahanedir. Ya da "bütün inananlar sorgusuz sualsiz inanmışlardır" mı diyorum, hayır. Yukarıdan böyle bir anlam da çıktığı için açıklamam gerekiyor ki, inananların çok azı düşünerek, sorgulayarak, mantıksal olarak anlam vererek ve anlayarak inanırlar. Bu kişilere saygı duymaktan başka yapılacak bir şey yok tabii ki. Ancak büyük bir çoğunluk yukarıda bahsettiğim gibi sorgusuz sualsiz inanmışlardır, bu onlara bu şekilde empoze edilmiştir, "Kur'an'da yazıyorsa böyledir" şeklinde bir mantık-ya da mantıksızlık- ileri sürerler. Elbette ki bu tarz kişilerin de teoriye inanması beklenemez.

Teori dinleri reddeder çünkü insan 'yaratılmamıştır' ya da topraktan da oluşmamıştır. Teoriye göre insan, milyonlarca yıllık bir süreç içinde canlıların türleşmesi sonucu oluşmuş, biyolojik olarak 'homo' adı verilen bir türdür. İnsan bedeninin, özellikle beyninin karmaşıklığı ve mükemmelliği hakkında bir şeyler bilen birinin de aslında evrime inanması kolay olmayabilir. Çünkü "bu kadar mükemmel ve karmaşık bir şey nasıl olur da tek bir hücrenin evrimiyle oluşur" şeklinde sorular sorması olasıdır. Bu soruların bilimsel bir yanıtı ve evrim hakkında kapsamlı bir kitap için: (bkz: Kör Saatçi).

Bir de teorinin, ateistlerin en büyük savunması olduğu fikri yaygındır. Ancak bu yanlıştır. Evrim Tanrı'yı yadsımaz, evrenin oluşumu evrimin konusu değildir.

Bir önemli nokta daha var ki, evrim karşıtlarının "maymundan mı geldik biz lan şimdi" şeklinde bir kaygıları vardır ve bu kaygı genellikle dalga geçmeye dönüşür. "Maymun" zaten üzerinde bir çok geyik çevrilen bir kelimedir(maymun olmak, maymun etmek, maymun götü gibi). Burada esas olan insanın maymundan gelmediğidir. Maymun ve insan, ortak bir atadan evrilerek farklılaşmışlardır. Ancak bu bilgi gene de, maymundan olmasa da bir 'hayvan'dan geliyor olma fikrini kabullenemeyen insanlar için bir şey değiştiremeyecektir. Hayvandan geliyor olmak nedense insanlar için aşağılayıcı bir durum olmuştur. Bunun muhtemel bir sebebi olarak, insanlardaki kibirlilik, her şeyden üstün olma düşüncesi -saplantısı mı demeliyim acaba- gösterilebilir. Dinlerde de böyledir bu, her şeyin insan için yaratıldığı(ironiye bakınız lütfen, koskoca bir evren, milyarlarca hücre, tek bir tür için, tek bir 'şey' için), insanın her türlü canlıdan üstün olduğu yazar kutsal kitaplarda. Bu üstün olma sebebi olarak da irade gösterilir. İnsanlarda olup da 'hayvan'larda olmayan tek şey; irade. irade soyut bir şeydir, hayvanlarda olmadığı kanıtlanmamıştır, bu konuda bilimsel araştırmalar sürüyor (bkz: Hayvanların Sessiz Dünyası). Konuşamayan bir canlının 'iradesi'ni gösterebilmesi, bunun gözlemlenebilmesi ne kadar mümkün olabilir ki.. ve ayrıca; eğer bu irade denen şey, kimyasal ve biyolojik olarak dünyanın sonunun gelmesinde tek etken sebebin insan olmasıysa, herkesin yaşamasına yetecek kadar büyük bir habitat varken, kendi türünü ideolojik sebepler yüzünden yok etmekse, o zaman eyvallah, insan gerçekten de büyük bir şeymiş valla.

İyi, düşünebilen, diğer canlıların yaşama haklarına tecavüz etmeyen ve bir düzen içinde mutlu bir şekilde yaşayan canlılar olmak için yeryüzünün yaratılma nedenini, ruh diye bir şeyin var olup olmadığını, çeşitli bilimsel teorilerin gerçek olup olmadığını bilmemiz gerekmiyor. Bildiğim bir şey varsa dinler insanların daha iyi daha akıllı ve mutlu olmasını sağlamıyor. Bazıları sofu, bazıları ehten püften dindar, bazıları bağnaz, bazıları da fanatik manyaklar olabiliyor. Demekki din sadece bir düşünce yapısı olarak veya diyelim ki ilahi bir güç olarak insanları düzeltmeye yeterli değil. Bilim de aynı şekil de bazı insanları bilgi peşinde koşan idealistler, bazılarını teknoloji sever fırsatçılar, bazılarını insanları kontrol etmek için bilimi kullanan diktatörler, bazılarını ise dünyayı tehtid eden manyaklar haline getirebiliyor. Gene tüm bunların bilimle yakından uzaktan alakası yok. Bu eğilimler insanların yaşadığı başka olaylarla ilişkili. Yani elimizdeki teori ve düşünce hangi kaynaktan geliyor olursa olsun, ister bilimsel, ister felsefi veya aksi kanıtlanmadığı sürece kabul edeceğim gibi metafiziki olsun, insan bu bilgileri kendi potasında eritiyor. Bir bilim adamı evrim teorisinden yola çıkarak tüm canlıların insanla eşit olduğu sonucuna vararak çevreci hareketlere katılabilir. Aynı şeyi budist bir din adamı da felsefi öğretiler ışığında yapabilir. Tek tanrılı ve ilahi kabul ettiğimiz dinlere mensup bir din adamı ise buna kutsal kitapların öğretileriyle ulaşabilir. Sonuç şudur ki insan ne görmek isterse onu bir şekilde görür. Bunu görebilmesi için daha büyük bir gücün doğrulamasına ihtiyacı yoktur. Bunun için tanrı, bilim adamı veya felsefeci ve hatta toplumun genel görüşü diye nitelendirilen otoritenin onayı gerekli değildir…

Zafer Bayramınız Kutlu Olsun.

Saturday 29 August 2009

Laikler Neden Dincilerden Korkar?

Tayyibo Karmasının en önemli sac ayaklarından biri hiç kuşkusuz dindir. Şu anda dünya üstünde yaşayan insanların büyük bir çoğunluğu şu veya bu dine inanmaktadırlar. Geçmişte de tablo aynıydı. Bilimin ve teknolojinin gelişmesi, bilimi yadsıyan felsefelerin geniş yığınlar arasında kök salması durumu pek fazla değiştirmedi. Hiçbir dine ve Tanrı’ya inanmayanların dünyadaki oranı yüz yıl önce yüzde kaç ise, bugün de herhalde en çok bunun birkaç katıdır. İnsanın dine ve doğaüstü bir yaratıcıya inanmasının nedeni ne? Siyasal sonuçları ne?

Din çoğun gericiliğe hizmet ediyor. Neden? Çünkü din, insanlar arasında var olan eşitsizliği kabul ediyor ve meşrulaştırıyor. İnsanlar arasında güç yönünden, iktidar yönünden, servet yönünden büyük farklılıklar bulunacağını kabul ediyor ve bunu değiştirilmesini değil buna katlanılmasını salık veriyor. Zenginlere ve güçlülere düşen tek görev güçsüzlere ve yoksullara acımak ve onlara biraz yardım etmek. Hiçbir din yoksulluğu ve eşitsizliği tümüyle ortadan kaldırmak için bir sistem değişikliği önermiyor. İsyan edenleri harislikle, asilikle suçluyor, katlananları ise yüceltiyor. Tek telafi mekanizması olarak başka bir dünyayı, başka hayatları öneriyor. Din insanın doğasının kötü ve kusurlu olduğunu ve bunun değiştirilemeyeceğini söylüyor. Yapılacak tek şey günahlara, kusurlara karşı Tanrı’dan af dilemek. Din, Tanrı korkusu olmaksızın insanların hiçbir kurala uymayacağını, birbirini boğazlayacağını söylüyor. Düzenin korunması için en etkili gücün dinsel eğitim ve Tanrı korkusu olduğunu vurguluyor.

Din adına ve dinsel nedenlerle çıkan savaşlarda ve çatışmalarda dünyada binlerce yıl içinde yüz milyonlarca insan ölmüş, yüz milyonlarca insana din adına işkence edilmiş. Üstelik baskıcı dinsel sistemlerin hiçbirinde suç ortadan kalkmamış. Hemen her dindeki, hemen her ülkedeki insanlar dine karşı bu yönde sorgulayıcı tutumlara aynı yanıtı verirler. Tüm bunlar dinin, dinlerinin kabahati değil, başka dinlerin kabahati! Öte yandan kendi ülkelerindeki kendi dindarlarının açık kötülükleri ortaya çıkmışsa, bu yine o dinin kabahati değil; onu yeterince anlayamamanın, kavrayamamanın, uygulayamamanın ya da kötüye kullanmanın sonucu! Başka deyişle, kutsal inanç hangi kötülüğe yol açarsa açsın, bu onun suçu değil; onu anlayamayan bazı insanların, sapkınların suçu! Din olgusunu ve siyasal sonuçlarını insanın evrimsel ve biyolojik sınırlarını kavramadan anlamak olası değildir. Olaya biraz da demokrasi, özgürlük, laiklik ve İslamiyet penceresinden bakalım.

Ilımlı İslam diye bir şey söz konusu olamaz. İslam kuralları dogmatiktir. Pragmatist yaklaşımları kabul etmez. Zamana ve şartlara göre bir uyarlanma olması söz konusu değildir. Bu açıdan laiklik ilkesi reforme edilebilir belki, ama İslam kati surette hayır.

Şimdi önümüzde bir çelişki duruyor; demokrasi mi, İslamiyet mi? Pragmatizm mi, dogmatizm mi? Bunlardan ikisinin bir arada olması pek mümkün görünmüyor. İşte batı bunu gördüğü için, bu durumu (çelişkiyi) meşru kılmak adına kendilerine laikliği, bize ise ılımlı İslamı laik görerek orta yolu bulmakta.

Türban ve ferece modernlik adı altında beni rahatsız etmez. Dolayısıyla bireysel özgürlük açısından türbanı destekliyorum. Kişi ister ferece giyer, ister çıplak kıyafeti giyer. Bu tamamen onun tasarrufudur. Üniversitelerde ve kamu alanlarında da türban serbestisi taraftarıyım ancak kılık kıyafet kanununun revize edilmesi şartıyla. İsteyen şortuyla, isteyen de sakalıyla gelsin.

Türban takanların pek çoğu inançlarının gerektirdiklerini yerine getirmeye çalışan insanlardır şüphesiz. Keza dini inanışları bizi pek ırgalamaz. Tamamen ilahi güç ile inanan arasında olan bir ilişkidir bu. Kutsal kitaba göre bir inananın sorumluluğu sadece Tanrı’ya karşı değildir. Diğer insanlara da Tanrı’nın koyduğu kurallara uymaları yolunda çağrılarda bulunmak, insanlık alemine İslam dinini yaymak da Tanrı nezdindeki diğer bir sorumluluğudur. Neticede cihat(ki 2’ye ayrılır) daha çok bu 2. temele dayanmaktadır. İslamiyet’te insan öldürmek en büyük günahlardandır. Fakat bu cihat adı/Allah yolunda) altında yumuşatılarak, yine İslam’a dayandırılarak meşru(günah olmayan) kılınır.Burada koşullara göre doğru/yanlış izafiyeti ortaya çıkmakta.

Bir diğer sorunsallık da; bilim konusundadır. Bilimin, kısmen de olsa bütünüyle de olsa din ile çeliştiğini söyleyebiliriz. Bunu öne sürdüğümde bana hep Peygamberin söylediği iddia edilen “Bilim Çin’de olsa da onu oradan alınız” sözü öne sürülür. Din mutlak kabullenmeyi gerektirir, dogmatiktir. Oysa felsefe ve bilim bize her şeye şüpheyle bakmamızı, sorgulamamızı, eleştirmemizi söylemiyor mu? Durum böyle iken din ve bilimin bir arada mevcudiyeti tam anlamıyla mümkün müdür? Yoksa her şeyi kılıfına mı uyduruyoruz?

Demokrasi = Özgürlük denklemini baz alanlar, türban yasağı olan yerde demokrasiden söz edilemeyeceğini savunuyorlar. Kanımca demokrasi özgürlük demek değildir. Demokrasi, bireysel özgürlüğü sınırlayıcı bir yapıdır. Başkalarının özgürlüğünün başladığı yerde (ki bunun için iki kişi yeterlidir) bizim özgürlüğümüz kesişir. İşte bu kesişme alanını hukuk düzenler. Demokrasi de bu hukuk alanı çerçevesinde özgürce hareket edebilmektir esasen.

”Demokrasinin vatanı Avrupa’dır. Demokrasiyi belirli bir fikir akımıyla özdeşleştirmek pek doğru değil. Demokrasi, ideolojilerin ötesinde bir olgu. Batı uygarlığının, gelişme çizgisinde yer alan ve bu uygarlığın bir ürünü olduğunu söyleyebiliriz”. Madem ki demokrasi Batı’nın özgüllüğüdür, Avrupa’da; Batı-dışı ve İslam toplumlarında bulunmayan ne vardır ki, bu siyasal yönetim biçiminin vatanı Asya, Yakın Doğu veya İslam toplumları değil de Avrupa olmuştur? Çünkü İslam dini demokrasiyle bağdaşmıyor. İslam, tevhid ilkesi üzerine temellendiği için insan ve toplum hayatının tüm alanlarını kapsar. Batı’da din ile siyasal alanın birbirinden ayrışmasını mümkün kılan düalizm(laiklik), İslam toplumlarında mümkün değildir. Çünkü İslamiyet’in vazettiği birlik ilkesi uyarınca, İslam toplumlarında tekçi bir kültür kodu geliştirilmiş bulunuyor. İslamiyet’te iktidar ilahi kelam ile hukukun birleşmesinden meydana gelmektedirler. Allah yetkisini ve otoritesini hiç kimseye devretmiş değildir. Tevhid ilkesi din-devlet anlayışını meydana getirmiştir. Böylelikle, İslam bireyi uhrevi hayatına hazırlayan bir vahiyden ibaret değil, dünya işlerinde hayatının tüm boyutlarını tanzim eden, bütünsel bir doktrindir. Bireyin mensup olduğu toplum da Allah tarafından buyrulmuş olan bir düzenleme olduğuna göre, müslümanın şeriat dışında bir toplum ve siyaset teorisini tasavvur etmesi ve bunu uygulamaya çalışması düşünülemez.

Müslüman için hedef, kurduğu kurumların şeriata uygun olması ve bu yönde çaba göstermektedir. Devlet esaslarını Şeriat’tan aldığı gibi, amacı da şer’i hükümlere uymak olacaktır. İslam toplumu yurttaşlardan değil, müminlerden meydana gelmektedir. İslam’da dünyevi ve uhrevi iç içe geçmiş bir bütündür. Bu nedenledir ki, demokrasinin temelini oluşturan sivil toplumu İslam toplumları hiçbir zaman gerçekleştirmez. İslam yönetim biçimi,”adalet,eşitlik ve diğer insani faziletlerin, sınırlarının insanlar tarafından çizilmesini kabul etmez. Bunun mantıki bir uzantısı olarak, egemenliğin halka(veya ulusa) ait (İslamcılar Atatürk’ü bu yüzden sevmezler ki, kendi konteksleri itibariyle de haklılar)olduğunu öngören çağdaş siyasal felsefe de İslam’a ters düşmektedir. Egemenlik Allah’ındır. İnsanların görevi ise onun emirlerine itaat etmektir. Allah’ın Şeriat’ına uymaktır. Dolayısıyla laikçilerin, demokratların, cumhuriyetçilerin ve benzer dünya görüşüne sahip olanların türbana, imam hatip liselerine ve benzeri hassas konulara yoğunlaşmaları, duyarlılık göstermeleri sanırım çok doğal ve mantıkidir. Demokrasiyi arzulayan insanların bu konuda titizlik göstermeleri demokrasiye aykırı değildir.

Şimdi türban yasağı olan bir yerde demokrasi savunuculuğu yapanların samimiyetsiz, tutarsız gibi görünmesinin bir başka boyutunu sanırım gösterebildik.

Yukarıda anlattığım üzere demokrasi İslamiyet içerisinde tecelli edemez. Dolayısıyla türban ve benzeri konularda duyarlı olan insanlar salt bu açıdan gerçek demokratlardır. Bu açıdan bu ülkede demokrasi vardır. Kanımca asıl samimiyetsiz, tutarsız olan taraf türban arkasına sığınan taraftır. Gerçek mümin Şeriat çerçevesi içerisinde yaşamalıdır. Böyle gerçek müminiz diye geçinenlerin laikliği, demokrasiyi ve Atatürkçülüğü sahiplenmeleri çok tutarsız ve samimiyetsiz bir tutumdur. Demokratların laikliği savunmaları ve bu konuda duyarlılık göstermeleri makuldur. Aynı şekilde şeriatı arzulayanların da bu konuda adım atmaları doğaldır. Burada demokrasi ve Şeriat karşı karşıyadır. Siyasi gücü ve toplumsal desteği iyi kullanan tarafın emeline ulaşacağı açıktır. Ayrıca bahsettiğimiz demokrasi, özgürlük ve türban kavramları siyaset dışında tutulamazlar, muhakkaktır ki siyasaldırlar. Ama salt bireysel özgürlükler açısından bakarsak bu başka bir tartışma konusunu teşkil eder.
Aklıma gelmişken İslamcıların laik, demokratik, ılımlı bir İslam yaşamı sürmeleri; sosyalistlerin, anti-emperyalistlerin kapitalizme ve emperyalizme hizmet etmeleri gibi paradoksal bir tutumdur.

‘Son olarak cumhuriyet bu kadar zayıf mı ki türbandan dahi çekiniliyor’ görüşünde olanlara cevap verelim. Cumhuriyet; insanların onu benimsediği, kabullendiği sürece yaşam bulacaktır. Bir rejim değiştirmenin devrimsel ve hukuksal iki boyutu vardır. Yazının karışık olduğunu biliyorum. Özü itibariyle, bir müminin şeriatı, bir demokratın da laikliği desteklemesi doğaldır. Bu ikilemle yaşamak hepimiz için kolay olmasa gerek.

Friday 21 August 2009

Açılım Manifestosu

Bu konu hakkında yazma planım yoktu. Hatta bir önceki yazımda da ifade ettiğim gibi bu yazının konusunu Tayyiboculuğun ana damarlarından olan “İslamiyet” ve bizlerin neden radikal dincilerden tırstığımız oluşturacaktı. Fakat kendimi tutamıyor, gündemin popüler konusu olan bu konuda kısaca yazıyorum. Tayyiboculuğa daha sonra devam ederiz.

Kürt sorunu diye bir şeyin söz konusu olmadığını düşünenlerdenim. Eğer bir sorun varsa bu Ülke Sorunudur, demokrasi sorunudur, hukuk sorunudur. Terörü meşru kılmak isteyen cenahların argümanlarından biri haline geldi bu konu. Hatta daha da ileri gidilerek şimdi devlet kademesinde topyekün bir “Kürt Açılımı” seferberliği başlatıldı. Etnik bir gruba ayrımcılık kazandırma savaşı başladı. Bu ülkedeki Kürt vatandaşlarının nüfusunun Japon vatandaşlarından fazla olması onlara ayrıcalıklı haklar tesis edilmesi için yeterli bir gerekçe değildir. Etnik kimliğine, inancına, ten rengine bakılmaksızın bu ülkenin tüm vatandaşları hukuksal olarak eşit haklara sahiptir. Doğu ve Gündeydoğu Anadolu’daki ekonomik problemler sadece Kürtlere has değildir. Orada yaşayan tüm bölge halkı bu durumdan muzdariptir. Ekonomik sorunlar sadece o bölgelerde mi vardır? Bugün Kürtlerin çoğu ya atölye sahibidir, ya esnaf ya da otobüs şöförü. Politikacısından, sanatçısına, iş adamından bilim adamına kadar geniş bir yelpazede yer almaktalar. Çok zengin Kürtler olduğu gibi çok yoksul Kürtler de var. İyi de bu veriler tüm etnik grupların ortalamasıdır da aynı zamanda. Tüm Türkler şatoda mı yaşıyor? Tüm Rumlar sefaletten sürünüyorlar mı? Türkiye Cumhuriyeti Devleti tüm vatandaşlarına eşit mesafededir. Türkiye üniter bir devlettir. Türkiye Devletini kuran Türk Milletidir. Bunda gocunacak bir durum yok. Irkı, milleti, devleti tamamen yadsıyan, sırf etnik grupları küstürmemek için yapılan siyasi taktikler kanımca duvara toslamaya mecburdurlar. Tüm bu olgular bu ülke için anlamsız olacaksa o zaman dünyada tek bir devlet, tek bir halk, tek bir para, tek bir dil oluşturmamız gerekiyor ki iddialarımız sağlam temele otursunlar. Kürtçülerin iki ana tezi vardır : 1- Kürtlerin Türklerle Kurtuluş Savaşını birlikte vermesinden kaynaklanan vaad edilmiş haklar iddiası. 2- Güneydoğu’nun ekonomik ve sosyal yönden devlet tarafından bilinçli olarak geri planda tutulmuş olması iddiası.

Kürtçülerin en önemli tezlerinden biri Güneydoğu’da ekonomik ve sosyal zorlukların olduğu ve devletin bu bölgeleri boşladığıdır. Oysa nüfus artış oranları Kürtçüleri yalanlamaktadır. 1990’dan itibaren Türkiye’de 15 yıllık nüfus artış oranı ortalama %24’tür. Oysa bu rakam Güneydoğu’da %40’tır. Karadeniz, İç Anadolu ve Doğu Anadolu’nun Türk nüfusu azalırken Kürt nüfusu artmaktadır. Kürt nüfus artışı doğal bir artış değildir, bilinçli bir yönlendirilmenin izlerini taşıyor. Kürtler Türk nüfusun dört misli üremekte ve bu nüfus fazlalığının bir bölümünü Güneydoğu’da tutmakta, önemli bir bölümünü ise diğer bölgelere göçertmektedir.

Türkiye’de açıktan Kürtçülük yapamayanların önemli bir tezi de Kurtuluş Savaşı’nı Türklerle Kürtlerin birlikte verdiğidir. Böylelikle denilmek istenir ki, ülkenin kurtuluşu ve kuruluşuna katılan Kürtlerin hakkı sonradan tanınmamıştır. Gizli Kürtçülerin diğer propagandaları gibi bu da tümüyle yalandır. Hiçbir işgal olmamasına karşın, yani savaşa katılmalarının önünde hiç bir engel olmamasına karşın en az katılım Güneydoğu’dan olmuştur. Oysa işgal altındaki Marmara ve Ege bölgesinden bile insanlar savaşa katılmıştır. Kaldı ki Kurtuluş Savaşı’na katılmayan Kürtler çıkardıkları isyanlarda bu devleti yıkmak için savaşmaktan ve ölmekten çekinmemişlerdir. Kürt isyanlarında ölenlerin sayısı Kurtuluş Savaşı’nda ölenlerin on mislidir! Bir bilgi : Kurtuluş savaşında ölenlerin sayısı 33.000 ve bunların sadece %2 si Kürttür. Şimdi bir de kurtuluş savaşı esnasında Kürtlerin çıkardığı isyanlara bi göz atalım :

1- ALİ BATI İSYANI: (11 mayıs-18 ağustos 1919) Ali Batı isimli kürt, Midyat'ın güneyinde hayatlarını sürdüren bir aşiretin başına geçer ve İngilizlerden yardım alarak isyan eder. Amacı burada bir kürdistan devleti kurmaktır. Yaklaşık bir ay süren ve çevre yerleşimlere de yayılan bu kürt isyanı Yüzbaşı Yusuf Ziya ve emrindeki askerler tarafından bitirilir ve Ali Batı öldürülür.

2- CEMİL ÇETO İSYANI: (7 haziran 1920) Bahtiyar aşireti reisi Cemil Çeto tarafından Fransız ve İngiliz yardımıyla çıkarılmıştır. Kürt Teali Cemiyeti'nin vasıtasıyla Doğuda bir kürdistan kurulması amaçlanmıştır. Cemil Çeto denen kürt, kısa sürede yakalanmış ve öldürülmüştür.

3- MİLLİ AŞİRET İSYANI: (24 ağustos-8 eylül 1920) Urfa'da Milli Aşiret tarafından çıkarılan ayaklanmadır. Milli Aşiret'in reisi İsmail ile birlikte Halil, Bahur, Abdurrahman ve Mahmut adlı elebaşıları, Doğu'da bir Kürdistan Devleti kurmak düşüncesi ile ayaklanmışlardır. Büyük bir kuvvetle harekete geçen asiler, Viranşehir'i aldıktan sonra Karakeçi Aşireti'ne mensup olanları öldürmüşler, fakat daha sonra yapılan çatışmada, büyük çoğunluğu ortadan kaldırılmıştır.

4- KOÇGİRİ İSYANI: (6 mart-17 nisan 1921) Türkler İstiklal savaşı verirken, kürt eşkiyalar 1920 sonlarında Erzincan, Tunceli, Sivas ve çevresinde pislik saçıyorlardı. Koçgiri aşireti reisi Haydar Bey Kürt Teali Cemiyeti'nin bir şubesini İmranlı'ya açmış ve merkezi yönetime karşı geliyordu. Biraz palazlandıklarında bölgede asker kaçaklarını arayan Türk ordusuna savaş açtılar ve bölgenin kürdistan olmasını istediler. Görüşmeler ile bir sonuç alınamayacağını anlayan Ankara hükümeti bu isyanı bastırdı ve isyancılar teslim oldu.

Bunlar yalnızca kürtlerin Kurtuluş Savaşımızda ki isyanlarıdır. Kürtler son 150 yılda otoriteye karşı 38 defa isyan ederek adeta bir rekor kırmışlardır. Bu gün Musul, Kerkük sınırlarımız dahilinde değilse bunun sorumlusu 1925 yılında devlete karşı ayaklanan Şeyh Said ve çevresidir.Görülüyor ki kürtlerin Kurtuluş savaşımızda Türk ırkına en ufak bir yardımı olmadığı gibi çıkardıkları isyanlar ve kurdukları cemiyetlerle (Kürt teali cemiyeti, Teali islam cemiyeti vs.) bizi sırtımızdan vurmuşlardır. Bu pencereden baktığımızda ortak bir nokta yakalamamız zor gibi görünüyor. O yüzden bu “Kürt Sorunu” “Kürt Açılımı” zırvalıklarıyla vakit kaybetmektense Türkiye’nin demokratikleşmesi, işsizlik, ekonomik problemler, hukukun üstünlüğü ve tarafsızlığı konuları üzerinde durulmalıdır. Her ne sebeple doğmuş olursa olsun, terör hiçbir şekilde aklanamaz. Bulgaristan Türkleri’nin isimleri zorla değiştirilmiş, asimilasyon politikalarına maruz kalmış olmasına rağmen hiçbir zaman silaha, şiddete, teröre başvurmamıştır. Orasının Bulgaristan Devleti olduğunun bilincinde olmuş özerklik, Türkçenin resmi dil olması vb. isteklerde bulunmamıştır.

Bu ülkede herkes anadilini özgürce konuşabilmelidir. Kendi kültürünü tanıtmalı, zenginleştirmeli ve yaşatabilmelidir. Benim çok iyi Kürt arkadaşlarım, komşularım var. Bu konuları her zaman tartışır, konuşuruz. Olayı kim kimi döver noktasına çekmenin kimseye bir yararı olmaz. Bu ülkenin asıl sorunlarını tartışalım ve çözelim. Kürt sorunu hikaye ve bu iktidarın kendi basiretsizliğini örtbas etmek için zamanlamasını hep iyi ayarladığı sanal gündem maddelerinden biri daha. Ama bu sefer topyekün bu illüzyonu yaşamaya hevesliymişiz gibi görünüyor.