Sunday 19 September 2010

Katalizörler ve Sevgi

Lisedeydim sanırım. Babamla bir tartışma sırasında, olay kaba kuvvet uygulama aşamasına yaklaşmaya başladığı zaman ona şunu söyledim:


- Bana vurabilirsin. Beni senin düşündüğün şekilde düşünmeye cebren zorlayabilirsin. Hatta acıdan kaçmak için söylediğin şekilde davranmaya da başlayabilirim. Ama zihinsel olan bir konuyu bana fiziksel kuvvet uygulayarak anlamamı sağlayamazsın. Bu mümkün değil.

Durdu, söylediğime inandığımı biliyordu. Gözleri doldu. Anlamıştı. Araç amaca uygun değildi. Eğer amaç anlamam ise…

Malzeme biliminden iki tip değişimden söz edilir. Elastik değişim ve plastik değişim. Elastik değişimde, değişime sebep olan kuvvetler kalktığı zaman, madde tekrar eski halini alır. Plastikte ise artık maddenin içsel yapısı değişmiştir, etki ortadan kalktığı zaman bile eski haline dönemez. Her malzeme belli bir eşiğe kadar elastiktir. Ama o sınır aşıldığı zaman bozunuma uğrar, eski haline dönemez. Bu yüzden inşa her yapıda ona uygulanacak kuvvetlere karşı elastik bir davranış göstermesi beklenir.

Malzeme biliminde elastik değişim tercih edilen bir şey olmasına karşın, aklın/ruhun dönüşümüyle ilgili düşünecek olursak burada tam tersi bir durum geçerlidir. Aklın ya da ruhun gerçek bir dönüşümü plastiktir, elastik değişimler sadece ‘-miş gibi’ yapmaktır.

Öyle bir yerde yaşıyoruz ki, sürekli dışarıdan etki bombardımanı altındayız. Algıladığımız/hissettiğimiz her şey aslında bir katalizör. Tüm duyusal algılamalardan tutun da diğer varlıklarla paylaştığımız tüm fiziksel/duygusal/zihinsel/ruhsal etkileşimlere kadar her şey birer katalizör. Her katalizör belli bir anlayışı kazandırmak için var. Giderek daha fazla bütünlük kazanan (ve ‘sonsuz bir’e doğru giden) bir anlayışlar silsilesi içinde her biri belli bir anlayışı gerektiriyor. Katalizörlerin her biri gene nihai durumda kendi kendilerini gereksizleştirmeye çalışıyorlar. Anlayış kazanılırsa artık o anlayışı gerektiren katalizör gereksiz kalıyor. Katalizör hala var oluyor belki ama kazanılan ‘anlayış’ onu dengeleyerek artık o etkinin katalizör etkisinde algılanmamasını/hissedilmemesini sağlıyor.

Bir insan size saldırırsa ona karşı bir tepki geliştirirsiniz ama bir boğa size saldırırsa bu sizde aynı tepkiyi uyandırmaz. Sadece yolundan çekilir ve güvenli bir ortama geçmeye çalışırsınız. (boğayı sucuk olarak görenleri tenzih ediyorum)

Bu noktada ıstırap devreye giriyor. Hep deriz ya, öğrenmek için ıstırap gerçekten gerekli midir. Mutlaka ıstırap çekerek mi öğrenmek zorundayız diye.

Aslında katalizörler hep bize acı veren şeyler değildir. Katalizörler önce akla gönderilirler. Eğer akıl onları anlamayı ve gerekli anlayışı kazanmayı başarırsa sorun yok. Ama akıl bu katalizörü göremezse, değerlendiremezse, anladığını sanıp anlamazsa, bu sefer aynı katalizör fiziksel düzeye gönderilir. Gönderilmekten çok üst katmanlardan alt katmanlara ilerlemesi/sızması gibi bir şeydir bu. Ruhsaldan, zihinsele iner, sonra duygusal ve sonra fiziksel. Eğer inanç (ruhsal) ve düşünce (zihinsel) düzeyinde çözümlenir ise duygusal ve fiziksel/bedensel (hastalıklar vs.) düzeyinde acı çekmek için bir sebep kalmaz.

Öğrenmek ve anlamak aynı şey değildir. Bilmek ve anlamak da öyle. Bilgi dışarıdan alınabilir ama anlayış dışarıdan alınamaz. İçsel bir süreçtir. İçinizde bir ışık çakması gibi ani ve karşı konulmazdır. Zevklidir. Anladığınız şey sizin olur. Daha önce kimlerin onu hangi sözcüklerle ifade ettiği artık umurunuzda bile olmaz. O şey artık bütün çıplaklığıyla sizindir. Sanki ilk defa keşfedilmiş gibi tazedir. Tümüyle yeni ve heyecan doludur. O sizindir, diğer anlayan herkes kadar sizindir de. Bir anlayış, daha çok kişinin anlamasıyla bölünüp azalan bir şey olmaktan çok, artan çoğalan bir mutluluktur. Kimse sizden daha çok ona sahip olduğunu iddia edemez. Anlayan herkes ‘bunu’ zaten bilir, onun için de iddia etmeye falan kalkmaz, sadece coşkusunu paylaşır, paylaştıkça katlanan bir mutluluk gibi…

Sözel olarak bir çok şey söyleyebilir, bildiğiniz ve anladığınızı düşünebilirsiniz. Ama anlamamışsanız bunların hepsi çok da bir şey ifade etmez. Sözcükler, düşünceler, duygular sadece işaret oklarıdır. Hiçbiri ‘anlayış’ın kalbine kadar götüremez sizi. Sadece işaret ederler.

Eğer ‘anlamış’ iseniz, anlayışınız aslında tüm sözcüklerden ve işaret oklarından bağımsız olduğunu da bilirsiniz. Aynı anlayış yüz bin türlü kılığa da bürünse onu tanır, ayırt edersiniz. Ama anlamamışsanız sadece verilen örnek üzerinden gidebilirsiniz. (Aynı, okulda bir dersteki konuyu anlayan bir öğrencinin, soru farklı bir tarzda gelse de çözebilmesi, ama anlamayan bir öğrencinin sadece sınıfta çözülen örneğin çok benzeri bir soru gelirse çözebilmesi gibi…)

İşte her katalizör kendi gerektirdiği anlayış kazanılana kadar bize ‘etki’ etmeye devam eder. Eğer bizde olan değişim ‘elastik’ ise, dış etkiler kalktığı anda biz ‘eski’ formumuzu alırız. Spritüel bir ortamda spritüelizdir ama hayat başka insanlarla başka altında kesiştiğinde, belki de bu aklımıza hiç gelmeyecekti. O şartlar ve insanlar hayatımızdan çıkınca, biz de giderek bu konuları çok da kayda değer bulmayan bir hale doğru geri dönüşebiliriz. Başka bir ortama konduğunda ortama uyum sağlayan diğer tüm canlılar gibi. Bazıları ortama uyum sağlarlar, bazıları hem uyum sağlar hem ‘kendi ortamlarını yaratırlar’/’kendi ortamlarına dönüşürler/dönüştürürler’.

Ama eğer ‘anlayış’ sözcüklerin ötesinde kazanılmış ise kaybedilmesi mümkün değildir. ‘Plastik’ bir değişim meydana gelmiştir. Artık kişi, o anlayışla ilgili ‘içten yanmalı’ bir motor (Demet Akalın üzerine alınmasın) olmuştur. Fikirler kendisine aittir ve ‘anladığı şeyin’ sözcüklerin ötesinde olduğunu bilir. O anlayışın ‘bütünlüğün’ hangi kısmına pek de güzel oturduğunu bilir. Sözcükler kullanır ama onlara bel bağlamaz.

Katalizörler üst düzeylerden alt düzeylere sızdıkça, bizi ilgilendirmediğini düşündüğümüz şeyler, ilgilendirir olur. Katalizörü ne kadar geç fark edersek acı miktarı artar. En son fiziksel düzeyde artık katalizör kendini gösterebilmek adına gözümüze gözümüze (bazen de götümüze) sokulmaktadır deyim hala yerinde, taşınmadıysa. Ne kadar üst düzeyde tanınır ve çözümlenirse ruhsal/zihinsel/duygusal/fiziksel ‘acılar’ o kadar gereksiz olur. Böylelikle, ‘öğrenmek’ esas olarak ıstırap içermek zorunda değildir. Bu ne kadar geç fark edildiğine ve ele alındığına bağlıdır. Tıpkı teşhisi gecikmiş ve ilerlemiş bir hastalık gibi.

Nedendir bunca çile. Nedendir bu işleyiş. Neden vardır katalizörler. Ne kadar gereksiz şeyler bunlar. Öyle değil mi? Gereksiz ilginç biz sözcük. Acaba böyle bir sözcüğün üretilmesi neden ‘gerekli’ oldu. Olmasa da olmaz mıydı…

Bir varlık ne kadar çok ‘anlayış’ kazanıp bu anlayışları bütünleyebilirse, o kadar bilinçlenir. Ne kadar bilinçlenirse, o kadar ‘özgür’ olur. Ve ne kadar özgür olursa, o kadar çok ‘sevme’ potansiyeline sahip olur.

“Yaşanan an sevgi taşır. Bu devrenin amacı, bu sevginin bilinçli olarak farkına varmak ve sapmaları ayırt etmektir.”

“Sevgi gereksizlikten doğar.” Zorunlu olarak yapmak/olmak zorunda olduğunuz şeyleri sevme gücünüz, zorunlu olduğunuz oranda azalır. Gerçekte sevgi sebeplerden doğmaz. Aynı anlayış gibi; anlayış da sözcüklerden doğmaz. Sevgi sebepleri kullanır ama onlardan bağımsız olarak var olduğunu bilir. Anlayış da sözcükleri kullanır ama onlardan bağımsız olarak varolduğunu bilir. Tüm sevgiyi gösterme çeşitleri; ‘ihtiyaç hissetmek’, ‘aramak’, ‘sevdiğini söylemek’,’hediye almak’,’okşamak/sevmek/sevişmek’,’özlemek’,’konuşmak’ bile bütünüyle sebep ve gösterilerden bağımsız olan sevginin dışavurumlarıdır yalnızca. Aynı, bir ‘anlayış’ın sözcüklerle ve türlü düşüncelerle/duygularla dışavurumu gibi. Dışavurumların olmaması ne sevginin ne de anlayışın yokluğunu işaret etmez. Çünkü gerçekten ‘seven’ ve ‘anlayan’ bunların dışavurumlarından öte bir şey olduğunu ‘anlamıştır’ artık… Eğer varsa vardır ve eğer yoksa dışavurumun bini, bir para bile etmez.

Sevgi ve anlayış. İkisi de görünür sebep ve belirtilerin ötesindedir. Birbirlerine sanıldığından çok daha fazla yakındırlar aslında. Aynı bir sonraki yoğunluk derecesinin sevgi/idrak yoğunluğu olması gibi. Bir şeyi anladığınızda hissettiğiniz coşku ve heyecan gene bir şeyi severken hissettiğiniz aynı coşku ve heyecandır. Anladığınız yeni ‘anlayış’ ınızı seversiniz. Ve hatta tersi de doğrudur, bir şeyi sevdikçe anlamaya başlarsınız (matematik gibi). Aşılması zor tüm zorluklar birer birer ortadan kalkmaya başlar ‘sevdikçe’. Ne uzun, ne zor, ne yorucu, ne de sıkıcıdır sevdiğiniz şey. Bu kadar güçlü bir şeydir sevmek işte.

Ve en güçlü sevgi gerçekte tümüyle ‘gereksiz’ bir sevgidir. Hiçbir sebebi yoktur. Sebebe ihtiyacı yoktur. Sevgi’nin kendisi, kendi başına sebeptir. O vardır. Tümüyle ‘gereksiz’ olduğu halde vardır.

Bir düşünün bu kadar gereksiz bir sevgiyi. Sizin sonsuzluğa olan sevginiz gibi. Hiç gerekli gözükmez sonsuzluk bu dünyada. Gördüğümüz her şey sonludur, bildiğimiz her şey sonludur, tüm algılarımız, isim konulabilen sözcüklere dökülebilen her şey sonludur. Ne gerek vardır sonsuzluğa.

Çoğu kimse ‘sonsuzluğun’ gerçekten var olmasına ihtiyaç duymaz. Hatta öyle bir kavramın farkında bile değildir. Gereksizdir bu, açıkça gereksiz.

Şimdi ‘bir’ de tersten bakalım. Sonsuzluğun size olan sevgisi gibi. Aslında bundan daha ‘gereksiz’ hiçbir şey yoktur. Çünkü sonsuzluğun dışında, ihtiyacı olan, ona katabileceğiniz veya bilmediği bir şey yoktur. Ne yapsanız, ne olsanız ‘zaten’ onun içindesiniz. Tüm yaratılışın/yaratılmamışın veya varoluşun/varolmayışın veya ‘olanın ve olmayanın’ tümü onun içindedir.

Ve tüm varoluş bu mutlak/sonsuz ‘gereksizlik’ten doğmuştur. Kendi varlık sebebiniz ve varoluş serüveniniz de bu mutlak/sonsuz ‘gereksizliktir’. Sonsuzluğun size olan sevgisi de, gene tümüyle mutlak/sonsuz bir ‘gereksizlik’tir.

Ve tüm varoluş bu mutlak/sonsuz ‘sevgi’den doğmuştur. Kendi varlık sebebiniz ve varoluş serüveniniz de bu mutlak/sonsuz ‘sevgi’dir. Sonsuzluğun size olan sevgisi de, gene tümüyle mutlak/sonsuz bir ‘sevgi’dir.

Sevilmeseniz, sevilmediğinin farkına varacak varlıklar da olmazdı.