Sunday 19 September 2010

Katalizörler ve Sevgi

Lisedeydim sanırım. Babamla bir tartışma sırasında, olay kaba kuvvet uygulama aşamasına yaklaşmaya başladığı zaman ona şunu söyledim:


- Bana vurabilirsin. Beni senin düşündüğün şekilde düşünmeye cebren zorlayabilirsin. Hatta acıdan kaçmak için söylediğin şekilde davranmaya da başlayabilirim. Ama zihinsel olan bir konuyu bana fiziksel kuvvet uygulayarak anlamamı sağlayamazsın. Bu mümkün değil.

Durdu, söylediğime inandığımı biliyordu. Gözleri doldu. Anlamıştı. Araç amaca uygun değildi. Eğer amaç anlamam ise…

Malzeme biliminden iki tip değişimden söz edilir. Elastik değişim ve plastik değişim. Elastik değişimde, değişime sebep olan kuvvetler kalktığı zaman, madde tekrar eski halini alır. Plastikte ise artık maddenin içsel yapısı değişmiştir, etki ortadan kalktığı zaman bile eski haline dönemez. Her malzeme belli bir eşiğe kadar elastiktir. Ama o sınır aşıldığı zaman bozunuma uğrar, eski haline dönemez. Bu yüzden inşa her yapıda ona uygulanacak kuvvetlere karşı elastik bir davranış göstermesi beklenir.

Malzeme biliminde elastik değişim tercih edilen bir şey olmasına karşın, aklın/ruhun dönüşümüyle ilgili düşünecek olursak burada tam tersi bir durum geçerlidir. Aklın ya da ruhun gerçek bir dönüşümü plastiktir, elastik değişimler sadece ‘-miş gibi’ yapmaktır.

Öyle bir yerde yaşıyoruz ki, sürekli dışarıdan etki bombardımanı altındayız. Algıladığımız/hissettiğimiz her şey aslında bir katalizör. Tüm duyusal algılamalardan tutun da diğer varlıklarla paylaştığımız tüm fiziksel/duygusal/zihinsel/ruhsal etkileşimlere kadar her şey birer katalizör. Her katalizör belli bir anlayışı kazandırmak için var. Giderek daha fazla bütünlük kazanan (ve ‘sonsuz bir’e doğru giden) bir anlayışlar silsilesi içinde her biri belli bir anlayışı gerektiriyor. Katalizörlerin her biri gene nihai durumda kendi kendilerini gereksizleştirmeye çalışıyorlar. Anlayış kazanılırsa artık o anlayışı gerektiren katalizör gereksiz kalıyor. Katalizör hala var oluyor belki ama kazanılan ‘anlayış’ onu dengeleyerek artık o etkinin katalizör etkisinde algılanmamasını/hissedilmemesini sağlıyor.

Bir insan size saldırırsa ona karşı bir tepki geliştirirsiniz ama bir boğa size saldırırsa bu sizde aynı tepkiyi uyandırmaz. Sadece yolundan çekilir ve güvenli bir ortama geçmeye çalışırsınız. (boğayı sucuk olarak görenleri tenzih ediyorum)

Bu noktada ıstırap devreye giriyor. Hep deriz ya, öğrenmek için ıstırap gerçekten gerekli midir. Mutlaka ıstırap çekerek mi öğrenmek zorundayız diye.

Aslında katalizörler hep bize acı veren şeyler değildir. Katalizörler önce akla gönderilirler. Eğer akıl onları anlamayı ve gerekli anlayışı kazanmayı başarırsa sorun yok. Ama akıl bu katalizörü göremezse, değerlendiremezse, anladığını sanıp anlamazsa, bu sefer aynı katalizör fiziksel düzeye gönderilir. Gönderilmekten çok üst katmanlardan alt katmanlara ilerlemesi/sızması gibi bir şeydir bu. Ruhsaldan, zihinsele iner, sonra duygusal ve sonra fiziksel. Eğer inanç (ruhsal) ve düşünce (zihinsel) düzeyinde çözümlenir ise duygusal ve fiziksel/bedensel (hastalıklar vs.) düzeyinde acı çekmek için bir sebep kalmaz.

Öğrenmek ve anlamak aynı şey değildir. Bilmek ve anlamak da öyle. Bilgi dışarıdan alınabilir ama anlayış dışarıdan alınamaz. İçsel bir süreçtir. İçinizde bir ışık çakması gibi ani ve karşı konulmazdır. Zevklidir. Anladığınız şey sizin olur. Daha önce kimlerin onu hangi sözcüklerle ifade ettiği artık umurunuzda bile olmaz. O şey artık bütün çıplaklığıyla sizindir. Sanki ilk defa keşfedilmiş gibi tazedir. Tümüyle yeni ve heyecan doludur. O sizindir, diğer anlayan herkes kadar sizindir de. Bir anlayış, daha çok kişinin anlamasıyla bölünüp azalan bir şey olmaktan çok, artan çoğalan bir mutluluktur. Kimse sizden daha çok ona sahip olduğunu iddia edemez. Anlayan herkes ‘bunu’ zaten bilir, onun için de iddia etmeye falan kalkmaz, sadece coşkusunu paylaşır, paylaştıkça katlanan bir mutluluk gibi…

Sözel olarak bir çok şey söyleyebilir, bildiğiniz ve anladığınızı düşünebilirsiniz. Ama anlamamışsanız bunların hepsi çok da bir şey ifade etmez. Sözcükler, düşünceler, duygular sadece işaret oklarıdır. Hiçbiri ‘anlayış’ın kalbine kadar götüremez sizi. Sadece işaret ederler.

Eğer ‘anlamış’ iseniz, anlayışınız aslında tüm sözcüklerden ve işaret oklarından bağımsız olduğunu da bilirsiniz. Aynı anlayış yüz bin türlü kılığa da bürünse onu tanır, ayırt edersiniz. Ama anlamamışsanız sadece verilen örnek üzerinden gidebilirsiniz. (Aynı, okulda bir dersteki konuyu anlayan bir öğrencinin, soru farklı bir tarzda gelse de çözebilmesi, ama anlamayan bir öğrencinin sadece sınıfta çözülen örneğin çok benzeri bir soru gelirse çözebilmesi gibi…)

İşte her katalizör kendi gerektirdiği anlayış kazanılana kadar bize ‘etki’ etmeye devam eder. Eğer bizde olan değişim ‘elastik’ ise, dış etkiler kalktığı anda biz ‘eski’ formumuzu alırız. Spritüel bir ortamda spritüelizdir ama hayat başka insanlarla başka altında kesiştiğinde, belki de bu aklımıza hiç gelmeyecekti. O şartlar ve insanlar hayatımızdan çıkınca, biz de giderek bu konuları çok da kayda değer bulmayan bir hale doğru geri dönüşebiliriz. Başka bir ortama konduğunda ortama uyum sağlayan diğer tüm canlılar gibi. Bazıları ortama uyum sağlarlar, bazıları hem uyum sağlar hem ‘kendi ortamlarını yaratırlar’/’kendi ortamlarına dönüşürler/dönüştürürler’.

Ama eğer ‘anlayış’ sözcüklerin ötesinde kazanılmış ise kaybedilmesi mümkün değildir. ‘Plastik’ bir değişim meydana gelmiştir. Artık kişi, o anlayışla ilgili ‘içten yanmalı’ bir motor (Demet Akalın üzerine alınmasın) olmuştur. Fikirler kendisine aittir ve ‘anladığı şeyin’ sözcüklerin ötesinde olduğunu bilir. O anlayışın ‘bütünlüğün’ hangi kısmına pek de güzel oturduğunu bilir. Sözcükler kullanır ama onlara bel bağlamaz.

Katalizörler üst düzeylerden alt düzeylere sızdıkça, bizi ilgilendirmediğini düşündüğümüz şeyler, ilgilendirir olur. Katalizörü ne kadar geç fark edersek acı miktarı artar. En son fiziksel düzeyde artık katalizör kendini gösterebilmek adına gözümüze gözümüze (bazen de götümüze) sokulmaktadır deyim hala yerinde, taşınmadıysa. Ne kadar üst düzeyde tanınır ve çözümlenirse ruhsal/zihinsel/duygusal/fiziksel ‘acılar’ o kadar gereksiz olur. Böylelikle, ‘öğrenmek’ esas olarak ıstırap içermek zorunda değildir. Bu ne kadar geç fark edildiğine ve ele alındığına bağlıdır. Tıpkı teşhisi gecikmiş ve ilerlemiş bir hastalık gibi.

Nedendir bunca çile. Nedendir bu işleyiş. Neden vardır katalizörler. Ne kadar gereksiz şeyler bunlar. Öyle değil mi? Gereksiz ilginç biz sözcük. Acaba böyle bir sözcüğün üretilmesi neden ‘gerekli’ oldu. Olmasa da olmaz mıydı…

Bir varlık ne kadar çok ‘anlayış’ kazanıp bu anlayışları bütünleyebilirse, o kadar bilinçlenir. Ne kadar bilinçlenirse, o kadar ‘özgür’ olur. Ve ne kadar özgür olursa, o kadar çok ‘sevme’ potansiyeline sahip olur.

“Yaşanan an sevgi taşır. Bu devrenin amacı, bu sevginin bilinçli olarak farkına varmak ve sapmaları ayırt etmektir.”

“Sevgi gereksizlikten doğar.” Zorunlu olarak yapmak/olmak zorunda olduğunuz şeyleri sevme gücünüz, zorunlu olduğunuz oranda azalır. Gerçekte sevgi sebeplerden doğmaz. Aynı anlayış gibi; anlayış da sözcüklerden doğmaz. Sevgi sebepleri kullanır ama onlardan bağımsız olarak var olduğunu bilir. Anlayış da sözcükleri kullanır ama onlardan bağımsız olarak varolduğunu bilir. Tüm sevgiyi gösterme çeşitleri; ‘ihtiyaç hissetmek’, ‘aramak’, ‘sevdiğini söylemek’,’hediye almak’,’okşamak/sevmek/sevişmek’,’özlemek’,’konuşmak’ bile bütünüyle sebep ve gösterilerden bağımsız olan sevginin dışavurumlarıdır yalnızca. Aynı, bir ‘anlayış’ın sözcüklerle ve türlü düşüncelerle/duygularla dışavurumu gibi. Dışavurumların olmaması ne sevginin ne de anlayışın yokluğunu işaret etmez. Çünkü gerçekten ‘seven’ ve ‘anlayan’ bunların dışavurumlarından öte bir şey olduğunu ‘anlamıştır’ artık… Eğer varsa vardır ve eğer yoksa dışavurumun bini, bir para bile etmez.

Sevgi ve anlayış. İkisi de görünür sebep ve belirtilerin ötesindedir. Birbirlerine sanıldığından çok daha fazla yakındırlar aslında. Aynı bir sonraki yoğunluk derecesinin sevgi/idrak yoğunluğu olması gibi. Bir şeyi anladığınızda hissettiğiniz coşku ve heyecan gene bir şeyi severken hissettiğiniz aynı coşku ve heyecandır. Anladığınız yeni ‘anlayış’ ınızı seversiniz. Ve hatta tersi de doğrudur, bir şeyi sevdikçe anlamaya başlarsınız (matematik gibi). Aşılması zor tüm zorluklar birer birer ortadan kalkmaya başlar ‘sevdikçe’. Ne uzun, ne zor, ne yorucu, ne de sıkıcıdır sevdiğiniz şey. Bu kadar güçlü bir şeydir sevmek işte.

Ve en güçlü sevgi gerçekte tümüyle ‘gereksiz’ bir sevgidir. Hiçbir sebebi yoktur. Sebebe ihtiyacı yoktur. Sevgi’nin kendisi, kendi başına sebeptir. O vardır. Tümüyle ‘gereksiz’ olduğu halde vardır.

Bir düşünün bu kadar gereksiz bir sevgiyi. Sizin sonsuzluğa olan sevginiz gibi. Hiç gerekli gözükmez sonsuzluk bu dünyada. Gördüğümüz her şey sonludur, bildiğimiz her şey sonludur, tüm algılarımız, isim konulabilen sözcüklere dökülebilen her şey sonludur. Ne gerek vardır sonsuzluğa.

Çoğu kimse ‘sonsuzluğun’ gerçekten var olmasına ihtiyaç duymaz. Hatta öyle bir kavramın farkında bile değildir. Gereksizdir bu, açıkça gereksiz.

Şimdi ‘bir’ de tersten bakalım. Sonsuzluğun size olan sevgisi gibi. Aslında bundan daha ‘gereksiz’ hiçbir şey yoktur. Çünkü sonsuzluğun dışında, ihtiyacı olan, ona katabileceğiniz veya bilmediği bir şey yoktur. Ne yapsanız, ne olsanız ‘zaten’ onun içindesiniz. Tüm yaratılışın/yaratılmamışın veya varoluşun/varolmayışın veya ‘olanın ve olmayanın’ tümü onun içindedir.

Ve tüm varoluş bu mutlak/sonsuz ‘gereksizlik’ten doğmuştur. Kendi varlık sebebiniz ve varoluş serüveniniz de bu mutlak/sonsuz ‘gereksizliktir’. Sonsuzluğun size olan sevgisi de, gene tümüyle mutlak/sonsuz bir ‘gereksizlik’tir.

Ve tüm varoluş bu mutlak/sonsuz ‘sevgi’den doğmuştur. Kendi varlık sebebiniz ve varoluş serüveniniz de bu mutlak/sonsuz ‘sevgi’dir. Sonsuzluğun size olan sevgisi de, gene tümüyle mutlak/sonsuz bir ‘sevgi’dir.

Sevilmeseniz, sevilmediğinin farkına varacak varlıklar da olmazdı.

Monday 3 May 2010

Rijit Sevişmeler

Sen, bu yazıya konu olan ve bu yazıyı okuyan kadın! Bu yazıyı okurken, aydın(!)ların deyişiyle, “dehşete” düşebilirsin. Ama bu, ne kadar aciz ve ve idrak yoksunu olduğundan daha “dehşetli” olamaz. Sabırsızlanma, sana ne olduğunu çok net göstereceğim; gerisi sana kalmış. Sana farklı bir kimlik çizmiyorum sadece silüetine ayna tutuyorum. Şüphesiz bu aynayı kırmak isteyeceksin. Gördüğün “görüntü” seni rahatsız edecek. Reddeceksin. Ego’n teyakkuza geçecek ve öyle aciz hissedeceksin ki, dünyanın en rijit taşını “aynana” atmak isteyeceksin. Aynayı kırabilirsin ya da ondan sırt çevirip, tüm kayıtsızlığın ve bilinçsizliğinle, ona bakmamayı seçebilirsin. Fakat göğüslerinin bir diğer kadınınki kadar diri olup olmadığı; ,dudaklarının,kalçalarının dolgun ve davetkar olup olmadığını, sokaktaki –ki onlardan bu yazıyı okuyacaklar arasında da mevcut- abazaların seni yorumlamasından mı anlayacaksın? Ya peki, ikiyüzlülüğünü, sinsiliğini ve çirkinliğini gizleyecek olan malum makyajını nasıl yapacaksın? Makyaj ve erkeğin ilgisi olmadan,sen, yaşayamazsın ki! Yaşasan bile, bu, nebati bir yaşam olmaz mı? Keza yaptığın sadece “fotosentez” değil mi? İşte güzelim,sen “bu”sun; salt bu yazıdan ibaret, fazlası değil…

TÜRK KADINI

Başlamadan önce şu ayrımı yapmalıyım: yazıya konu olacak kadını dönemsel olarak ayırmam gerekiyor. 1970’den günümüze kadar olan ( özellikle 80 sonrası jenerasyon) kadını irdeliyorum. Ve tabii ki de Özgürlük Savaşı’nda sırtında mermi taşıyan, kendi ekmeğini askerine veren, şalvarından askerin yarasına yama yapan kadına değil sözüm. Engelli oğluna ya da eşine hiç hayıflanmadan sevgiyle bakan, 40 derece altında tarlalarda sabahtan akşama kadar çalışan, çıkarsız ve koşulsuz seven, evladını yaşlılık poliçesi gibi görmeyen gerçek anne kadına; bana her şeyden şüphelenmemi ve sorgulamamı öğreten öğretmen kadına, kendisini tanıyan ve ne olduğunu gerçekten bilen kadına, spritüel ve bilinç düzeyinde bir adımı olan kadına DEĞİLDİR SÖZÜM. Sen, ister profesör ol, ister holding başkanı, ister rock’çı ve istersen de orospu! SÖZÜM SANADIR.

Türk Kadını … Sevmiyorum seni, sevemiyorum... Attila İlhan bile seni sevememişken, ben nasıl sevebilirim? Üstad neden “olmayan kadınları” sevmek zorunda kaldı?

Açıklayayım…

Çünkü sen bencilsin (egosal bilinç düzeyinde olan her insan bencildir). Sen sevgiyi, sadece senin sınırların dahilinde sirküle etmek olduğunu sanıyorsun. Dün gece, benim için ölebilecekken; bugün, nasıl olur da benden nefret edebiliyorsun? Nasıl bu kadar amcıkağızlı ve akılsız olabiliyorsun? Tutunduğun tek dal sevgi(!). Sözde, sevgiyi arıyorsun; gerçek aşkı. Oysa ki, sen, daha sevginin ne anlama geldiğinden bihabersin. Bilmediğin bir şeyi nasıl arayabilirsin? Bulduğunu sandığında bulduğun, elinde tuttuğun ne? Zaten başlı başına bir illüzyon olan dünyada, sen de kendine yeni bir illüzyon yaratıyorsun(haşa!). Yakışıklı olduğum sürece; çağrılarına cevap verdiğim, özel(!) günlerini unutmadığım, seni dünyanın merkezine koyduğum, hoş bir hatunla sevişmediğim, kilolu ve koca götlü olduğunu söylemediğim, dizi seyretmekten ve senin de izdüşümü olduğun boş insanları örnek almaktan başka bir şey yapmadığını söylemediğim, kokuşmuş sistemden aldığın belgeler, diplomalar, akademik ve sosyal ünvanlarının, seni akıl, idrak ve bilinç sahibi yapmadığını söylemediğim sürece sen beni elbette seversin. Senin sevgi anlayışın bu. Benim için ölmek en kolay yol güzelim. Aslolan bizim için yaşamak, tabi büzüğün varsa! İtirazlarının çığlığı o kadar tiksinç ve tırmalayıcı ki, kulaklarım şimdiye dek böyle bir sesle deneyimlenmedi.

İktisat bilimindeki “arz-talep” ilişkisini sanırım bilirsin. Arz, talebi aştığında fiyatlar düşer. Aksi durumda ise fiyatlar yükselir. Seni bu biçime biz soktuk.Fizik kanununa göre “içi boş cisimler, en çok ses çıkarır”. İşte biz seni hep içi boş bıraktık ya da içini sadece meniyle doldurduk. Sen sadece ses çıkartıyorsun.

Arzımızı arttırarak senin fiyatını yükselttik. Senin karşında hiç kendimiz olamıyoruz. Seni düzebilmek için, bırak düzebilmeyi, seninle sadece sohbet edebilmek için bile mütemadiyen yalan söylemek zorunda kalıyoruz. Çünkü sen gerçeklere tahammül edemiyorsun. Duymak istediklerini dile getiren çük kafalara aşıksındır sen. Hep "pembe pancur" hayalini ve ego’nu besliyecek besini istiyorsun. Ama güzelim sen bana “ aşkııımmmm, kilo almış mıyım?” diye sorduğunda: “Ne alakası var bitanem,süpersin” diye cevap vermek istemiyorum. Gerçeği söylemek, kıçının ne kadar büyüdüğünü, doggy style'den tiksinir hale geldiğimi söylemek istiyorum.
Evet arzımızı arttırdık, en çirkininize (dünyada güzellikte, akılda ve sekste en sondasın, bunda zerre kadar şüphem yok) bile en az 100 adet romantik ve duyarlık abidesi doğan görünümlü şahin, aslında sadece salyalar akıtarak, fotosentez gerçekleştiren “yurdum abazası” düşüyorsa, senin kendini Ürdün prensesi sanmaman “paralojik” olurdu.

Tasavvur et, edebiliyorsan; sana, bir tane bile erkek hiç gülümsemese, dokunmasa, amiyane tabirle “pas” vermese, sen, onun mavi gözlü, uzun boylu, büyük çüklü, zengin ve çok yakışıklı olmasıyla ilgilenir miydin? Hala evet diyorsan Shaq siksin seni! Sen, o durumda, o erkeğin sana bir dokunuşu, gülümseyişi için dahi kukunu, kıçını, canını vermeye amade olurdun. O dokunuş ve gülümseyiş senin için ilahi bir konçerto olurdu.(nur içinde yatsın bethoven)

Ben senin bildiğin kadınlardan değilim denilen bir ortamda, sen, tam da benim bildiğim kadınsın. Herkesin “farklıyım” diye fark yaratmaya çalıştığı bir ortamda, herkes yeknesak. Herkes senin gibi. Yalnız değilsin. Tek fark; acizlik dışavurumunun tecelli etmesinde. Sen, farkını saçını kızıla boyatıp, diline ve klitorisine piercing taktırarak, beline de gitarı asarak göstermeye çalışırken, bir diğeriniz ise “zor kadını” oynayabilir. Fakat bu çok komik; bir farenin uçabilmesi gibi bir şey.

Sen tüm ilgiyi, övgüyü, bakışları, sevgiyi(!) üzerinde istiyorsun. Evrenin merkezi olmak istiyorsun. Ne kadar zavallıca! Sen, o kadar ikiyüzlüsün ki, sen bile zaman zaman hangisinin gerçek yüzün olduğunu anlayamıyorsun. Sen benim kucağımdayken, nişanlınla romantik konuşmalar yapabiliyorsun. Sen, içine girilen üç delikten asıl önemlisini(!) muhafaza ettiğin için övünebiliyor, gizli bir hoşnutluk duyabiliyor ve kendini temiz(!) sayabiliyorsun. Şimdi sen karşımda çırpınıyorsun büyük bir hiddet içinde, zavallı sen, zavallı ego’nun esiri olan sen: “hayır, ben öyle değilim. Bu bir hakaret” diye kinleniyor ve taş atıyorsun aynaya. Unutma ben sadece senin aynanım.(Tüm erkekler çükü kesilesi, hayvan yaratıklar zaten.) Gündüz gitar çalıp, akşam da pekala “saksafon” çaldığını biliyorum.

Dünyadaki tüm güzel ve seksi kadınları düzmek istiyorum, tüm şaraplardan tatmak, tüm meyvelerden yemek istiyorum. Ben, bunu kendime de sana da itiraf edebiliyorum. Kendimin ne olduğunu biliyorum.

Üniversite mezunu bir kız arkadaşım, seviştiğim, tüm sevgililerimi, benimle seks yaptıkları için bir orospuyla eşdeğer görüyor. Neden? Çünkü kendisini öyle temiz(!) görüyor ki, mastürbasyonla bile kirletiyor güzel ruhunu ve kukusunu. Bir diğeri, sevgilimize jartiyer almamızı anlamakta güçlük çekiyor. Yakışıksız ve normal olmadığını söylüyor. Oysa kendisi beyaz pantolon altına siyah g-string giyiyor şekilsiz götüyle...

Beni düzeceksin ama düzdüğünü bana ifade etmeyeceksin. Zımni antlaşma bu !

Senin de izdüşümü olduğun bir ünlü model(!) bir gazeteye röportaj veriyor. Modellerin ve sarışınların “boş” olmadıklarını tanıtlamak gibi bir içgüdüleri var, biliyorsun. Bu kadın da boş olmadığını göstermek için asla anlayamayacağı, Freud ve Nietzche’yi kullanarak kanıtlamaya çalışıyor. Roportajcı (C Takımı şaklabanı) da bu isimleri duyunca çok şaşırıp, bu kadının boş olmadığını bize, biz gerizekalılara anlatmaya çalışıyor.

- Abi Freud’u okudum. Adam sapık abi…her şeyi o'na indirgemiş. Burada söyleyemeyeceğim, çok utanıyorum.
- Söyle kızım , nedir?
- Şey abi… hani o şey…şey abi. (sanki hiç görmemiş edası, oysaki saksafonda doktorası var!)


- Peki Nietzche’ye ne diyorsun?
- Abi o da anlaşılmaz ve işe yaramaz bir adam. Çok sapkın düşünceleri var, delinin biri...


Okuyorsun ya, senin de izdüşümüm olduğun temsilcin ne kadar entellektüel(!) ve akıllı(!). Ben bu kadının ve senin Nietzche’yi anlamasını beklemek gibi bir saflık içerisinde zaten değilim de... Bir fareye uçmanın ne demek olduğunu anlatmak gibi bir şey, Nietzche’yi sana anlatmak. ("niçeyi anlamak zorundamıyız a.k diyorsun, bencede koymalısın)

Devam ediyoruz…

- Abi sağolsun…. Beni temiz teslim etti. (kendisinin bir koli ve seks objesi olduğunu kabul ederek) - Anlamadım kızım, hangi kargo?
- Şey abi..yani, bakireyim.
- Haaa...olsun, var bunu da bi çaresi, hallederiz...biz ne güne duruyoruz (son repliği ben bizatihi götümden uydurdum; bu hikayede adın geçen şahıslar ve olaylar...)


Bakire olduğu için kendini temiz addediyor modelimiz, ne şirin! İçindeki ve beynindeki kokuşmuşluk, cahillik ve bilinçsizlik çöplüğündeki tüm mikroplara rağmen,hala, nasıl “temiz” olabiliyorsun? Peki, senin mantığınla gidelim. Herhalde sadece sarılıp uyuduğun adam kendi kendine mastürbasyon yapmamıştır o süreçte. Keza onu yapacak olsa, seninle ne işi olur! Diğer iki içine girilen deliğe girilmişken, hala, ön kapın kapalı diye, kalenin zaptedilemeyeceğini nasıl düşünürsün?

Bilimsel jargonda “vajina” , senin ve benim aramızda ise “amcık” dediğimiz şeyin zırhla çevrili olması senin “temizliğini” göstermez. Şair demiş ki : “Bendeki bu aşk olmasa, güzelliğin beş para etmezdi”. Ben de onu şöyle diyorum : Sen de bu amcık olmasa, yüzüne bakan olmazdı.

So I open my door to my enemies
And I ask could we wipe slate clean
But they tell me to please go fuck myself
You know you just can’t win

Pink Floyd


Evet türk kadını sen “bu” sun. Kafamın ve dilimin yetersizliğinden kağıda dökemediğim birçok düşüncem daha var. Ama bu düşüncelerimi bilenler az-buz değil.

Sen şimdi tüm acizliğinle bir de bana itiraz edersin. Bunların bir “gerçeklik” olmadığını, sadece benim “görüşlerim,yorumlarım” olduğunu söyleyeceksin. Ya da en iyimser söyleminle, bunları genelleyemeyeceğimi söyleyeceksin. Peki,tama genellemiyorum; fakat “ezici çoğunluk” diyorum. Ve ego’na, bu çoğunluğun dışında olduğunu inandırmaya çalışmadan önce, dön de kendine bir bak. Nesin sen? Bu “aynanın” gösterdikleri gerçekten doğru mu, diye sor kendine. Ve en azından kendinle baş başayken cesur ol ve gerçeği kabullen. Sen “içgüdüsel” bir varlıksın. Sen egosal bilinç düzeyinde yaşayan bir hayvansın. Tabi ki de bu satırların yazarı sana “egosal bilinç düzeyinde” aynalık yapıyor. Ben, senin salt egodan ibaret olmadığını fark etmeni, sen’in ego olmadığını görmeni istiyorum. Sen ego’nun esirisin. Sen “kimlik” ve “dışsal uyuşturucular” olmadan mutlu olamazsın.. Ve sen mutlu olamadığın sürece ben, seni sevemem türk kadını. Benim varoluş amacım senin götünü memnun etmek olmasa gerek. Sen, aynadaki görüntünü kabul etmedikçe acılar çekmeye, sıkıntılar içinde olmaya devam edeceksin. Hep bir tatminsizlik içinde olacaksın. Sevgilin doğum gününün unuttuğunda acı çekeceksin. Arzulu olduğun bir gecede, kocan seni düzmek istemeyince kendini hilkat garibesi gibi hissedeceksin. Birileri seni sevdiğini söylemediği sürece “ben sevilecek biri değilim, kimse beni sevmiyor” diye acılar ve karanlıklar içinde olacaksın. Oysa ki mutluluğun, sevginin ve değerin “içten” geldiğini, her şeyin özünün “bir” olduğunu bilen kadınlar var. Onların, senin gibi sinsiliklere ve ikiyüzlülüğe, makyaja, övgüye, çiçeğe, dünyanın merkezi olamaya ihtiyaçları yoktur. Onlar “şimdi” de tüm farkındalıklarıyla olup bitenin ayırdındalar. Ego ve hislerini dışardan görebiliyorlar. Onlar her şeyi “olduğu” gibi kabul edebiliyorlar. Düzüşmek arzularının farkındalar, rüzgarın yüzlerini okşamasının farkındalar. Onlar “şimdi” den başka bir zamanın olmadığının da farkındalar.

Sen zavallı aciz türk kadını! Sen masum değilsin. Her sözünün ve davranışının arkasında gizli bir sinsilik yatıyor. Kıçını sergileyen kotun, göğüslerinin kıvrımlarını teşhir eden badin olmadan sen, bir hiçsin. Keşke şeffaf olabilsen, keşke kendin olabilsen. “kendimi rahat hissetmek için makyaj yapıyor ve mini giyiyorum” demesen. Çünkü bu deyişinin arkasındaki asıl gerçeği görebilen insanlar var. Yesinler rahatlığını. Sakın onun ardındaki mesaj “ dünyanın en seksi kadını benim, hey erkekler ve çirki hemcinslerim, görün bu sütun bacakları da salyalar akıtın” olmasın?

Senin bu sahtekarlığına dayanamıyorum! Senin aklın sevgi(!)de, benim ise hep “sekste”, değil mi? Güleyim, hatta sen de gül, git kendine içki koy ya da ağla. Dünyayı oluşturan erkeklerdir ve her şey seni düzebilmek için oluşturuldu. Ekonomi, sanat, aşk, evlilik hep seni düzebilmek için var. Sen düzülmeyi her şartta isterken, sadece evlilik(!) çerçevesinde bunu ifa ediyorsun zayıflığından. Kutlarım seni, kukunu, bir silah olarak, iyi kullanıyorsun. Oysa sen içine girilen, ben de içine girenim. Hepsi bu !

Seni Attila İlhan bile sevmemişken, ben nasıl severim ey türk kadını!

There is no hope for you. You are in darkness.

P.S: Bu yazı 2004 veya 2005'de kaleme aldığım bir yazıydı.

Thursday 29 April 2010

Hayal(et)

Yine geldiler işte... Hep geliyorlar. Benden ne istiyorlar? Onları kovardım eskiden ya da kaçardım. Yatağın altında, karanlıkta, dolabın içinde; gece tuvalet için kalktığımda klozetin deliğindeydiler. Yorganın altına saklanır, sabaha kadar gözümü kırpmazdım; sırılsıklam terlediğimde, günün ilk ışıkları imdadıma yetişir; onlar gittikten sonra uykuya teslim olurdum. Bebeklerin, ellerini iki yana açıp, battaniyenin altına saklanma gereği duymayan uykularındaki o sadelik ve teslimiyet ne güzeldir; nasıl da kıskanırdım onları.

Hayalet karşıma çıktığında, ona sordum; “benden ne istiyorsun?”. Gözlerinde pişmanlık ve üzüntü vardı. “Elini şeker kavanozuna hesapsızca daldırışındaki mantık...”, devam etmesini bekledim; susuyordu. Bunda mantık falan yoktu besbelli...

Şimdinin gözleriyle, geçmişin belirsiz ilişkileri arasında dolaşmak ilginç oluyor. Sekiz-on yaşlarındaki kendimi, fotoğraf albümlerine bakmanın nostaljisiyle değil, bir yetişkin gözüyle yeniden değerlendirdiğimde, şimdiki benin oluşmasına neden olan hayaletleri, dinamikleri, ilişkileri ve bunların içimdeki yansımalarını görebiliyorum.

Geliştirmeye, çocuğun içindeki potansiyeli keşfetmesine yardımcı olmaya yönelik ana-baba tutumları yerine, baskılayan, budayan yetişkinler vardı çevremizde. İç dünyamızı anlayıp dinleyerek kendimizi kabullenmemize yardımcı olamıyorlardı; çünkü onlar da kendi içsel bütünlüğünü oluşturamamıştı. İlkel dürtülerinin peşinde sürükleniyor, farkında olmadan taşıdıkları yükler yüzünden acı çekiyorlardı.

Geçmişe dönüp, kendime şimdinin gözleriyle yeniden baktığımda, hayatımda önemli rol oynayan insanlar, kendi sorunlarını bana itiraf edip, simitçi çocuğa cevap veriyorlar. Onları duymayı, dinlemeyi öğreniyorum; çünkü artık korkmadan, yanıbaşımdaki hayaletlere soruyorum; “benden ne istiyorsunuz?” Hiçbir şeyin asla kötü niyet taşımadığını biliyorum artık. Seri cinayet işleyen katillerin bile, bir olumsuzluğu ortadan kaldırmak amacında olduklarını, kıskançlıkların temelinde kişinin kendi özsaygısını koruma bilincinin ya da -bilinçsizliğinin- yattığını, bütün inançların ve önyargıların özdeki temelsizliğe karşı geliştirilmiş birer savunma olduğunu ve hepsinin, korkularımızın ürünü olduklarını biliyorum. İşte bu yüzden herkesi affedebilirim, affedilecek bir şey varsa eğer...

Yirmi yıl öncesinin bir Yirmi Üç Nisan’ında diğer çocuklarla beraber Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı kutluyorduk. Çevrede öğrenci velileri de vardı. Bahçe çok kalabalıktı.

Törenden sonra öğrenci ve velilere şeker ikram ediliyordu. Bir kız öğrenci elinde şeker tepsisiyle yanıma geldiğinde görgüsüz ve arsız bir şekilde bir avuç şeker aldım. Tepsiyi tutan kızı ve arkadaşlarımı şaşırtmaktı amacım. Elimde bir avuç şeker, birden öğretmenle göz göze geldim. Şeker tutan elimi yakaladı, silkeledi ve yüzüme bir tokat attı. Neler söylediğini hatırlamıyorum ama utancımı, buz gibi olduğumu, duygularımı iyi hatırlıyorum.

Yirmi yıldır birileri bana şeker tuttuğunda sadece bir tane alırım; ev sahibi çok ısrar etse bile. Bu öğretmen öleli 5 yıl oldu. Bazen onunla konuşuyorum. (Ölülerle istediğiniz zaman konuşabilirsiniz). Ona soruyorum;
“Başka türlü davranabilir miydiniz?”
“Elini şeker kavanozuna hesapsızca daldırışındaki mantık...”
Susuyor. Bunda mantık falan yok besbelli...
“Nasıl davranmamı isterdin?” diye soruyor.
“Yanıma gelip, gözlerimin içine gülümseyerek bakıp; -bunu neden yaptın?- diye sorsaydınız.”

Bilinmeyen bir dünyadan gelen öğretmenime bu özel dokunuş için teşekkür ediyorum. Gözlerimin içine gülümseyerek bakıyor. Duruşunda hepimizin gideceği sonsuz okyanusun derinliği ve ağırbaşlı sessizliği var.

Sunday 4 April 2010

Panoptik Yaşamlar ve Sabah Ereksiyonu

Tarih: Biliş Çağı
Yer: Hapishanem
Makine: E Tipi Sürfile

Panoptikon, kapitalizmde yeniden keşfedilmiştir. Kapitalizmde yeni teknolojilerin kullanımının işyerinin yoğun kontrolünü gösterip göstermediği tartışması karmaşık ve yetersizdir. Zuboff, "Akıllı Makinenin Çağı(In The Age of The Smart Machine)” kitabında bilgisayarların işyerinde dönüştürücü bir kapasiteye sahip oldukları görüşünde. “İktidarın Ruhsal Temeli” olan otoriteye paralel olarak tekniği “İktidarın Maddesel Temeli” olarak inceliyor. İddiasına göre çağdaş yönetim tekniğinin anahtarı, yeni teknolojilerin kullanımıyla birlikte mümkün hale gelen panoptisimdir.

Günümüzdeki örgütlerde Zuboff’un incelediği işyerlerinden biri olan yüksek derecede otomatize bir hamur imalathanesinde, sabah meydana gelen küçük bir patlama, tüm işlemin beş saniyelik aralıklarla sürekli olarak kaydedildiği kameralarla kurulmuş sistem sayesinde, yönetim kazanın nedenini, teçhizat hatası mı, kötü alınmış bir karar mı yoksa uyuklayan bir operatör mü olduğunu kesin olarak tespit edebiliyor; bu tip yerlerdeki işçiler günlük rutinin en küçük detaylarına kadar yönetimin gözünde saydam hale geliyorlar. Yukarıda gördüğünüz resimdeki odamda hamur imal eden bir operatör olmasam da kamera mevcut (off the record). Bu yüksek derecede görünebilirliği panoptik'e bağlayabiliriz. Bu tip işyerlerinde bilgisayar tarafından sürekli gözetlenme ve üstlerle yüzyüze ilişkilerin azlığı, direnme arayışları ortaya çıkarabilirdi, ama alınan sonuçlar uyumun daha fazla olduğunu göstermiş. Özellikle bazı kayıtların yönetim kadar işçilerin de ulaşabileceği konumda olduğu fabrikalarda, yönetimin standartları işçiler tarafından içselleştiriliyor; bunun da Foucault’nun belirttiği gibi panoptican’ın “normalleştirici disiplini” nin bir parçası olduğunu söyleyebiliriz.

"In the peripheric ring, one is totally seen, without ever seeing; in the central tower, one sees everything without ever been seen. It is an important mechanism, for it automatizes and disindividualizes power."
(Çevredeki halkada, kişi hiç görmeden her zaman görülmekteyken; merkezi kulede, kişi hiç görülmeden herşeyi görmektedir. Bu önemli bir mekanizmadır çünkü gücü otomatikleştirmekte ve bireysizleştirmektedir)...hayatın birçok alanında geçerliliği doğrulanabilecek bir tasvir. Hatta... Tanrı ile kulları arasındaki ilişki böyle birşey değil mi?

Bireylerin ya bir üretim aygıtına, bir makineye, bir mesleğe, bir atölyeye, bir fabrikaya, ya bir eğitim aygıtına ya da bir cezalandırıcı, hizaya getirici veya sıhhi bir aygıta bağlı tutuldukları gözetim kurumları. Bireyler tüm yaşamlarını çevreleyen belli yaşamsal kurallara boyun eğmeye zorlanarak bu aygıta bağlanmışlardır: Bu, cezalandırma amaçları olan belli insanların, kadroların (ustabaşı, hastabakıcı, gardiyan, eğitmen, v.s.) gözetimi altında olur; bu cezalandırma araçları fabrikalarda para cezası, okul ve tımarhanelerde bedensel ve ahlaki ıslah, hapishanelerde şiddete dayalı ve esasen bedensel cezalardır. Disiplinleriyle hastaneler, tımarhaneler, öksüzler yurdu, okullar, eğitim evleri, fabrikalar, atölyeler ve nihayet hapishaneler; bütün bunlar on dokuzuncu yüzyılın başında yerleştirilmiş ve hiç kuşkusuz sanayi toplumunun ya da kapitalist toplumun işleyiş koşullarından biri olmuş olan iktidarın bir tür büyük toplumsal biçiminin parçasıdır. İnsanın vücudunu, varlığını ve zamanını işgücüne dönüştürmesi ve onu kapitalizmin işletmek istediği üretim aygıtının hizmetine sokması için bütün bir zorlama aygıtı gerekli oldu; ve bana öyle geliyor ki, insanı kreş ve okuldan alıp kışladan geçirerek, hapishane veya akıl hastanesiyle tehtid ederek ya fabrikaya gidersin ya da hapishaneye veya tımarhaneye düşersin sarmalıyla köleleştiriren sisteme küreselleşme deniyor! Panoptisizm de buna hizmet eden bir alt sistemdir. Sonunda düşkünler evine götüren bütün bu zorlamalar aynı iktidar sisteminden kaynaklanıyor: Para! Marx amcam şöyle der: "Paranın özelikleri ve özündeki güçleridir. Ne olduğum ve neye gücümün yettiği demek ki hiç de benim bireyselliğimce belirlenmemektedir. Ben çirkinim ama kendime dünyanın en güzel kadınını satın alabilirim. O halde çirkin değilim ben, çünkü çirkinliğin etkisi (itici gücü) paraca sıfıra indirilmiştir. Bireysel özelliklerim bakımından, ben kötürümüm, ama para bana kırk tane ayak sağlar. O halde kötürüm değilim. Ben kötü, namussuz, vicdansız, aptalın biriyim; ama para saygındır, öyleyse sahibi de. Para, en yüksek iyiliktir, o halde sahibi de iyidir. Para, ayrıca, beni namussuz olma derdinden kurtarır; o yüzden namuslu da sayılırım. Ben beyinsizim, ama herşeyin gerçek beyni paradır, nasıl olur da sahibi beyinsiz olabilir? Üstelik, kendine kafalı insanlar da bulabilir; kafalı insanlar üzerinde gücü olan biri kafalı insanlardan daha kafalı değil midir? Para sayesinde, insanın canı çektiği herşeyi yapabilen ben, her türlü insan yeteneğine sahip biri değil miyim? Benim param o halde benim bütün yeteneksizliklerimi kendi karşıtına dönüştürmüyor mu?" Mezarının üzerinden Godzilla geçsin emi Marx! İnsanın suratında patlayan bir şamar keskinliğinde tasvir edilmez ki bu kadar!

* Dünya nüfusunun 1/5'i açlık sınırında yaşamaktadır.
* Dünya nüfusunun 1/3'ü aşırı yoksulluk sınırının altındadır.
* Dünya nüfusunun %80'i dünya gelirinin %15'i ile yetinmek zorundadır.
* Dünya nüfusunun en zengin %20''si, dünya gelirinin %85'ini elde etmektedir.

Dünyanın "tek" bir pazar haline getirilmesi, zengin ile fakirin net bir çizgiyle ayrılıp, bu zengin %20'lik kesime fakir olan %80'lik kesimin hizmet etmesi, %80'lik fakir kesimin sahip olduğu kaynakların %20'lik zengin kesimin ihtiyaçları için kullanılması, orduların bu kölelik sistemine dahil edilip polis vazifesi görmesi.

Kısaca kapitalizmin zengin fakir ayrımı gözetmeksizin herkesi sistemi içerisine alıp, sikmesidir. G-8'lerin G-20'lerin olayı %20'nin pazarlığını yapmaktır. "%80'i güzelce sikiyoruz ama sen sanki daha çok siktin" gibi tartışmalar vs.

İşin garip tarafı bu sistemi doğuran ya da kapitalizmi bu yöne çeken şeyin nükleer silahlar olmasıdır. Bi düşünün bakalım niye?

Birincisi; oldukça saçma görünse de acı bir gerçek olan nükleer silahların "barışçıl" bir vazife görmesi. 1945'te Japonya'nın (bkz: Hiroşima)(bkz: Nagasaki) anası ağlatıldıktan sonra görüldü ki artık bilinen anlamıyla "savaş" tüm dünyayı etkileyebilmekte. Bir ülkeyi ele geçirmek, dizginlemek, sömürmek artık bu şekilde yapılmamalı denildi. Sonrasında ise ortaya pazar savaşları çıktı. Artık bir ülkeyi istila edip bayrak dikmek yok. ülkenin ekonomisini kendi kapitalist şirketlerinin yönetimine bırakmak var.

İkinci husus ise nükleer silahların yukarıda bahsettiğim %20'lik zengin kesime giriş için istenen bir kimlik kartı vazifesi görmesi. Diğer ülkeleri sömürmek, sözünü geçirmek istiyorsan nükleer silahların olmalı. İşte bu zengin-fakir ayrımı ülkelerin ekonomilerinden çok sahip oldukları nükleer güce göre yapılıyor (gerçi ekonomi nükleer'i satın alıyor falan filan. Birbirlerine doggy style ile bağlanmışlar). 1970'de BM nükleer silahların yayılmasının önlenmesi amacıyla NPT(Non Proliferation Treaty) adı verilen bir anlaşma imzalıyorlar. Ve bu anlaşma ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin'e nükleer silahlara sahip olma izni veriyor aslında. Ancak bu silahlardan arınmak kaydı ile!! Noldu? Tabi ki silahlar olduğu yerde duruyor, aksine artış gösterdi. Nükleer kulüp deniyor bu lider ülkelere. Ve yanlarına eleman almak için başka ülkelere nükleer silah sağlamaya devam ediyorlar. Örneğin Hindistan'a, Almanya'ya, Türkiye'ye (bkz: İncirlik). Böylece Dünya'nın geri kalan %80'ine "höyttt" diyebiliyorlar. G-8 asıl sömürgeciler, G-12 (20-8 yani) yalakalar. diğerleri ise yarrağı yemişler.(küçük zengin ülkeler hariç, onlar kapitalizmin kobi'leri)

"Şu iki şey sözkonusu olduğunda, zengin yoksulu sömürür: a) Zenginin refahı, nedensel olarak yoksulun yoksunluğuna bağlıdır – yoksul yoksul olduğu için zengin zengindir – ve b) Zenginin refahı, yoksulun çabasına bağlıdır – zengin, şu ya da bu mekanizma aracılığıyla, yoksulun emeğinin ürünlerinin bir kısmını kendine mâl etmektedir." Marx


İnsanlar tenlerinin rengini, kaşlarını, gözlerini, ailelerini, atalarının üyesi olduğu ırkı, yaşayacakları hayatı seçemiyor yazık ki. Bir vajinaya ya da çüke sahip olarak doğmayı, bir prens ya da dağ başında bir garip köy çocuğu olmayı, ana dilini, hatta kimi kez dinini, yaşayacağın coğrafi sınırları seçemezsin.

İlk insandan bugüne coğrafi farklılaşmalar olmasaydı, kadınlık erkeklik biseksüel bazda algılansaydı, herkes aynı dili konuşsa, tek din olsaydı ya da hiç olmasaydı, sınırlar koyulmasaydı…bugün hala oturup kültürel sahiplenmeden, kültürlerin korunması anlayışından bahsedecek miydik?

Çok conditional kullandım tabii, yok bu durum, söz konusu değil, farklılıklar var, farklılıkları seviyoruz, yaşamı güzel kıldığına inanıyoruz sadece insan demiyoruz ardına bir sürü de kimlik ekliyoruz. İnsan mahsulu o kimlikler tabii, biz yaratmışız, kader sunmuş biz tapmışız.

Küreselleşme hareketleri üzerine tezler, Fukuyama’nınkiler özellikle 11 Eylül üstüne olanlar, çürütülmeye başladı. İnsanlar bir şeylere karşı uyandı ya da güzel düşlerin aslında birer kabus olduğunu fark etti. Küreselleşelim, bir olalım demek aslında White Anglo Saxon protestan adamın gösterdiği yolda gidelim demekti. Ufukta batılı idealler, batılı düşünceler vardı, yüce batı bazlıydı her şey. Postmodernizm diyorlardı ama modernizmden daha acı bir şekerdi.

Üniter devlet anlayışının, sınırların erimesi kaçınılmaz. Bir gün tek bir dünya devleti olacaktır belki, Marx’ın tezlerindeki gibi küresel bir ekonomik sistem söz konusu olacak(ki kapitalizm bugün bu hali almıştır, acıklı bir gercek daha) pek çok kültür ve dil yok olacaktır bu sürecte. Bu kaçınılmaz, çünkü tarihsel süreç pek çok kültürün mezarını barındırır. Ve dünya modernizmin dediği şekilde ileriye, daha iyiye gitmeyecek. Teknolojik gelişme aksine vahşileşmeyi, saldırganlığı getiriyor, getirecek.

Tek tanrılı dinlerin en büyük kehaneti belki de “kıyamet”in yaklaştığı insanlık için büyük kaosun yaşanacağı günlerin yakınlaştığıdır. Küresellesme, ideale sahip olma düşüncesinin insanlığı bugünkü konumundan daha güzel yerlere taşımayacagı kesin. Ama düşlemesi güzel.

Doğulusu da var batılısı da, herkesin kültürü, ana dili, inancı farklı. Ortak bir dille, ortak bir platformda, farklılıklara saygı duyup, pek çok şeyi paylaşabiliyor insanlar. Fevkalade, bir anlamda mikro küreselleşme. Ne yazık ki büyük güçler ve maddi çıkarlar söz konusu olunca bu, dünya için imkansız gözüküyor. Çünkü aşikar büyük ve zengin olanın sözü geçecektir.

Şimdi siz çalışıyorsunuz ya, hani patron para kazanıyor filan. Hani o para kazananlar paraları harcıyor ve paralar bir yerde birikiyor ya. İşte o biriktiği yerde, uluslararası fonlar oluşuyor. Oluşan bu fonlar üretim sahalarını genişletiyor, gelişen üretim sahalarına göre pazarlar belirleniyor ve bu pazarlara mal getiriliyor. Siz burada bir metal işleme, çelik vb. fabrikası açmak istiyorsunuz diyelim. Hadi kafanıza göre açın bakalım; önce tröstlerden izin alacaksınız, yoksa sadece İran'a, Kuzey Kore'ye satarsınız, ama ona da hammadde bulamazsınız, bir de terörist ilan edilirsiniz. Daha da önemlisi, paranızı fona yatırmak çok kazançlı, çünkü paranız fonda katlanarak geri geliyor.

Ama dahası da var. Uganda'ya Japonya'dan gitmiş bir X şirketinin hissesi, Avustralya'daki bir finans kurumu tarafından bilinebiliyor. Bu hisse değişimlerinden alınan bir pay ile Norveçli bir balıkçılık firması Peru'ya bir plastik fabrikası kurabiliyor ve oradan aldığı gelirle Madagaskar'a bir denizaltı araştırma üssü kurabiliyor.

Biz, hepimiz sermayenin ereksiyon zamanlarındaki skorlarıyız bebeğim.

Günümüzdeki bireyleri ahlaki sorumluluktan aklayıp onlara toplumsal koşulların kurbanları muamelesi yapma eğilimi var. Bunu yersen bedelini ruhunla ödersin. Kadınları kısıtlayanlar erkekler değil, eşcinselleri kısıtlayanlar heteroseksüeller değil, siyahları kısıtlayanlar beyazlar değil. İnsanları kısıtlayan kişilik eksikliği. İnsanları kısıtlayan, kendi filmlerini yönetmek bir yana, o filmde başrol oynayacak büzüğe ya da düşgücüne bile sahip olmamaları.

Sabahları yaşanan gereksiz ereksiyon halleri hepimizce malum. Rahatsız bir durumdur. Şayet sevişmeye zamanınız veya partneriniz yoksa gününüz kabusla başlayabilir.(sanırım mastürbasyon icadının altında bu sebep yatıyor olmalı) Çükünüz sizden önce "günaydın" der sekreterinize. Eğer kumaş pantalon giymek durumundaysanız işyerinizde, çükünüzü her sabah donunuzun lastiğine sabitlemek zorundasınızdır. Bu haldeyken işeme eziyet halini alır ve eve pisuvar monte ettirmek zaruriyet teşkil eder. Ulaştığı devasa boyut standartlarına ulaşması gereken sevişme zamanlarında ulaşamıyor olması çükün sevgili tarafından serzenişle karşılanır, alay konusu edilir. Karizmanın yerlere serilmesinden gına gelip,-sikicem işini...aşkım işe gitmiyoruz, kama sutra cd'sini koy geliyorum hemen- işe gitmeme yolu seçilir ki bu patronla olan ilişkileri örseleyen bir durumdur keza kar oranları sizin hergün şirketinize gitmekle doğru orantılıdır.

Bilimsel olarak "su sertleşmesi" halk arasında ise "sabah sırığı" olarak adlandırılıyormuş. Dolu idrar torbasının baskısı ve idrar borusunun cinsel sinirleri uyarması sonucu omurilikteki gerilim refleksinin eyleme geçtiği kabul edilmektedir. Bunun kanıtı da sabah sertleşmesinin idrar yapıldıktan sonra hemen ya da yavaş yavaş yok olmasıdır.

İdrar baskısı teorisine karşı çıkan psikologlar gündür, yani uyanıkken idrar torbasının dolması ve idrarı tutma sonucu peniste sertleşme olması gerektiğini fakat böyle bir şey olmadığına göre sabah sertleşmesinde yalnızca mekanik olayların değil bir takım psikolojik etkenlerin de söz konusu olduğunu ileri sürmektedirler. Psikanalitik rüya araştırmalarına göre önce idrar torbasının uyarması sonucu bazı erotik rüyalar görülmeye başlar ve ancak buna bağlı olarak sertleşme ortaya çıkar. (buna da ben itiraz ediyorum, nasıl olur da sabaha kadar 5 posta sevişip, bitap bi şekilde uykuya dalmışken halen erotik rüyalar görülebilir ve bunun sonucunda sabah ereksiyonu oluşur?)

Şu anda bu yazıyı yazarken bir yandan da Avrupa Şampiyonlar Final maçı oynayan Fenerbahçe Acıbadem Bayan Voleybol takımını seyrediyorum. Setlerde 2:0 gerideyken müthiş bir 3 set oynayarak 2:1'e getirdik maçı. Dördüncü sete harika başladı kızlarımız şu an itibariyle skor 7:1 lehimize. Mükemmel mücadele ediyor kızlar. Umarım şampiyon olurlar. Başarılar diliyorum. Yazıyı bağlayamayacağım çünkü maçın adrenali çok yüksek, tamamen oraya angaje oldum. Sen bağla sevgili okuyucu. İyi pazarlar.

Wednesday 3 March 2010

Ahlaksız Bir Ders


 
Yavaşça açacaksın bacaklarını...

Çok kısa bir heyecan duyacaksın ama gördüğün manzara hem tanıdık hem de sıradan gelecek sana. En kötü ihtimalle masturbasyondan bir adım ötede zevk alacağını bildiğinden yine de atacak kalbin, oysa sen göğsünün zorlanmasına alışıksın. Kendine neler olduğunu sorgulayacaksın, en kötü porno filmler bile seni bundan daha çok heyecanlandırıyorken şimdi neler olduğunu anlayamayacaksın. Vücudunun bir yerleri ağrıyor mu diye kendi kendini yoklamaların, beyninin içindeki anılar, sıcacık bakışlar, dokunmaktan keyif aldığın bedenin kokusu, yatağın gıcırtısı, ben burada ne yapıyorum sorusu; o kısacık zaman diliminde elini kolunu bağlayacak. İyice küçülecek, kendini orospu gibi hissedeceksin. Erkek orospu! Kader kurbanı değil de kendi isteğinle bunu yapıyor olman utandıracak seni. Miden ve ruhun bulanacak. Bunu yapmaya seni zorlayan beynin yok olsun isteyeceksin. Bildiğin tüm küfürler sıralanacak diline; sisteme, düzene, örflere, dünyaya ama en çok da kendine harcayacaksın onları.

Altında yatan karşı cinsten bir orospu olacak. Bir an önce işini bitirmeni bekleyen cinsten -profesyonel olanlardan- ya da sevişmenin ötesinde bir şeyler bekleyen cinsinden. İçine süzüldüğün an gözlerinde yakaladığın ışık, sana ne cins olduğunu hatırlatacak! Söylediklerini ve çıkardığı sesleri duymamak için sağır olmayı dileyeceksin.

Gidip gelmelerin sırasında fark edeceksin, sadece aşık kadınlarla sevişilebildiğini, yalnız onlarla hem bedenin hem de duyguların seviştiğini.

Aşkın önemini anlamanda en etkili ders bu olacak.

Ve ilk kez kan boşalacaksın!

Gözlerinde de yaş olacak!

Thursday 25 February 2010

Ekmek Arası

"Başarılı olmak isteyen her insan için iki kritik bilgi vardır. Gücünü bilmek! Haddini Bilmek! Aslan olunca karanın kralı olduğunu bilmek gücünü bilmektir ama suya girip timsaha kafa tutmaması gerektiğini görmek ise haddini bilmektir." (Mümin Sekman)

Saturday 20 February 2010

Başkasının Kukusuyla Gerdeğe Girmek

Yine sinirimi zıplatan bir habere denk geldim. Koca parasıyla yöneticilik yapmanın meslek olarak görüldüğü yalnız ve güzel ülkemde gün geçmiyor ki “put koleksiyonu”muza yeni putlar, ilahlar daha eklemeyelim. Geyler Kulübü, Evli ama Müsait Olanlar Kulübü, Çamlıca Kulübü, Biri Bizi Fakıyor Kulübü gibi ihtiyaçtan ortaya çıkmış olan “Patronlar Kulübü”nün yeni başkanı, Cem Boyner’in ikinci eşi olan hatundan bahsediyorum. (para bok gibi ya, hatun bana dava açsa kauçuk poşetlere -ellerimizi hacı şakir ile yıkamayı unutmuyoruz- döktüğüm döllerimin bile rızkını alır götürür..) Şöyle demiş hatun : “ TÜSİAD olarak görevimiz istihdam (eskiden buna ‘ekmek veriyoruz’ denirdi, şimdi jelatinlediler) yaratmak ve işsizliğe çare olacak yatırımlar yapmaktır. Esnek istihdamı da savunuyoruz. Çünkü işsizlikte yapısal bir soruna doğru gidiyoruz. İşsizlik sadece Türkiye’nin değil küresel ölçekte yaşanan bir sorun. (Başbakanın “kriz bizi teğet geçecek” tespitinden sonra bir dahiyane tespit daha) O kadar çok değişik faktörün (saydın mı?) işlemesi gerekiyor ki (işleyen faktör pas tutmaz) verimli (montofon) büyümeye gidebilelim. Türkiye’nin verimli bir modele geçmesini sağlamak zorundayız. Bütün Türkiye’nin istihdama kavuşması, daha iyi işgücüyle çalışması çok önemli. Türkiye’de girişimciler var. ( gerçekten mi? Girişimci varsa bataklık timsahı da olmalı..)Birçoğu finansmana erişemediğinden şirket veya büyük işletme olma noktasına geçemiyor. ( poor them! Eee birçok zeki genç finansmana erişemediğinden okuyamıyor, sizin oğlunuz gibi cebinde 5.000 tl harçlıkla ABD’ de okuyamıyor?!) Kendi içinde akışkanlık sağlayacak ve belli verimliliğe gelip büyük işletme olabilecek, sürekli istihdam yaratan sisteme geçmekten bahsediyorum. ( gördük sürekli istihdam sağlayan büyük şirketleri(!)…hepiniz cıyak cıyak bağrışmaya, çalışanları kapının önüne koymaya başladınız sanal ekonomik krizlerinizde!) AB’de bunun örnekleri var. ( Alaska’da evine misafir olarak gelene eşini hediye etme örneği de var, ee!? Her bi bokta kıçınızı “Avrupa’da var”a yaslamanız ya Avrupa’dan zarar gelmez düşüncesindendir ya da müthiş zevkler yaşattığındandır) Bizim demografik yapımız farklı. (metni geniş bir ekibe hazırlattığı belli hatunun) Bütün bunları göz önüne alarak yeni bir sanayi stratejisi üzerinde çalışmalıyız. Bizim programın hedefini de bu oluşturuyor.”

Bu hatunu dinleyen de sanır ki daha çok kar etmek isteyen patronlar kulübü değil de Türkiye’de işsizlere iş sağlamak için kurulmuş yardım derneğinin başkanı. İşyeri açanın, işletme kuranın tek bir amacı vardır : kar etmek, karını maksimize etmek. İşçiye iş sağliyim, çalışma güvenliklerini sağliyim, özlük haklarını kusursuz karşiliyim; onlar da iş sahibi olsun düşüncesi olmaz. Götü mahkum olduğu için işlerini yaptıracağı birilerini işe alır. Tamam da, bu kadar alenen, bizlerin gözüne baka baka pişkinlikle yapması neoliberalizmin tavan yaptığı andır. Bakalım etrafımıza, neoliboşların aksiyonlarının ivmeli olarak arttığı, işçi hakları, sendika, sosyal haklar ve örgütlenme haklarının makaslandığı bir dönemdeyiz. Çalışan emekçiler devamlı savunmada,devamlı atakta olan sermaye ve sadece kar amacı edinmiş izbandut gibi forvetlerle cebelleşiyorlar. Kalesini korumakla hayatını tüketen bir kütleye biz “neden okumuyoruz, kültür-sanat ile neden ilgili değiliz” diye soruyoruz. Adam faturalarını zor ödüyor be güzelim!? Senin saçma sapan kitaplarına verecek artı 20 tl si var mı sanıyorsun? Her konuda ahkam kesmiş hatun; askeri kanattan tut yargı kanadına; demokrasiden tut ergenekona kadar. Bir de ulema gibi buyurmuş siyaset ekonomiye gölge etmesin diye. Hay sizin ekonominizi sikiyim. Bi kere ekonomi kitaplarının ilk sayfasındaki temel cümle yanlış : “ …kıt kaynaklarla sonsuz ihtiyaçları…” sonsuz olan ihtiyaçlar değil ihtiraslardır! Siz devam edin sizi becerenleri putlaştırmaya, kıçlarına ibrik tutmaya…iyi günler sevgili okuyucu!

Tuesday 16 February 2010

Zerdüştlü Gecelerde Hep Seni Andım Niçe, Ne Diyon Bu İşe?

Beynimin içinde kampanalar çalıyor
Önceleri sağ kulağımdaki çınlama sol kulağıma da sirayet etti
Sonsuz şakımalar içinde geçiyor uyanık olduğum bütün anlar
En rahatı uyumak.
Uyumak ne güzel bir şeymiş
Hatta uykuya dalarken bir daha uyanmama ihtimaline
Bir bebe battaniyesi gibi sarılmak!

Uykunun içinde rüyalar var; şimdilik fazla ırgalamadığım ve unutulabilen cinsten
Boynumun arkasında bir tutulma hali
Soğancığımda ara sıra bir patlama hissi veren genişleme duygusu
Ve bir başka devreye atladığımı vehmettiğim bir çarklının tık sesi!
İşte bu tuk sesini duymamak için yazıyorum
Hangi devrede olduğumu bilmek istemiyorum
Beynimin içinde kampanalar çalıyor...

Not: Yine eski günlerdeki gibi 6/12 çalışma temposuna dönmüş durumdayım.(akademik hayat senin neyine a.q) Okumalar, yazmalar, sevişmeler...sekteye uğrayacak gibi. İlgili kişilere duyurulur.

Thursday 11 February 2010

Sevgili Dölüm


Hoşgeliş ! Barajı aştın sayılır (milyonlarca spermi geride bırakmak küçümsenecek bir iş değil). Asıl yarışa girmeye hak kazanacaksın yakında. Final grubuna kalmış bir spermden öte birşey değilsin gerçekçi bir bakışla ; tüm yaşamın boyunca bunu unutma ve kendini fazla önemseme. Sadece şanslı olduğunu bil, ne de olsa senin gibi milyarlarcası her dakika lağımlara akmakta. E lağıma gitmekten yırttığın için çok da fazla sevinme, daha şık ve karmaşık bir boka batmak üzeresin. Senin bu duruma düşmene sebep olan hammadde (biz erişkinler buna “baba” diyoruz) ben olduğum için, yaşam denen bu garip şeye (biz erişkinler anlamlandıramadığımız her boka “şey” deriz) seni bi parça hazırlamam gerek. Dinle ve anlamaya çalış:

Öncelikle dünyaya geldiğin mekana bir göz atmalısın, çünkü yaşama ilişkin tüm gerçekleri algılaman için sadece bu aşama bile yeterlidir. Doğduğun yerde seninle aynı ortamı paylaşanlar olduğu gibi daha özel muamele gören şanslı bebekler de olacaktır (hemşerilik, rüşvet, adam kayırmacılık ve para gibi kavramlarla tanışmak zorunda kalacaksın). Hatta seninkinden çok daha iyi yerlerde doğanlar olduğu gibi berbat yerlerde doğanlar da olacaktır. Özetle doğduğun andan itibaren eşitliksiz bir yaşantıyla tanışacaksın ve buna bütün ömrünce tanık olacaksın (Herkesin eşit olduğu, üretimin ve emeğin değer gördüğü bir düzen de mümkün elbette ama sen yine de bunu yüksek sesle dillendirmesen iyi olur, polisler fikrine anlayış göstermeyebilir.)

Eğer erkek olursan garip bir şekilde karşı cinsten önce hemcinslerin (amcan, dayın vs.) pipini göstermeni isteyecekler (baban olarak söz veriyorum ben istemiycem) Hatta daha da ileri gidilip, komşulara ve akrabalara da gösterilecek senin pipi. Ha, eğer erkek değil kız olursan tam tersi olacak; değil eşe dosta göstermek kendin bile ilgilensen kukunla, ayıplanacak, kötü muamele göreceksin. Neden mi? İşte bunu yanıtlamak pek zor. Şöyle diyelim; çok eskiden üç beş saloz “kadınlara cinsellik haramdır” buyurduğundan. Kadın olduğunda sadece doğurman ve yuvana bağlı, sadık bir eş (!) olman beklenecektir. Erkeksen para kazanman yeterli, ötesinde ne olduğunu kimse dert etmez, kaygılanma.

Küçücük bi veletken kafana sokulmak istenen şeylerle karşılaşacaksın: din, para, ahlak, ayıp, saygı, devlet, polis, silah, milliyet, mülkiyet….bir sürü tanımla yüzleşeceksin. Hiçbirinden korkma! Seni korkutmak ve özgürlüğünü elinden almak için icat edilmiş bütün kavramların farkında ol. Sadık bir köleye dönüştürülmek isteneceksin, toplum ahlakı denilen şarlatanlık yoluyla. Bir de ilerde yaşayacağın anlamsızlıklar var ki, şu an söylediğimde aklının alamayacağı kadar saçma gelecek ama büyüdüğünde toplumsal uyuşturucularla alışmış olacağından sorgulamayacaksın bile. Ya da sorgulayıp, zindanlarda sorgulanacaksın. Örneğin askerlik diye bişey konacak önüne, yapmak zorunda olduğun. Ömrünün en verimli yıllarında bir süre, bu bir nevi tutuklu/köle halini yaşamak zorunda bırakılacaksın. Neden mi? Seni, senin gibi kimseye saldırmaya niyeti olmayan insanlara karşı korumak yalanı altında, hükümranların hırsının oyunu olarak. Gerekirse bu saçmalıkta yine senin gibileri öldüreceksin, senin gibi olmayan buyurganların hırs ve maddi kazanımları için. Şaşırma!

Aşklar yaşayacaksın. Aşk bu yaşamda önüne çıkacak en keyifli şeydir, ıskalama(bu konuda babanın pek inancı ve şansı olmasa da)! Her ne şekilde ve nedenle olursa olsun aşktan kaçma. Yüreğinin sesi, duyabileceğin en gerçek dost sestir, dinle onu mutlaka. Önüne evlilik denen birşey de konacak zorla, Kanma! Medeni hal denen bir medeniyetsizliği aşkından olman için değiştirmen istenecek evlenerek. Devletleşmen anlamına gelecek bu, aşkını devletleştirmen. Bu saçmalıklarla zaman harcama, yürek denen şey devletleşmez. Umursama!

Yaşamın en büyük iki tabusu hep karşında asılı olacak: din ve seks. Din, kişisel ve toplumsal özgürlüklerin kontrol altına alınması adına yaratılmış bir başka numara, buna da kanma! Sorgulayan ve daha çok özgürlük isteyenleri uyuşturmak için birebirdir. Tıpkı diğer uyuşturucular gibi bundan da koru kendini, her daim uyanık olmalısın.

Seks bedeninde ve düşüncende yaşayacağın zevklerin en güzelidir. O kadar güzeldir ki, bizlerin mutluluğundan mutsuz olmak gibi bir alışkanlığı olan toplum kurucu ahlak tanrıları tarafından lanetlenmiştir. Hele kadınsan asla seksten zevk almaman tembihlenir. Seks senin için bir nevi görevdir; doğurganlık ve eşini memnun etmek görevin. Erkeksen biraz daha şanslısın, en azından sevişmekten hoşlandığın için kimse seni yargılamaz, hatta övgüler bile alabilirisin. Çevrende seks hakkında söylenen hiçbir şeye kulak asma. Bilmen gereken tek şey; seksin harika bir şey olduğu ve bunu seninle yaşamak isteyen herkesle dilediğince yaşayabileceğindir. Unutma ki yaşam denen bu süreçte gerçek anlamda senin olan tek şey bedenindir ve onu istediğin şekilde kullanmandan doğalı olamaz.

İki koca şapşalla karşılaşacaksın: para ve hırs. Bunlardan ilkini elde etmen için çoğunlukla ikincisine sahip olman gerekecek. Yaşamın boyunca değişimleri hep “para” ile yapacaksın. Birinden bişey alabilmen için para gerekli olacak ve birinin senden birşey alabilmesi için de sana para vermesi gerekecek. Neden mi? Bunu da açıklamak oldukça zor, şu an açıklamam sana inanılmaz aptalca gelecek, doğup büyüdüğünde ise yine “alıştırılmış” olacağından sorgulamayacaksın. Kısaca şöyle diyelim: hani sana sözünü ettiğim ikinci şapşal var ya (hırs dediğimiz), ona çok fazla sahip bazı insanlar “diğerlerinden daha üstün olma” hastalığına tutulmuşlardır. Bu insanlar, iyilikte, yardımseverlikte ve dostlukta “daha üstün” olamayınca başka şeyler icat etmek zorunda kalmışlardır. Bunun için para, başarı, mevkii, iktidar vs. gibi bir sürü yeni yarış başlatmışlardır. Ki hepsinin içinde en önem verilen ve diğerlerini elde etmeyi de kolaylaştıran paradır. Buna en çok sahip olan, kendini diğer insanlardan değerli ve erdemli sayar. Bu “daha çok” derdindeki insanlardan uzak dur, senin diğer insanlarla yarışın sadece daha fazla ve yalın sevgi için olsun.

Tüm bunları uygular ve beni dinlersen yaşamın oldukça zor geçecektir, hazırlıklı ol. Ama geçirmen gereken bu sürecin sonunda şunu anlayacaksın: dolaylı da olsa kimseye verdiğin bir zarar ve kötülük olmadığından, paraya-hırsa tapmadığından ve aşklarını, sevişmelerini yüreğinle yaşadığından dolayı; en parlak güneşi, en yeşil ormanı, en mavi denizi ve en duru sevgileri hep sen yaşamışsın. Gülümse! Çünkü bu baban olacak adam seni lağımlara veya verimsiz tarlalara dökmeye devam edecektir.

Wednesday 3 February 2010

Kar Altında Kalan Kuantik Düşünceler

Klasik fizik dünya; taşlar, ağaçlar, yıldızlar gibi makroskopik ölçekteki evreni incelerken(makrokozmos), kuantum fiziği ise atom ve atomaltı tanecekleri gibi mikroskopik ölçekteki mikrokozmos'u inceler. Uzmanmışım gibi lakırdı ettiğime bakmayın. Yoğurdun kaymağı gibi yüzeysel kalır bilgilerim. Sadece bazı noktalara anladığım ve algıladığım kadarıyla dikkat çekmek isterim. Her ne kadar makro dünya atomlardan oluşuyor ise de, kuantum'u anlamak için makro dünyaya ait bütün mantık, sezgi ve bilgilerimizi çıkışta geri almak üzere bir kenara bırakmalıyız. Çünkü bu iki dünya tamamen farklı. Kuantum dünyasında atom tanecikleri aynı anda birçok yerde bulunabiliyorlar. Yani ölçeğin farklılaşmasıyla maddenin davranışı oran olarak değil, mahiyet açısından değişim gösterir. Yani atom tanecikleri çözümlenemez şekilde biribirlerine karışabilirler ve aynı anda birçok yerde ve halde bulunabilirler. Bu durum (süperpozisyon) sadece kuantumun bir özelliğidir, klasik fizikte bunun bir karşılığı yoktur. Yani -veya mantığı ( a veya b ) klasik fizik için geçerli iken; kuantum için -ve mantığı işlevseldir diyebiliriz ( hem a hem de b ).

Görelilik çıkışsız oluşu/sonuçsuzluğu ve karışıklığı imler. Herşeyin birbirine göre olduğu bir nesne/anlam dünyasında hangi şey son noktasına kadar çözülebilir/anlaşılabilir ki? Veya yorumların alt yorumlarından ve bunların kombinasyonlarından nasıl emin olacağız?
Böyle bir evrende emin olmak bir hayaldir. Hiçbir olasılık sıfır veya bir değildir. Mutlak/kesin hiçbir çıkış/çözüm/sonuç/referans yoktur. Ama bu hiçbir çıkış/çözüm/sonuç/referans olmadığı anlamına gelmiyor, sadece bunların mutlak kesinlikte olanları yoktur.

Sonlu çerçeveler diyarındaki her sorun, kendi tatminkar çözümüyle birlikte varolur. Sorun ve çözüm aynı elmanın iki yarısıdırlar. Eğer sizin o anki algı/anlayış çerçeveniz elmayı ortadan ikiye bölüyorsa, elmanın size görünen tarafı o an için bir sorun olarak gözükür sadece. Çerçeveniz genişleyip öbür yarıyı içine alana kadar. Elmanın tümünü görünce sorun/çözüm birleşir ve bir konu/durum olur sadece.

Kendi tatminkar çözümü diyorum. Tatminkar çözüm mutlak tatminkarlıktaki çözüm değildir. Tatminkar çözüm sıfırla bir arasında bir tatmin sunar, örneğin %95, %99, %99.9999 gibi. Neden böyledir. Çünkü herşey birbirine bağlıdır, birşeyi 'tam' çözmek demek herşeyi 'eşzamanlı' çözmek demektir ki; sonsuza kadar giden sonlu çerçeveler diyarında bu, 'sınırsız bir alanı görmek' anlamına gelir. Ama görmek kendi doğası gereği sonsuz değil sonludur. Yani görebilmek için sonlular/sonluluk gerekir.

Tıpkı fizikteki gibidir bu tatminkar sonuçlar. Fizik de tümüyle görece bir dünyada varolur. Ama bizi tatminsiz bırakmaz. Tatmin etme sınırları çok geniştir. Örneğin Newton fiziği tümüyle doğru değildi ama çok büyük oranda tatminkardı ve hala da birçok durum için (ışık hızı çok büyük bir hız olduğu için) direkt kullanılmasında bir sakınca yoktur.İşte bu noktada kuantum basamaklardan sözedilebilir. Newton fiziğinden öncesi bir kuantum basamaktır. Karmaşa ve anlamayışın fazla olduğu bir zaman. Newton fiziği bir üst kuantum basamaktır. Artık bu karmaşa aşılmış olur. Görelilik fiziği ise bir üst kuantum anlayış basamağıdır. Bu basamaklardan bir kez çıkan bilinç tekrar alt basamağın karmaşaları arasında boğulmaz. İnsanlar arasındaki birbirini anlama ve yorumlama dünyası da benzer kuantum basamaklara sahiptir. Yani bir alt basamağın kafa karıştırıcı yorum/altyorum/altaltyorumları artık gerilerde kalır ve onlar üzerine 'tatminkar' anlayışlar elde edilmiştir. (Aşk konusundaki anlayışların aşkı zedelemesi konusu görecelidir. Aşk üzerine hiçbir şey bilmeyen birine bunlar aşkı biraz anlatabilirler. Ama görece ne kadar derin yaşanırsa mevcut/yüzeye çıkmış bilincin dili o kadar yetersiz gözükür. Aşkın ne olduğunu %100 söylemek diye birşey bu evrende sözkonusu olmasa da, ne olmadığı ve neye benzediği üzerine olan anlayışların/ifadelerin kuantum basamakları yukarıya doğru sürer gider.)
Bu kuantum basamaklar merdiveni hem nesne hem anlayış/bilinç dünyasında sonsuza kadar uzarlar. Aşağıya doğru ve yukarıya doğru. Merdivenin neresinde olduğunuzu bilemezsiniz, çünkü ne başı vardır ne de sonu. Sadece merdiven üzerindeki başka varlıkları görürsünüz, onlara 'göre' birşeyleri değerlendirebilirsiniz.

Çıkış, çözüm arayışı ne demektir? Bu iyi gibi gözükebilir ama aslında çözüm dediğiniz şey 'arzulanan bir son'dur. Her ne kadar arzulansa da gene de bir sondur. Bir son ise ne demektir? Merdivenin bir sonunun olması veya sonlu çerçeveler diyarında dışına çıkılamaz bir çerçeve ile karşılaşmanız demektir. Mutlak çıkışlar/çözümler/sonlar kendini tutsak bulmaktır. (Aşkın ne olduğunu %100 söyleyen bir dil, aşkı sınırlamaktan başka birşey yapmış olmazdı.) Asıl bunların göreli değilde mutlak olarak varolmaları en büyük sorunumuz/sonumuz olurdu. En büyük çözümümüz bir anda bizim gene en büyük sorunumuza dönüşürdü.

Oysa sonsuz kuantum basamaklı merdiven bize mutlak olmasa da (ki olmaması hayrımıza) bir sonraki basamağı sunuyor. Yani göreceli/tatminkar olarak bize çözüm sunuyor. Yani en iyi durumu sunuyor görelilik. Zaten düşünürseniz görelilik sonsuzluk kavramından çıkmış birşeydir. Sonsuz, dışı olmadığı için dışında bir mutlak referans sunamaz. İç referanslar ise mutlak değil görelidir. Bu yüzden sonsuzluğun olduğu yerde herşey göreli olmak zorunda kalır. Sonsuzluk ve görelilik aynı şeydir.

Monday 18 January 2010

Temel Mantık I ve Akış Diyagramları



Normal mantıkta diyalektik şöyledir:

A: Benim mor gözlü bir kedim var.
B: Madem öyle göster bakalım.
(A malum kediyi gösterir)
B: Tamam ikna oldum.

Dini mantıkta ise aynı olay şu şekilde vuku bulur:

A: Benim mor gözlü bir kedim var.
B: Göster o zaman.
A: Var olmadığını ıspatlayamazsın! Olmadığına dair kanıtların var mı?

veyahut;

A: Mor gözlü bir kedim olduğuna inanıyorum. İnancıma saygı göster!! Bunu karikatürlerinde kullanma. Linç mekanizmasını çalıştıracak herhangi bir din-dışı eylemde bulunma.
A: Mor gözlü bir kedim olduğunu söyleyen bir rüya gördüm/vahiy geldi!
A: Mor gözlü bir kedim olduğunu gösteren spritüel bir deneyimim oldu.
A: En sevdiğim en kutsal kitapta benim mor bir kedim olduğu yazıyor!

ha, bir de;

A: Kim buna karşı çıkar ve inanmazsa cehennemde yanacaktır!

uzatılabilir;

A: Mor gözlü bir kedim olduğuna dair feysbukta 1,5 milyar kişi olduk, demek ki var!
B: Ben mor gözlü bir kedinizin olduğuna gerçekten inanmıyorum.
A: Saygısızlık etme!!! Tüm bu inananlar aptal mı ki sen inanmıyorsun? Sünnette bile var, hem de ucundan azıcık!(Maşallah)







Dipnot: Ispat yükümlülüğü inanan tarafa aittir ve bu bağlamda kanıtları sunması gereken taraf yine kendisidir. Aksi "Shifting the burden of proof” yani "ıspat yükümlülüğünü karşı tarafa atma" çabasıdır. Everybody calm down!

Thursday 14 January 2010

Sansürcü Zihniyeti Sikeyim

Yazmak bir iptiladır. Beni bilenler bilir ki yazma tiryakiliğim üniversite öncesine kadar uzanır. Son 1-2 yıla kadar yazılarımda küfüre yer vermezdim. Yazılarımı alabildiğince edebi, entellektüel, ciddi ve vakur bir formatta ele almaya çalışırdım. Beğenilme, takdir görme, onaylanma hastalığı herkes gibi bende de mevcuttu.(sorunu kökten çözdüğümü iddia etmiyorum, bu hastalık belli bir dozda hala var ama eskiye nazaran bağışıklığım artmış durumda) Ne zaman küfüre başvurmayacağıma dair kendimle uzlaşmaya varsam, sanki tüm evren bana nazire yaparcasına bu sözümü yerine getirememem için önüme çeşitli vakalar sunmakta.("eh sende iradeli ol" dediğinizi duyar gibiyim ama kozmik güçler karşısında bu fani ne yapabilir ki, di mi?) Kamuya açık olan televizyon, gazete, internet vb. gibi alanlarda belirli kurallara göre hareket edilmesi gerekliliğini anlayabilirim. Bu tip araçların sosyolojik, psikolojik yansımaları olduğu ve kontrol altında tutulması gerektiğini de anlayabilirim, hatta RTÜK'ü bile! Fakat kimse benden içten içe herkesçe kabul edilmiş olan bir ikiyüzlülüğü anlamamı beklemesin. En kreatif küfürleri işeme rahatlığında hergün sıralarken, arkadaşımızın güzel popolu kız arkadaşını becermeyi düşlerken, kendi pornolarımızda oynarken, herşeyin en güzelini sadece kendimize isterken, toplum piramidinde üst katlarda yer alma şansına haiz olanların bu kimlikleri sayesinde senden, benden daha medeni görünmeleri ve toplumca ilahlaştırılmaları sürerken, siyaset adı altında gözlerinden şimşekler çıkararak, maymun götü gibi kırmızı bir suratla insanlar önünde beyanatlar vermeler sürerken "ahlak anlayışı","örnek olma", "toplum düzenini ve ahlakını rencide edici" sikindirik, ikiyüzlü, altı tamamen boş kavramlarla cezalandırılıyor olmamız çok manidar olacaktır, di mi?! Bırakın lan bu ikiyüzlü tavırlarınızı, edimlerinizi, dışavurumlarınızı. Hepimiz amcıkağızlıyız nihayetinde, kimi kandırıyoruz ki, ha? Dürüstçe ve cesurca sorun sorulması gereken tüm soruları kendinize ve aynı kertede cevaplayın. Sen de hoca/müftü/ahlak bekçisi/ulema/elitist/hümanist/örnek insan ...sen de sor kendine ve cevapla. Saat 20.00 deki bir dizide adamın dili kadının diline değerse "toplumun ahlak anlayışına" aykırı olurken, aynı görüşü savunanların saat 01.00 de kim kardaşyanın seks videosunu mastürbasyon eşliğinde izlemeleri caiz olur. Gül, gül hem de götünle. Merak ediyorum da Ahmet Maltan "çoğunluk sesi"nin mi yoksa "özgür düşünce" nin mi taraf'ında?

Sanırım nereye varacağımı tahmin ettiniz. Az önce "Nefes" filmini izledim. Tam da açılım sürecinin düğmesine basıldığı sırada bu tarz vatan, millet, sakarya kokan bir filmin vizyona giriyor olmasını tüm önyargılarım ve sontahlillerimle; iyimser yönümle skoru 1:1 e getirme, pesimist tarafımla ise kabaran duygudaşlık ortamında yakalanacak ticari bir başarı olarak görmüştüm. Askerlik yapanlar, özellikle de doğu'da askerlik yapanlar filmin duygusunu daha iyi almışlardır. Kadınlara film içinde azıcık aşk kırıntısı verseniz kafi zaten, o duygusal eşiği atlatmak adına. Güzel bir film, özellikle çekimler oldukça iyiydi. Bu filmde bir sahne var sansüre girmesi kesin olan. Vurulan terörist kadını, doktor asker müdahele ederken, komutan sorgular:
"Sen kimin için önemlisin? Ölmen kimin umurunda olur? Doktoru(terörist grubun doktor lakaplı liderinden bahsediyor) tanıyorsun di mi? Doktor seni umursar mı?(bir yandan boğazını sıkar, sinirlidir) Sikiyordu di mi seni? Sikiyordu!?" Buyur burdan yak. Ben bu eylemi defalarca yapmışken bir kere bile bunu partnerime ifade etmemişken adamlar sanatın 7. dalında bunu çoluk, çocuk, pornocu, hümanist, ahlakçı, asker, bakan, öğretmen, bankacı, öğrenci, papaz gibi herkesin seyrettiği bir sinema filminde kullanmışlar. Eee? Benim blogum "Nefes" filmi kadar sanatsal olmadığı için mi yazarı "eksen kayması" ile suçlanacak? Ya Sevan Nişanyan düşündüklerini dile getirirken inanan insanların duygularını hesaba katmadığı için sansür yemesine ne demeli hem de antimilitarist, gerçeğin ve özgür düşüncenin tarafında olduğunu iddia eden kendi gazetesi tarafından. Ya hergün aldığı onlarca ölüm tehditlerine ne demeli? Ne Taraf gazetesi takipçisiyim ne de Sevan Nişanyan. Her ikisini de birkaç kez okudum sadece. Sevan Nişanyan ile aynı düşüncede olsam da onu savunacak değilim ki benim savunmamdan çok polisin korumasına ihtiyacı var bu günlerde. Bazen bu toplumun bir linç toplumu olduğunu unutmamamızda sağlığımız açısından fayda var. Bu yazıyı yazmama neden olan malum sansüre konu olan yazıyı aynen yayınlıyorum.

"(Taraf, 21 Eylül 2009)

Censeo (değer biçmek, takdir etmek) fiilinden censor (/kensor/) eski Roma’da hem nüfus idaresi hem ahlak zabıtası görevi yapan bir yüksek görevlinin adı. Yaptığı işin adı censura (/kensura/).

Latincenin Kuzey Frengistan vilayetinde konuşulan taşra lehçesinde bu kelimenin telaffuzu ikibin yılda tanınmayacak derecede değişmiş. İnce sesliye bitişen /k/ sesi önce /ts/ sonra /s/ diye söylenir olmuş. Geniz /n/sine bitişen /e/ sesi ağzın gerilerine doğru kaçıp /a/ olmuş. /U/ sesi incelip /ü/ halini almış. Kelime sonundaki –a dişil eki de önce /e/ olmuş, sonra eriyip gitmiş. Modern Fransızca sözcük halâ aslına yakın bir şekilde censure yazıldığı halde /sansür/ diye okunuyor.

Türkçeye gazetenin icadından hemen sonra sansür de gelmiştir. Kelimenin 1900 civarından daha eski örneğini bulamadım henüz, ama tahmin ederim 1865’lerde Tasvir-i Efkâr’ın hükümetle başı derde girdiğinde Babıali’de birileri “fekat bu censure’dür azizim” diye mırıldanmıştır.

*
Şimdi diyorlar ki memlekete özgürlük geldi. Doksan seneden beri tabu olan şeylerden bile artık serbestçe bahsedebilirsin.

Ama bir de ne görelim? Bu sefer başka şeyler sansüre tabi olmuş. Orduya, devlete, Yüce Manitu’ya istediğini söyle serbest, ama iş İlkçağ Arap mitolojisini sorgulamaya geldi mi orada dur diyorlar.

Neymiş? Allah diye biri varmış, canı sıkıldıkça kitap yazarmış ama artık yazmamaya karar vermiş, pırpır kanatlı ulaklarla birtakım hazretlere mesaj iletirmiş, o hazretlere dil uzatan maazallah çarpılırmış. Bu hikâyelere istemesen inanma diyorlar, tamam, ama inanmadığını açık açık söylemen caiz değildir. Nedenmiş? Müslümanlar alınırmış!

Doğanın boşluk kabul etmemesi gibi, bu toprakların havası mıdır, suyu mudur, özgürlük kabul etmiyor herhalde."

Bil(e)miyorum

Nerede canlı bulduysam, orada güç iradesi buldum; hizmet edenlerin iradesinde bile efendi olma iradesi buldum. -F.Nietzsche

Belirsizliklerde yaşadığını, isimlerin bile gerçek olmadığını, bölünme ve yanılma riski taşıdığını, sana sunulan değerleri istesen de istemesen de kabul etmek zorunda olduğunu; bunun farkında olup olmadığını, dahası farkında olsan dayanabilir miydin? Bilmiyorum. Aslında bilmek istemiyorum.

Tavır ve davranışların oluşturduğu minik yapıları istesen de kişiselleştirmenin mümkün olmadığını, kişilik denilen şeyin aslında kumsaldaki kumlar gibi aynı bütünün parçası olduğunu biliyor musun? Bilmiyorum.

Bilsen bile, değişen bir şeyin olmayacağını, yine aynı şarkının başa sarıp çalacağını bilmenin, bir işe yarayıp yaramayacağını bilmiyorum.

Niçin burada olduğumu, varlığım için ödediğim bedellerin bana öğrettiklerinden nerede faydalanacağımı, daha da kötüsü tırmanışın zirvesindeyken ölmüş olacağım için biriktirdiğim çöplerin nasıl yok edileceğini bilmiyorum.

Annemle babamın tanıştıkları zaman ve mekan koşulları içinde, şimdi hatırlayamadığım bir boyutta, dünyaya gelmeyi isteyip istemediğimi ve eğer istememişsem; benden önceki insanlık tarihinin günahları da genlerime şifrelenmiş olduğu için, yaptıklarımdan ya da yapmadıklarımdan hangi hakla sorumlu tutulacağımı; bu sorumluluğun boyutlarını kimin ve nasıl belirleyeceğini bilmiyorum.

İçinde yaşadığım şehirdeki beton yığınlarının, yolların, parkların; aynı maliyetle çok daha estetik yapılabileceğini ve sanat değeri taşıyabileceğini; böyle olmamasının tek sebebinin yemek yerken sofraya çiçek konmaması olduğunu ve lokmaların tadına vararak değil, başkalarından daha çok yemek için bütün bütün yutulduğunu, bunun sonucunda da hazımsızlık oluştuğunu, sindirilememiş yemeğin enerjiye dönüşmeyip; biçimsiz, eğri büğrü, estetik görünümden yoksun binalar olarak geri kusulduğunu bilseydin sonuç değişir miydi? Bilmiyorum.

Tavır ve davranışlarında, aldığın kararlarda, yaptığın seçimlerde; korunma iç güdüsüyle üretilmiş düşüncelerin ağır bastığının, varoluşunu devam ettirebilmek için, “ben değerliyim” yanılsamasını ürettiğinin, bunu da çarpıtarak narsisizme varacak derecede abarttığının ve sonuçta, bütün kırmızı ışıkları başkaları için “dur” kendin için “geç” olarak algıladığının, üstelik koşullar ne olursa olsun, sonuçta kendini haklı çıkardığının, eğer haklı olduğuna inanmasaydın yaşayamayacak derecede acı çekeceğinin farkında mısın? Bilmiyorum.

Ne yaşarsan yaşa, bunun sadece kendi gerçeğin olduğunu, aynı olaya gösterilen birey sayısı kadar farklı tepkinin bulunduğunu, içinde olduğun gerçekliğin anlaşılmasının asla mümkün olmadığını ve bu yüzden yalnızlığının mutlak ve gerçek olduğunu bilseydin, daha mı mutlu olurdun? Bilmiyorum.

Nerede, kiminle ve kaç kişiyle olursan ol; yine de yalnız olduğunu, beyin kabuğunun içine yerleştirilmiş zihnindeki frekanslarla aynı dalga boyunu yakaladığın birine, sırf sana benziyor diye kul / köle olabileceğini; diğerlerini algılayamasaydın eğer, duymadıkları için konuşamayan sağırlar gibi, benlik bilincine de sahip olamayacağını anlayabilseydin, acı çeker miydin? Bilmiyorum.

Ölüm gerçeği yüzünden akla hayale gelmedik şeyler yaptığını, hatta yaptığın her şeyin sebebinin bu olduğunu, ölümün doğumun tersi olduğunu, yaşamın tersinin ise henüz keşfedilmediğini, keşfedilmiş olsaydı ne olurdu? Bilmiyorum.

Ne kadar çabalarsan çabala, bütün anlam arayışlarının sadece bir haz arayışı olduğunu, anlamın doyum sağlamaktan başka bir anlamı olmadığını, temelde içi boş bir kavram olduğu için hayatı anlamsızlıklarla doldurduğunu fark edebilseydin, ne değişirdi? Bilmiyorum.

Bilgi ağacından koparılan her meyvenin, insanı biraz daha cehenneme yaklaştırdığını, çünkü bilginin faydalı olmak için değil, güçlü olmak için kullanıldığını ve kılıktan kılığa sokulması yüzünden artık aslını kaybettiğini bilmenin kime ne yararı olacak, bilmiyorum. Aslında bilmek falan istemiyorum.

Sunday 3 January 2010

Çok Dindar Bir İnançsız Olmak

Yeni yıl hediyesi olarak bir arkadaşımdan çok güzel bir ajanda aldım. AJANDA 2010 İLLALLAH! Bu sıradan bir ajanda değil, içinde çeşitli yazıların, deyimlerin, özlü sözlerin de yer aldığı adeta bir kitapçık. Bu akşam eve dönüş yolculuğunda, otobüste, büyük bir keyifle okudum. İçindeki çoğu şahsiyet tanıdık isimlerdi keza çoğu düşünce de aynı zamanda benim düşüncemdi. Sizin için klavye karşısına geçip, hiç üşenmeden aralarından seçtiklerimi yazıyorum. Kafalardaki örümcek ağlarını alması temennisiyle; emeğe saygı, gelsin repler!

Tanrı kavramının herhangi bir geçerliliği varsa, ancak ve ancak bizleri daha büyük , daha özgür ve daha sevecen kılması olabilir. Eğer Tanrı bunu yapamıyorsa, O’ndan kurtulmanın zamanı gelmiş demektir. – James Baldwin

Dini inançlarım hakkında yazılanlar, sürekli tekrar edilen koca bir yalandan başka bir şey değildir. Tanrı’ya inanmıyorum; bunu hiç inkar etmedim, her zaman açık açık söyledim. Eğer içimde bir yerlerde dini olduğu söylenebilecek bir şey varsa, o da bilimimizin ortaya koyduğu kadarıyla dünyanın yapısına duyduğum sonsuz hayranlıktır.
Tanrı meselesi açıldığında, kendimi bir agnostik olarak gördüğümü söyleyebilirim. Hayatı daha güzel, daha yaşanır kılacak ahlaki ilkeler açısından son derece önemli olan berrak bir bilincin, bir kanun koyucu fikrine, özellikle de ödül ve cezaya göre çalışan bir kanun koyucu fikrine ihtiyaç duyacağına inanmıyorum.

Deneyimleyebileceğimiz en iyi şey gizemli olandır. Hakiki sanatın ve hakiki bilimin can evindeki en temel duygudur bu. Gizem nedir bilmeyen, artık merak edemeyen, şaşırmayan birinin yaşadığı söylenemez, böyle biri eriyip gitmiş mum gibidir. Dinin kökeninde, korkuyla karışık olsa da, bu gizem deneyimi vardır. Nüfuz edemediğimiz bir şeyin mevcudiyetiyle ilgili, en derin aklın ve göz alıcı güzelliğin aklımızın sadece en temel biçimlerine ulaşabildiği tezahürleriyle ilgili bir bilgi – asıl dini tavır işte bilgiden ve bu duygudan oluşur. Bu bakımdan, ama sadece bu bakımdan çok dindar biriyim. Yarattığı canlıları ödüllendiren ve cezalandıran ya da kendiliğimizden bildiğimiz türden bir iradeye sahip olan bir Tanrı fikri pek aklıma yatmıyor. İnsanın fiziksel ölümünden sonra nasıl ayakta kaldığını anlayamıyorsam, böyle bir şeyin başıma gelmesini de istemezdim; zaten böyle fikirler sadece zayıf ruhların korkularına ve saçma bencilliklerine iyi gelir. Sonsuz hayatın gizemi, gerçekliğin muhteşem yapısıyla ilgili ipuçları, dahası doğada tezahür eden aklın ne kadar küçük olursa bir parçasını anlamak için canı gönülden uğraşmak bana yetiyor. Çok dindar bir inançsızım ben…Başka türlü, yeni bir dine inanıyorum.
Ödüllendiren ve cezalandıran bir Tanrı fikrini kavramak, insanın eylemleri dışsal ve içsel zorunluluklar tarafından belirlendiği için çok zordur. Çünkü bu durumda, Tanrı’nın gözünde, cansız bir nesne hareketlerinden ne kadar sorumluysa, insan da başına gelenlerden ancak o kadar sorumlu olabilir. Bilim bu nedenle yıkıcı bir ahlaka sahip olmakla suçlanır, ama bilimi bununla itham etmek hiç adil değildir. Bir insanın etik davranışları empatiye, eğitime, toplumsal bağlara ve ihtiyaçlara dayandırılmalıdır; bunun için dini bir dayanağa gerek yoktur. İnsan cezalandırılma korkusuyla ve ödüllendirilme ümidiyle kendini kısıtlasaydı, asıl o zaman içler acısı bir halde olurdu. Böyle düşününce, kilisenin neden ezelden beridir bilimle savaştığını ve bilime meraklı olanlara zulmettiğini anlamak kolaylaşır.

Doğa’ya asla bir hedef ya da amaç veya insana özgü gibi görünebilecek başka nitelik atfetmedim. Doğa’ya baktığımda muhteşem bir yapı görüyorum. Sadece yarım yamalak anlayabildiğimiz bu yapı, aklı başında bir insanda ancak tevazu uyandırabilir. Bu sahici dini duygunun mistisizmle uzaktan yakından alakası yoktur. -Albert Einstein, Seçme Yazılar

Benim ateizmim, tıpkı Spinoza’nınki gibi, evren karşısında hakiki bir dindarlıktan ibaret ve sadece, kendi insanca çıkarlarına hizmet etsin diye insanlar tarafından kendi suretlerinde yaratılmış tanrıları reddediyor. – George Santayana

İnançlı birinin kuşkucu birinden daha mutlu olması, sarhoşun ayıktan daha mutlu olmasına benzer. İnancın getirdiği mutluluk ucuz ve tehlikelidir. –Bernard Shaw

Israrla söylüyorum, insanın atasının maymun olmasında utanılacak hiçbir yan yoktur. Buna karşılık, kendi mesleğindeki başarılarıyla yetinmeyip hakkında hiçbir şey bilmediği bilim meselelerine dalan, manasız belagatle bunları kanıtlamaya çalışan, incelikli saptırmalar ve dinsel önyargılara becerikli atıflarla dinleyicilerinin kafasını karıştırmaya çalışan bir atam olsaydı, o zaman utanırdım bak! – T.H.Huxley

Din bilgiye bazen düşman, bazen rehine, sık sık tutsak, en çok da çocuk muamelesi yapar. Dinde olduğu gibi siyasette de, bizim itikatlarımızın yarısına inananlara, onu tamamen reddedenlere olduğundan daha az merhamet ederiz. İnsanlar din uğruna kavga eder, yazar, dövüşür, ölürler, ezcümle her şeyi yaparlar-din uğruna yaşamak hariç. – Charles Caleb Colton

Biz insanların başındaki belanın kökeninde bütünüyle şu vardır belki de: Ölüm gerçeğini, ki tek gerçeğimiz odur, inkar edelim diye hayatlarımızın bütün güzelliğini feda eder, kendimizi totemler, tabular, haçlar, kan dökmeler, kiliseler, camiler, ırklar, ordular, bayraklar, milletler içinde tutsak ederiz. – James Baldwin

Tanrılar insanların dualarına kulak verseydi, bütün insanlık hızla yok olurdu, zira insanlar sürekli birbirlerinin başına çeşitli kötülükler gelsin diye dua ederler. – Epikuros

Felsefecinin papaz öldürdüğü görülmüş şey değildir, oysa papaz epey felsefeci öldürmüştür. – Denis Diderot

Eğer bir yerde bir taş düşüp de adamı öldürürse, taşın o kişiyi öldürmek için düştüğünü şu şekilde kanıtlamaya çalışırlar: Eğer Tanrı’nın rızasıyla bu taş bu amaçla düşmemiş olsaydı, o kadar çok tesadüf nasıl bir araya gelebilirdi (çünkü genellikle pek çok koşul bir arada gerçekleşir)? Belki siz, taş düştü çünkü sert bir rüzgar esiyordu, adam da o yana gidiyordu, diye yanıtlarsınız. Ama ısrar ederler : neden tam o anda sert bir rüzgar esiyordu? Neden tam o anda bir adam o yöne doğru yürüyordu? Rüzgar sert esti çünkü bir gün önce hava daha sakinken deniz dalgalanmaya başladı; adam da bir arkadaşı davet ettiği için yürüyordu, dersiniz ısrar etmeye devam ederler –çünkü sorulacak sorular hiç bitmez: Neden deniz dalgalanmıştı? Neden adam tam o sırada davet edilmişti_ Nedenlerin nedenlerini sormayı hiç bırakmazlar, ta ki siz Tanrı’nın iradesine sığınana, yani cehaletin sığınağına girene kadar…- Spinoza

Bütün dinler cahile aynı ölçüde ulvi, siyasetçiye aynı ölçüde kullanışlı, düşünüre aynı ölçüde gülünç gelir. – Lucretius

Ahlakın temeli ne zaman ilahiyata dayandırılsa, haklar ne zaman ilahi otoriteye bağımlı hale getirilse, en ahlaksızca, en adaletsiz, en kepaze şeyleri mazur gösterip yaygınlaştırmanın yolu açılmış demektir. – Ludwing Feuerbach

Nasıl olur da Tanrı dua eden insanın sürekli olarak kendini aşağılamasını, ayinlerin ve törenlerin durmadan yinelenmesini ister? Sen, kendin, içgüdüsel olarak, sana karşı gönül borcunu belirten bir düşünceyi, iyilik yaptığın insanın buna kısa bir bakışla karşılık vermesini yeğ tutmaz, bütün o ağlamaklı şükran dualarından tiksinmez miydin? Gerçi sen Tanrı değilsin , ama gene de… - Cesare Pavese

‘Tanrı’, ‘ruhun ölümsüzlüğü’, ‘günahlardan arınma’, ‘ötesi’: hepsi de istisnasız hiç ilgilenmediğim ve zaman ayırmadığım kavramlar –çocukken bile. Belki de bunlarla uğraşacak kadar çocuksu olmamışımdır hiç? Ben ateizme bir sonuç olarak varmış değilim, ne de onu bir olay olarak yaşadım : Benim için doğal bir şey bu, içgüdüsel bir şey. Toptan bir cevabı sineye çekmeyecek kadar sorgulayıcı, araştırıcı, çoşkun biriyim. Tanrı toptan bir cevap, biz düşünürlere karşı işlenmiş bir nezaketsizliktir –özünde bizim için toptan bir yasaktır: Düşünmeyeceksin! – F.Nietzsche

İnsanın sırf çoğunluk, çoğunlukta olduğu için, kitlelerle ya da çoğunlukla aynı şekilde düşünmek istemesi aşağılık ve düşük bir kafası olduğunun kanıtıdır. Halkın çoğunluğu ona inansın inanmasın, hakikat değişmez. – Giordano Bruno

‘Babanı ve seni dünyaya getirenleri sayarsan uzun ömürlü olursun ve sana zenginlik ihsan edilir’. Bu, on ayette belirtilmiştir. Tanrı sevgi karşılığında bir mükafat teklif ettiğine göre sizin Tanrınız ahlaksızdır. – Dostoyevski

Yaşama karşı bir günah varsa, bu belki ondan umudu kesmekten çok, bir başka dünyayı ummak ve elimizdekinin amansız gösterişinden kaçmakta yatar. – Albert Camus

Bağışla , ey Tanrım, sana yaptığım küçük şakaları. Bağışla ki ben de bağışlayayım senin bana yaptığın büyük şakayı. – Robert Frost

Al istersen, veresiye cennet senin olsun.
Bana bir açıklık yer,
Bir çimen çayır olsun,
Bir kadeh, bir güzel, bir şarap sunan olsun, yeter
Ama bunlar peşin olsun.
Cennet, cehennem gibi laflara boş verelim.
Cehenneme hani kim gitmiş,
Hani, cennetten dönen kim? – Ömer Hayyam