Monday 18 January 2010

Temel Mantık I ve Akış Diyagramları



Normal mantıkta diyalektik şöyledir:

A: Benim mor gözlü bir kedim var.
B: Madem öyle göster bakalım.
(A malum kediyi gösterir)
B: Tamam ikna oldum.

Dini mantıkta ise aynı olay şu şekilde vuku bulur:

A: Benim mor gözlü bir kedim var.
B: Göster o zaman.
A: Var olmadığını ıspatlayamazsın! Olmadığına dair kanıtların var mı?

veyahut;

A: Mor gözlü bir kedim olduğuna inanıyorum. İnancıma saygı göster!! Bunu karikatürlerinde kullanma. Linç mekanizmasını çalıştıracak herhangi bir din-dışı eylemde bulunma.
A: Mor gözlü bir kedim olduğunu söyleyen bir rüya gördüm/vahiy geldi!
A: Mor gözlü bir kedim olduğunu gösteren spritüel bir deneyimim oldu.
A: En sevdiğim en kutsal kitapta benim mor bir kedim olduğu yazıyor!

ha, bir de;

A: Kim buna karşı çıkar ve inanmazsa cehennemde yanacaktır!

uzatılabilir;

A: Mor gözlü bir kedim olduğuna dair feysbukta 1,5 milyar kişi olduk, demek ki var!
B: Ben mor gözlü bir kedinizin olduğuna gerçekten inanmıyorum.
A: Saygısızlık etme!!! Tüm bu inananlar aptal mı ki sen inanmıyorsun? Sünnette bile var, hem de ucundan azıcık!(Maşallah)







Dipnot: Ispat yükümlülüğü inanan tarafa aittir ve bu bağlamda kanıtları sunması gereken taraf yine kendisidir. Aksi "Shifting the burden of proof” yani "ıspat yükümlülüğünü karşı tarafa atma" çabasıdır. Everybody calm down!

Thursday 14 January 2010

Sansürcü Zihniyeti Sikeyim

Yazmak bir iptiladır. Beni bilenler bilir ki yazma tiryakiliğim üniversite öncesine kadar uzanır. Son 1-2 yıla kadar yazılarımda küfüre yer vermezdim. Yazılarımı alabildiğince edebi, entellektüel, ciddi ve vakur bir formatta ele almaya çalışırdım. Beğenilme, takdir görme, onaylanma hastalığı herkes gibi bende de mevcuttu.(sorunu kökten çözdüğümü iddia etmiyorum, bu hastalık belli bir dozda hala var ama eskiye nazaran bağışıklığım artmış durumda) Ne zaman küfüre başvurmayacağıma dair kendimle uzlaşmaya varsam, sanki tüm evren bana nazire yaparcasına bu sözümü yerine getirememem için önüme çeşitli vakalar sunmakta.("eh sende iradeli ol" dediğinizi duyar gibiyim ama kozmik güçler karşısında bu fani ne yapabilir ki, di mi?) Kamuya açık olan televizyon, gazete, internet vb. gibi alanlarda belirli kurallara göre hareket edilmesi gerekliliğini anlayabilirim. Bu tip araçların sosyolojik, psikolojik yansımaları olduğu ve kontrol altında tutulması gerektiğini de anlayabilirim, hatta RTÜK'ü bile! Fakat kimse benden içten içe herkesçe kabul edilmiş olan bir ikiyüzlülüğü anlamamı beklemesin. En kreatif küfürleri işeme rahatlığında hergün sıralarken, arkadaşımızın güzel popolu kız arkadaşını becermeyi düşlerken, kendi pornolarımızda oynarken, herşeyin en güzelini sadece kendimize isterken, toplum piramidinde üst katlarda yer alma şansına haiz olanların bu kimlikleri sayesinde senden, benden daha medeni görünmeleri ve toplumca ilahlaştırılmaları sürerken, siyaset adı altında gözlerinden şimşekler çıkararak, maymun götü gibi kırmızı bir suratla insanlar önünde beyanatlar vermeler sürerken "ahlak anlayışı","örnek olma", "toplum düzenini ve ahlakını rencide edici" sikindirik, ikiyüzlü, altı tamamen boş kavramlarla cezalandırılıyor olmamız çok manidar olacaktır, di mi?! Bırakın lan bu ikiyüzlü tavırlarınızı, edimlerinizi, dışavurumlarınızı. Hepimiz amcıkağızlıyız nihayetinde, kimi kandırıyoruz ki, ha? Dürüstçe ve cesurca sorun sorulması gereken tüm soruları kendinize ve aynı kertede cevaplayın. Sen de hoca/müftü/ahlak bekçisi/ulema/elitist/hümanist/örnek insan ...sen de sor kendine ve cevapla. Saat 20.00 deki bir dizide adamın dili kadının diline değerse "toplumun ahlak anlayışına" aykırı olurken, aynı görüşü savunanların saat 01.00 de kim kardaşyanın seks videosunu mastürbasyon eşliğinde izlemeleri caiz olur. Gül, gül hem de götünle. Merak ediyorum da Ahmet Maltan "çoğunluk sesi"nin mi yoksa "özgür düşünce" nin mi taraf'ında?

Sanırım nereye varacağımı tahmin ettiniz. Az önce "Nefes" filmini izledim. Tam da açılım sürecinin düğmesine basıldığı sırada bu tarz vatan, millet, sakarya kokan bir filmin vizyona giriyor olmasını tüm önyargılarım ve sontahlillerimle; iyimser yönümle skoru 1:1 e getirme, pesimist tarafımla ise kabaran duygudaşlık ortamında yakalanacak ticari bir başarı olarak görmüştüm. Askerlik yapanlar, özellikle de doğu'da askerlik yapanlar filmin duygusunu daha iyi almışlardır. Kadınlara film içinde azıcık aşk kırıntısı verseniz kafi zaten, o duygusal eşiği atlatmak adına. Güzel bir film, özellikle çekimler oldukça iyiydi. Bu filmde bir sahne var sansüre girmesi kesin olan. Vurulan terörist kadını, doktor asker müdahele ederken, komutan sorgular:
"Sen kimin için önemlisin? Ölmen kimin umurunda olur? Doktoru(terörist grubun doktor lakaplı liderinden bahsediyor) tanıyorsun di mi? Doktor seni umursar mı?(bir yandan boğazını sıkar, sinirlidir) Sikiyordu di mi seni? Sikiyordu!?" Buyur burdan yak. Ben bu eylemi defalarca yapmışken bir kere bile bunu partnerime ifade etmemişken adamlar sanatın 7. dalında bunu çoluk, çocuk, pornocu, hümanist, ahlakçı, asker, bakan, öğretmen, bankacı, öğrenci, papaz gibi herkesin seyrettiği bir sinema filminde kullanmışlar. Eee? Benim blogum "Nefes" filmi kadar sanatsal olmadığı için mi yazarı "eksen kayması" ile suçlanacak? Ya Sevan Nişanyan düşündüklerini dile getirirken inanan insanların duygularını hesaba katmadığı için sansür yemesine ne demeli hem de antimilitarist, gerçeğin ve özgür düşüncenin tarafında olduğunu iddia eden kendi gazetesi tarafından. Ya hergün aldığı onlarca ölüm tehditlerine ne demeli? Ne Taraf gazetesi takipçisiyim ne de Sevan Nişanyan. Her ikisini de birkaç kez okudum sadece. Sevan Nişanyan ile aynı düşüncede olsam da onu savunacak değilim ki benim savunmamdan çok polisin korumasına ihtiyacı var bu günlerde. Bazen bu toplumun bir linç toplumu olduğunu unutmamamızda sağlığımız açısından fayda var. Bu yazıyı yazmama neden olan malum sansüre konu olan yazıyı aynen yayınlıyorum.

"(Taraf, 21 Eylül 2009)

Censeo (değer biçmek, takdir etmek) fiilinden censor (/kensor/) eski Roma’da hem nüfus idaresi hem ahlak zabıtası görevi yapan bir yüksek görevlinin adı. Yaptığı işin adı censura (/kensura/).

Latincenin Kuzey Frengistan vilayetinde konuşulan taşra lehçesinde bu kelimenin telaffuzu ikibin yılda tanınmayacak derecede değişmiş. İnce sesliye bitişen /k/ sesi önce /ts/ sonra /s/ diye söylenir olmuş. Geniz /n/sine bitişen /e/ sesi ağzın gerilerine doğru kaçıp /a/ olmuş. /U/ sesi incelip /ü/ halini almış. Kelime sonundaki –a dişil eki de önce /e/ olmuş, sonra eriyip gitmiş. Modern Fransızca sözcük halâ aslına yakın bir şekilde censure yazıldığı halde /sansür/ diye okunuyor.

Türkçeye gazetenin icadından hemen sonra sansür de gelmiştir. Kelimenin 1900 civarından daha eski örneğini bulamadım henüz, ama tahmin ederim 1865’lerde Tasvir-i Efkâr’ın hükümetle başı derde girdiğinde Babıali’de birileri “fekat bu censure’dür azizim” diye mırıldanmıştır.

*
Şimdi diyorlar ki memlekete özgürlük geldi. Doksan seneden beri tabu olan şeylerden bile artık serbestçe bahsedebilirsin.

Ama bir de ne görelim? Bu sefer başka şeyler sansüre tabi olmuş. Orduya, devlete, Yüce Manitu’ya istediğini söyle serbest, ama iş İlkçağ Arap mitolojisini sorgulamaya geldi mi orada dur diyorlar.

Neymiş? Allah diye biri varmış, canı sıkıldıkça kitap yazarmış ama artık yazmamaya karar vermiş, pırpır kanatlı ulaklarla birtakım hazretlere mesaj iletirmiş, o hazretlere dil uzatan maazallah çarpılırmış. Bu hikâyelere istemesen inanma diyorlar, tamam, ama inanmadığını açık açık söylemen caiz değildir. Nedenmiş? Müslümanlar alınırmış!

Doğanın boşluk kabul etmemesi gibi, bu toprakların havası mıdır, suyu mudur, özgürlük kabul etmiyor herhalde."

Bil(e)miyorum

Nerede canlı bulduysam, orada güç iradesi buldum; hizmet edenlerin iradesinde bile efendi olma iradesi buldum. -F.Nietzsche

Belirsizliklerde yaşadığını, isimlerin bile gerçek olmadığını, bölünme ve yanılma riski taşıdığını, sana sunulan değerleri istesen de istemesen de kabul etmek zorunda olduğunu; bunun farkında olup olmadığını, dahası farkında olsan dayanabilir miydin? Bilmiyorum. Aslında bilmek istemiyorum.

Tavır ve davranışların oluşturduğu minik yapıları istesen de kişiselleştirmenin mümkün olmadığını, kişilik denilen şeyin aslında kumsaldaki kumlar gibi aynı bütünün parçası olduğunu biliyor musun? Bilmiyorum.

Bilsen bile, değişen bir şeyin olmayacağını, yine aynı şarkının başa sarıp çalacağını bilmenin, bir işe yarayıp yaramayacağını bilmiyorum.

Niçin burada olduğumu, varlığım için ödediğim bedellerin bana öğrettiklerinden nerede faydalanacağımı, daha da kötüsü tırmanışın zirvesindeyken ölmüş olacağım için biriktirdiğim çöplerin nasıl yok edileceğini bilmiyorum.

Annemle babamın tanıştıkları zaman ve mekan koşulları içinde, şimdi hatırlayamadığım bir boyutta, dünyaya gelmeyi isteyip istemediğimi ve eğer istememişsem; benden önceki insanlık tarihinin günahları da genlerime şifrelenmiş olduğu için, yaptıklarımdan ya da yapmadıklarımdan hangi hakla sorumlu tutulacağımı; bu sorumluluğun boyutlarını kimin ve nasıl belirleyeceğini bilmiyorum.

İçinde yaşadığım şehirdeki beton yığınlarının, yolların, parkların; aynı maliyetle çok daha estetik yapılabileceğini ve sanat değeri taşıyabileceğini; böyle olmamasının tek sebebinin yemek yerken sofraya çiçek konmaması olduğunu ve lokmaların tadına vararak değil, başkalarından daha çok yemek için bütün bütün yutulduğunu, bunun sonucunda da hazımsızlık oluştuğunu, sindirilememiş yemeğin enerjiye dönüşmeyip; biçimsiz, eğri büğrü, estetik görünümden yoksun binalar olarak geri kusulduğunu bilseydin sonuç değişir miydi? Bilmiyorum.

Tavır ve davranışlarında, aldığın kararlarda, yaptığın seçimlerde; korunma iç güdüsüyle üretilmiş düşüncelerin ağır bastığının, varoluşunu devam ettirebilmek için, “ben değerliyim” yanılsamasını ürettiğinin, bunu da çarpıtarak narsisizme varacak derecede abarttığının ve sonuçta, bütün kırmızı ışıkları başkaları için “dur” kendin için “geç” olarak algıladığının, üstelik koşullar ne olursa olsun, sonuçta kendini haklı çıkardığının, eğer haklı olduğuna inanmasaydın yaşayamayacak derecede acı çekeceğinin farkında mısın? Bilmiyorum.

Ne yaşarsan yaşa, bunun sadece kendi gerçeğin olduğunu, aynı olaya gösterilen birey sayısı kadar farklı tepkinin bulunduğunu, içinde olduğun gerçekliğin anlaşılmasının asla mümkün olmadığını ve bu yüzden yalnızlığının mutlak ve gerçek olduğunu bilseydin, daha mı mutlu olurdun? Bilmiyorum.

Nerede, kiminle ve kaç kişiyle olursan ol; yine de yalnız olduğunu, beyin kabuğunun içine yerleştirilmiş zihnindeki frekanslarla aynı dalga boyunu yakaladığın birine, sırf sana benziyor diye kul / köle olabileceğini; diğerlerini algılayamasaydın eğer, duymadıkları için konuşamayan sağırlar gibi, benlik bilincine de sahip olamayacağını anlayabilseydin, acı çeker miydin? Bilmiyorum.

Ölüm gerçeği yüzünden akla hayale gelmedik şeyler yaptığını, hatta yaptığın her şeyin sebebinin bu olduğunu, ölümün doğumun tersi olduğunu, yaşamın tersinin ise henüz keşfedilmediğini, keşfedilmiş olsaydı ne olurdu? Bilmiyorum.

Ne kadar çabalarsan çabala, bütün anlam arayışlarının sadece bir haz arayışı olduğunu, anlamın doyum sağlamaktan başka bir anlamı olmadığını, temelde içi boş bir kavram olduğu için hayatı anlamsızlıklarla doldurduğunu fark edebilseydin, ne değişirdi? Bilmiyorum.

Bilgi ağacından koparılan her meyvenin, insanı biraz daha cehenneme yaklaştırdığını, çünkü bilginin faydalı olmak için değil, güçlü olmak için kullanıldığını ve kılıktan kılığa sokulması yüzünden artık aslını kaybettiğini bilmenin kime ne yararı olacak, bilmiyorum. Aslında bilmek falan istemiyorum.

Sunday 3 January 2010

Çok Dindar Bir İnançsız Olmak

Yeni yıl hediyesi olarak bir arkadaşımdan çok güzel bir ajanda aldım. AJANDA 2010 İLLALLAH! Bu sıradan bir ajanda değil, içinde çeşitli yazıların, deyimlerin, özlü sözlerin de yer aldığı adeta bir kitapçık. Bu akşam eve dönüş yolculuğunda, otobüste, büyük bir keyifle okudum. İçindeki çoğu şahsiyet tanıdık isimlerdi keza çoğu düşünce de aynı zamanda benim düşüncemdi. Sizin için klavye karşısına geçip, hiç üşenmeden aralarından seçtiklerimi yazıyorum. Kafalardaki örümcek ağlarını alması temennisiyle; emeğe saygı, gelsin repler!

Tanrı kavramının herhangi bir geçerliliği varsa, ancak ve ancak bizleri daha büyük , daha özgür ve daha sevecen kılması olabilir. Eğer Tanrı bunu yapamıyorsa, O’ndan kurtulmanın zamanı gelmiş demektir. – James Baldwin

Dini inançlarım hakkında yazılanlar, sürekli tekrar edilen koca bir yalandan başka bir şey değildir. Tanrı’ya inanmıyorum; bunu hiç inkar etmedim, her zaman açık açık söyledim. Eğer içimde bir yerlerde dini olduğu söylenebilecek bir şey varsa, o da bilimimizin ortaya koyduğu kadarıyla dünyanın yapısına duyduğum sonsuz hayranlıktır.
Tanrı meselesi açıldığında, kendimi bir agnostik olarak gördüğümü söyleyebilirim. Hayatı daha güzel, daha yaşanır kılacak ahlaki ilkeler açısından son derece önemli olan berrak bir bilincin, bir kanun koyucu fikrine, özellikle de ödül ve cezaya göre çalışan bir kanun koyucu fikrine ihtiyaç duyacağına inanmıyorum.

Deneyimleyebileceğimiz en iyi şey gizemli olandır. Hakiki sanatın ve hakiki bilimin can evindeki en temel duygudur bu. Gizem nedir bilmeyen, artık merak edemeyen, şaşırmayan birinin yaşadığı söylenemez, böyle biri eriyip gitmiş mum gibidir. Dinin kökeninde, korkuyla karışık olsa da, bu gizem deneyimi vardır. Nüfuz edemediğimiz bir şeyin mevcudiyetiyle ilgili, en derin aklın ve göz alıcı güzelliğin aklımızın sadece en temel biçimlerine ulaşabildiği tezahürleriyle ilgili bir bilgi – asıl dini tavır işte bilgiden ve bu duygudan oluşur. Bu bakımdan, ama sadece bu bakımdan çok dindar biriyim. Yarattığı canlıları ödüllendiren ve cezalandıran ya da kendiliğimizden bildiğimiz türden bir iradeye sahip olan bir Tanrı fikri pek aklıma yatmıyor. İnsanın fiziksel ölümünden sonra nasıl ayakta kaldığını anlayamıyorsam, böyle bir şeyin başıma gelmesini de istemezdim; zaten böyle fikirler sadece zayıf ruhların korkularına ve saçma bencilliklerine iyi gelir. Sonsuz hayatın gizemi, gerçekliğin muhteşem yapısıyla ilgili ipuçları, dahası doğada tezahür eden aklın ne kadar küçük olursa bir parçasını anlamak için canı gönülden uğraşmak bana yetiyor. Çok dindar bir inançsızım ben…Başka türlü, yeni bir dine inanıyorum.
Ödüllendiren ve cezalandıran bir Tanrı fikrini kavramak, insanın eylemleri dışsal ve içsel zorunluluklar tarafından belirlendiği için çok zordur. Çünkü bu durumda, Tanrı’nın gözünde, cansız bir nesne hareketlerinden ne kadar sorumluysa, insan da başına gelenlerden ancak o kadar sorumlu olabilir. Bilim bu nedenle yıkıcı bir ahlaka sahip olmakla suçlanır, ama bilimi bununla itham etmek hiç adil değildir. Bir insanın etik davranışları empatiye, eğitime, toplumsal bağlara ve ihtiyaçlara dayandırılmalıdır; bunun için dini bir dayanağa gerek yoktur. İnsan cezalandırılma korkusuyla ve ödüllendirilme ümidiyle kendini kısıtlasaydı, asıl o zaman içler acısı bir halde olurdu. Böyle düşününce, kilisenin neden ezelden beridir bilimle savaştığını ve bilime meraklı olanlara zulmettiğini anlamak kolaylaşır.

Doğa’ya asla bir hedef ya da amaç veya insana özgü gibi görünebilecek başka nitelik atfetmedim. Doğa’ya baktığımda muhteşem bir yapı görüyorum. Sadece yarım yamalak anlayabildiğimiz bu yapı, aklı başında bir insanda ancak tevazu uyandırabilir. Bu sahici dini duygunun mistisizmle uzaktan yakından alakası yoktur. -Albert Einstein, Seçme Yazılar

Benim ateizmim, tıpkı Spinoza’nınki gibi, evren karşısında hakiki bir dindarlıktan ibaret ve sadece, kendi insanca çıkarlarına hizmet etsin diye insanlar tarafından kendi suretlerinde yaratılmış tanrıları reddediyor. – George Santayana

İnançlı birinin kuşkucu birinden daha mutlu olması, sarhoşun ayıktan daha mutlu olmasına benzer. İnancın getirdiği mutluluk ucuz ve tehlikelidir. –Bernard Shaw

Israrla söylüyorum, insanın atasının maymun olmasında utanılacak hiçbir yan yoktur. Buna karşılık, kendi mesleğindeki başarılarıyla yetinmeyip hakkında hiçbir şey bilmediği bilim meselelerine dalan, manasız belagatle bunları kanıtlamaya çalışan, incelikli saptırmalar ve dinsel önyargılara becerikli atıflarla dinleyicilerinin kafasını karıştırmaya çalışan bir atam olsaydı, o zaman utanırdım bak! – T.H.Huxley

Din bilgiye bazen düşman, bazen rehine, sık sık tutsak, en çok da çocuk muamelesi yapar. Dinde olduğu gibi siyasette de, bizim itikatlarımızın yarısına inananlara, onu tamamen reddedenlere olduğundan daha az merhamet ederiz. İnsanlar din uğruna kavga eder, yazar, dövüşür, ölürler, ezcümle her şeyi yaparlar-din uğruna yaşamak hariç. – Charles Caleb Colton

Biz insanların başındaki belanın kökeninde bütünüyle şu vardır belki de: Ölüm gerçeğini, ki tek gerçeğimiz odur, inkar edelim diye hayatlarımızın bütün güzelliğini feda eder, kendimizi totemler, tabular, haçlar, kan dökmeler, kiliseler, camiler, ırklar, ordular, bayraklar, milletler içinde tutsak ederiz. – James Baldwin

Tanrılar insanların dualarına kulak verseydi, bütün insanlık hızla yok olurdu, zira insanlar sürekli birbirlerinin başına çeşitli kötülükler gelsin diye dua ederler. – Epikuros

Felsefecinin papaz öldürdüğü görülmüş şey değildir, oysa papaz epey felsefeci öldürmüştür. – Denis Diderot

Eğer bir yerde bir taş düşüp de adamı öldürürse, taşın o kişiyi öldürmek için düştüğünü şu şekilde kanıtlamaya çalışırlar: Eğer Tanrı’nın rızasıyla bu taş bu amaçla düşmemiş olsaydı, o kadar çok tesadüf nasıl bir araya gelebilirdi (çünkü genellikle pek çok koşul bir arada gerçekleşir)? Belki siz, taş düştü çünkü sert bir rüzgar esiyordu, adam da o yana gidiyordu, diye yanıtlarsınız. Ama ısrar ederler : neden tam o anda sert bir rüzgar esiyordu? Neden tam o anda bir adam o yöne doğru yürüyordu? Rüzgar sert esti çünkü bir gün önce hava daha sakinken deniz dalgalanmaya başladı; adam da bir arkadaşı davet ettiği için yürüyordu, dersiniz ısrar etmeye devam ederler –çünkü sorulacak sorular hiç bitmez: Neden deniz dalgalanmıştı? Neden adam tam o sırada davet edilmişti_ Nedenlerin nedenlerini sormayı hiç bırakmazlar, ta ki siz Tanrı’nın iradesine sığınana, yani cehaletin sığınağına girene kadar…- Spinoza

Bütün dinler cahile aynı ölçüde ulvi, siyasetçiye aynı ölçüde kullanışlı, düşünüre aynı ölçüde gülünç gelir. – Lucretius

Ahlakın temeli ne zaman ilahiyata dayandırılsa, haklar ne zaman ilahi otoriteye bağımlı hale getirilse, en ahlaksızca, en adaletsiz, en kepaze şeyleri mazur gösterip yaygınlaştırmanın yolu açılmış demektir. – Ludwing Feuerbach

Nasıl olur da Tanrı dua eden insanın sürekli olarak kendini aşağılamasını, ayinlerin ve törenlerin durmadan yinelenmesini ister? Sen, kendin, içgüdüsel olarak, sana karşı gönül borcunu belirten bir düşünceyi, iyilik yaptığın insanın buna kısa bir bakışla karşılık vermesini yeğ tutmaz, bütün o ağlamaklı şükran dualarından tiksinmez miydin? Gerçi sen Tanrı değilsin , ama gene de… - Cesare Pavese

‘Tanrı’, ‘ruhun ölümsüzlüğü’, ‘günahlardan arınma’, ‘ötesi’: hepsi de istisnasız hiç ilgilenmediğim ve zaman ayırmadığım kavramlar –çocukken bile. Belki de bunlarla uğraşacak kadar çocuksu olmamışımdır hiç? Ben ateizme bir sonuç olarak varmış değilim, ne de onu bir olay olarak yaşadım : Benim için doğal bir şey bu, içgüdüsel bir şey. Toptan bir cevabı sineye çekmeyecek kadar sorgulayıcı, araştırıcı, çoşkun biriyim. Tanrı toptan bir cevap, biz düşünürlere karşı işlenmiş bir nezaketsizliktir –özünde bizim için toptan bir yasaktır: Düşünmeyeceksin! – F.Nietzsche

İnsanın sırf çoğunluk, çoğunlukta olduğu için, kitlelerle ya da çoğunlukla aynı şekilde düşünmek istemesi aşağılık ve düşük bir kafası olduğunun kanıtıdır. Halkın çoğunluğu ona inansın inanmasın, hakikat değişmez. – Giordano Bruno

‘Babanı ve seni dünyaya getirenleri sayarsan uzun ömürlü olursun ve sana zenginlik ihsan edilir’. Bu, on ayette belirtilmiştir. Tanrı sevgi karşılığında bir mükafat teklif ettiğine göre sizin Tanrınız ahlaksızdır. – Dostoyevski

Yaşama karşı bir günah varsa, bu belki ondan umudu kesmekten çok, bir başka dünyayı ummak ve elimizdekinin amansız gösterişinden kaçmakta yatar. – Albert Camus

Bağışla , ey Tanrım, sana yaptığım küçük şakaları. Bağışla ki ben de bağışlayayım senin bana yaptığın büyük şakayı. – Robert Frost

Al istersen, veresiye cennet senin olsun.
Bana bir açıklık yer,
Bir çimen çayır olsun,
Bir kadeh, bir güzel, bir şarap sunan olsun, yeter
Ama bunlar peşin olsun.
Cennet, cehennem gibi laflara boş verelim.
Cehenneme hani kim gitmiş,
Hani, cennetten dönen kim? – Ömer Hayyam