Thursday 31 December 2009

Yeni Yıl Hepimize Girsin

Tamam biz cool insanlar(!) dışında kalanların yeni yıl telaşı yaşadığı bir gerçek. Partiler organize ediliyor, dört günlük tatil süresi için envai yerlerde yer ayırtılıyor, hediyeler alınıyor ve elbette büyük hayaller üretiliyor kapımıza gelip kobrasını dayamış olan yeni yıla dair. Muhtemelen geride kalan yılın SWOT analizini yapanlar olduğu gibi “Maslow Hiyerarşisi” piramidine binaen kendi iç ve dış dünyasının envanterini çıkaranlar da az buz değildir. “Dude, what’s wrong with you? Bırak da insanlar ne sikim istiyorsa yapsınlar, sana giren nedir? (yeni yıl giriyor işte)” Yeni yıl yeni umutlar, aşklar, paranın amına koyma, üçlü yapma, mor renkli abiye elbiseyi alma, Osmanla evlenme, AKEPE’ nin siktirolup gitme, Obamanın seks kasetinin internete düşme buna mukabil Ali Kırca’nınkinin yok olma, Paris’ e Eyfel kulesinin altında atlama, Murat Boz’a verme; yeni bir ev, yeni bir araba, halen milli kalabilmiş olan piyangonun bize çıkma ihtimallerinin üzerinde yeşereceği Alice Harikalar Diyarından parsellenmiş üzerine Cenneti bile inşa edebileceğimiz si(k)t alanı demektir. (ormanların canı cehenneme)

Üslup önemlidir. Tatlı dille açamayacağınız kalp, kapı, kasa, sütyen ve gazoz kapağı yoktur.

Erkek - Güzel gözleriniz var
Kadın - Teşekkür ederim
Erkek - Fiziğiniz de aklınız kadar iyi
Kadın - Çok mersi, çok şekersiniz
Erkek - Eminim kukunuz da fevkaladedir..
Kadın - Sen adi bi sapıksın, hayvan herif!
Erkek - Pardon sıralamayı karıştırdım, burda "aşk" demek gerekirdi
Kadın - Sen aşktan ne anlarsın, uçkur düşkünü sapık, hepiniz aynısınız
Erkek - Tamam söz, aşkımızın hiçbir aşamasında kukuna müracaat etmeyeceğim
Kadın - Ne yapiyim ben öyle aşkı, aşkın %99 u cinselliktir
Erkek - Ama az önce sizden bi kere isteyince sorun oldu, hani açıksözlü olmak işe yarıyordu?
Kadın - Önce cüzdanın ve tatlı dilin açık olacak, sonra fermuarın..
Erkek - Hassiktir ya, fakültede bunu öğretmediler bize..göt profesörler

Empati, karşındaki anlama, demokrasi, farklılıklara saygı, aşk, din gibi dokunulmaz, 7 den 70 e koşulsuz kabul gören kutsal kavramlarımız var. Ha en sağlamını unuttum “herkesin kendi doğrusu var”. Ha siktir ordan! “Herkesin doğrusu varmış, herkesin doğrusu başkaymış..bla bla bla”. Bilgisizliği, incinen egoyu, kıt aklı örtbas etmek için en güzel kaçış yoludur bu kavramlar. Sıkışan herkes hemen bu argümanlara sarılıp “insan olmanın” en doğal haleti ruhiyesi içinde düşen “ego civası” nı tekrar normal sınırına getirmek için kendisine enjekte eder. “Hepimiz insanız son tahlilde. Severiz, seviliriz; mutlu olur, acı çekeriz. Hayat iniş çıkışlarla doludur. Bizi hayata bağlayacak, hayatımızı anlamlı kılacak şeylere ihtiyacımız var. Din, aşk, insanlara faydalı olmak, daha refah bir yaşama ulaşmak…” Gördün mü moron Nik! Hayatın anlamı bu kadar basit işte. Sen ne sikimin arayışındasın hala? Dünya üzerinde insanların komün halinde yaptığı şeyleri sen nasıl olur da kabul etmezsin? Farklı olduğunu iddia ederek farklı olmaya çalışan bir zavallıdan öte nesin ki sen? Tüm bu isyankar ve aykırı düşüncelerin, hayat tarzının altında aynı itkiler barın mıyor mu? Noldu, egon mu incindi? Evlilik teklifini kabul etmediğin için senin terk eden sevgiline mi kızdın? Holding sahibi olmadığın için mi sermayedarlardan nefret ediyorsun, ha? Eleştiren, şikayet eden, sadece karanlık noktalara işaret eden bir karamsar mısın? Ya üslubuna ne demeli?

Üslubunuza, çoğunluk ahlak anlayışına, erdem algısına flu zihinlerinize budda kılıklı özünde Paris Hilton dan fazlası olmayan kirli ruhlarınıza, ikiyüzlü niyetlerinize ve ekopolitik tavırlarınıza sokayım! Dinciler hastalığımı teşhis edip “ Allah yoluna girmelisin”, evliler “evlenip, bir yuva kurmalısın”, postmodern orta direkli entel entellektüeller ise “hayatını anlamlı kılmalısın, pesimist olmayı bırakıp insanlığa ve kendine faydalı bir birey olmalı, severek yapacağın bir iş yapmalı ve aşka kapını açmalısın” diye mütemadiyen öğütler verirler. Hitler siksin sizi. Çarmıha gerilin! Peygamber yaşamına öykünüp de kendi öz kızını beceren biri Hitler den daha mı masum? Cihad adına dünyanın amına koyan dinciler değil mi? Bugün yeşil sermaye diye bilinen, malum bazı cemaatlerin “efendi hazretleri” nin keyifleri gıcır değil mi? Müritleri ve sempatizanları porno endüstrisinin gelir pastasındaki en büyük dilimi oluşturmuyor mu? Ya kutsal görevlerde bulunan güzel jelatinli yavşaklara ne demeli? “Genelleme yapamazsın” Genelleme yapamazsın diyen zihniyete de sokayım! Evlilik kutsal bir kurumdur diyen, bunun mükemmelliğini , gerekliliğini savunan ama ilk bulduğu fırsatta birine atlayanlara ne demeli? Fırsat yakalayamadığı ve bizim de zihin okuyamadığımız için istisna kalmış olan kutsal(!) ve sadık(!) zümrelerin başımıza gurme kesilmesi çok manidar değil mi? Mezar günleri yaklaşınca dine yönelen, yaşlılık poliçesi olarak eşi, çocuğu- torunu gören aciz insan çoğunluğunun; bir yılbaşını bile tek başına geçirecek götü olmayan toplumsal varlıkların yeni yılı kutlu olsun!

2010 da ne değişecek ha? Hergün açlıktan ölen 15.000 insan kurtulacak mı? Savaşlar bitecek mi? İşsizlik sona erecek mi? Bu vahşi düzen değişecek mi? Kültürel ve zihinsel bir devrim olacak mı? Murat Boz , Serdar Ortaç, Özcan Deniz dinleyenler utancından intihar edecekler mi? Sen gerçek bir insan olacak mısın yoksa biçilmiş insan kıyafetini giymeye devam mı edeceksin? Durmak yok yola devam! Yeni yıl hepimize girsin, hemde köküne kadar!

Thursday 24 December 2009

İşsizken Solcu, Lotoyu Tutturunca Sağcı Olma Med Cezir-i

İnsanlığın evrimleşmesine ve tarihsel diyalektiğine baktığımızda karşımıza her zaman “ego” sorunsalı çıkacaktır. Dincilerin “nefis”, yanası inançsızların(!) ise “ego” diye kullandığı kavramın anlamı da nedir? Öncelikle “ego” yerine “nefis” kavramının ikame edilemeyeceğini söylemeliyim. “Nefis” kelime olarak ‘Öz varlık, kişilik; insanın yeme içme vb. gereksinimlerinin bütünü’ anlamına gelir. Gerçi ‘öz varlık, kişilik’ tanımlamasının paralojik olduğu da ortadadır. “Nefis” olsa olsa “id” e karşılık gelmelidir. Hatırlamak adına bilincin bu üç katmanına (İd,ego ve süperego) kısaca biz göz atalım isterseniz. Alt benlik olarak “id” kendisini yalnız ihtiyaçlarına göre ayarlayan, güdüsel, baskın olan yanımızdır. (Cinsellik, açlık, nefret vb.) Genelde bu yönü baskın olan bireylere alınlarının ortasına “vicdansız” yaftası yapıştırılmaktadır. Üst benlik olarak “süperego” kural ve değerler bütünü içinde insana yön veren mekanizmadır. Bu katmana “vicdan “ da diyebiliriz. İşte “ego”(benlik) dediğimiz de bu katmanların ortasında yer alır. Orta yolcudur . Doğa, çevre ile “id” arasındaki denge unsurudur. Yani eleştiren ve güdülerimizi kontrol altında tutan bu katmandır.

- İnsan sevgi gibi bir duyguyu içinde barındırdığı için mi yoksa sevildiği, ilgi gösterildiği için mi sever?
- İnsan karşısındakini mutlu ettiğinde onun sevincinden mi haz duyar yoksa bu mutluluk kendi başarısı olduğundan mı?
- İnsan ibadeti cennete gitmek –ya da diğerleri, ya da Tanrı korkusu- için mi yoksa hiçbir karşılık beklemeden Tanrı’ya layık olabilmek için mi yapar?
- İnsan ihtiyaç duyulduğu için mi yardım eder yoksa sadece “iyi insan” apoletini yakasına takmak mıdır derdi?
- İnsan paylaşmak, öğretmek için mi bilgi verir yoksa bilgisini gözler önüne sermek için mi?
- İnsan konuşmayı daha da güzeli dinlemeyi mi sever yoksa insanlarla arasındaki bağı mı?
- İnsan yaptığı resmi mi yoksa çerçevesini mi sever?

Yukarıdaki listeyi daha da uzatmak mümkündür. Cevapları sen kendin ver sevgili okur. Merak etme üç yanlış bir doğruyu götürmeyecek.
Öğrenci zen ustasına sorar;
- Ego nedir usta?
Usta yüzünü buruşturarak öğrenciye dönüp,
- “Bu ne kadar aptalca bir soru. Bunu sadece bir aptal sorabilir.”der
Öğrenci allak bullak olur, öfkeden kıpkırmızı kesilmiştir. Usta gülümser ve şöyle der :
- İşte ego budur!
Madem örnek verdik bir tane de ülkemizden verelim. Belediye koltuklarının arkası tıpkı okul sıralarının üzeri gibi sanat eseridir.
- Hell yeah, fuckin rock, heavy metal, alp, aydan, linkin park!!
Ve cevap mahiyetinde :
- Sikilmiş rock, farkımız tarzımız, müslüm babamız…
Ego hakkında kısa hatırlatmalar yaptıktan sonra konunun özüne dönebiliriz. Yazıma neden böyle bir giriş yaptığım yazının sonunda daha iyi anlaşılacaktır.

Küresel krizin dalgasını alan.. affedersiniz kriz dalgası altında kalan…yok buda çok müstehcen oldu, altta kalanın canı çıksın filan…şöyle diyelim : Küresel ekonomik krizin en çok etkilendiği ülkelerin başında yer alan Türkiye, bu son derece kötü durumdan başbakan (bakan ama göremeyen) Hafızento’nun müthiş önlemiyle atlatmayı başardı : “KBTG Modeli”. Hemen açılımını yapiyim. KBTG – Kriz Bizi Teğet Geçecek. Sevgili okur götümüze bişiy girmiş olabilir,(kalınlığı, niceliği, newtonu, platonu önemli değil) bizler detaya değil bütüne odaklanmalıyız. Önemli olan bize ne girdiği değil, krizin bizi teğet geçerek ABD ye doğru yol almasıdır. Bundan mütevellit ekonomik göstergelerin de toplumuzdaki refah artışını gözler önüne sermesi müreffeh bir hayata alışmamış (alışmamış don kıçta durmazmış) halkımın momentumunu sarsmış ve iç çatışmalarla bilinmeyen bir yola doğru sokmuştur.(sokana bak sen) Elbette böylesine güzel bir atmosferde böyle münferit olaylar yaşanacaktır. Bir elin altı parmağı bir mi? Değil! Bizler yine de herkesi solduyuya davet ediyoruz.(damsız girilmez!) Bir son dakika gelişmesini sizle paylaşiyim sevgili okur; Terörü Tasviye Etme çalışmaları için gittiği Irak’tan dönen içişleri bakanı yaptığı 15 dakikalık basın açıklamasında şunlara yer verdi : “ Çok olumlu istişarelerde bulunduk. Sayın Barbunya ile karşılıklı 'yüksek istihbarat' ve 'doktoralı enformasyon' sağlamak üzere mealen anlaşmaya vardık. Bir diğer önemli husus, komşularımızla (sadece Müslüman olanlarla tabi) kardeşliğimizi pekiştirmek adına sayın Barbunya’nın sevgili kızı Verengül’ü sayın başbakanımızın oğlu Dallama’ya Allahın izniyle istedik. Henüz Allahtan yazılı bir cevap gelmedi. Gelir gelmez sizleri bilgilendireceğim. Son olarak da pekeke lideri japon Sikimialan’ın arkasındaki derin devlet güçlerine ait ipuçları yakaladığımızı, bunun da Ergenekonla botanik bir bağı olduğunu istihbaratlarımız doğrultusunda düşünmekteyiz. Gördüğünüz gibi çok verimli bir seyahat olmuştur. Kesinlikle ülkenin parasını çar ve çur etmiyoruz. Bizler altın yaldızlı koltuklarda oturuyorsak bunlar sırf Türkiye’mizin ve halkımızın müreffeh bir yaşama kavuşması içindir. Bizler asla bir önceki dönem iktidarsızları gibi sizi yarı uyarılmış bir sik(ke) ile aydınlığa götürmeyiz. Bizler işimi ya tam yaparız. Bunu da likit yumurta, gemicik ve deniz feneri projelerimizde tüm dünya çok net bir şekilde görmüştür. Son olarak buradan Almanya’da olan dayımın köpeğine selam gönderiyorum ve babamın da billurlarından öpüyorum.” Evet bakanın basın açıklamasını sizlere aktardım. Elçiye zeval olmazmış.

Doğadaki zenginliklerin nasıl paylaştırılacağını “kapitalizm sistemi” belirler. İnsanlık tüm acılı denemeleri sonunda en doğru olduğunu kabul ettiği, yaşam kaynağını “ego” dan alan bu sistemi bütün benliği ile benimsemiştir. “Çalış senin de olur. Köşeyi dönmek senin elinde. Kafasını çalıştıran zengindir” mottosuyla kafası tütsülenmiş, hayalin miyop olduğundan bihaber yığınlar sistemin en sarsılmaz mekaniğini oluşturmaktadır. Merak ediyorum da çalışmak için çalışan kaç insan var? Mevcut olan yapı içerisinde hepimizin paraya ihtiyacı var. Paraya bağımlı bir yaşam tarzının aslında dünyayı kontrol eden finansal güç sahibi zümre için “köle havuzu” olması dışında hiçbir anlamı yok. Bu yazıyı yazıyor olmam bu gerçeği değiştirmeyecek. Ay sonu yaklaşıyor ve hepimiz faturalarımızı ödemek zorundayız. Tamam da şunu bir düşünün; bu ülkede nüfusun büyük bir bölümü sadece faturalarını ( hayatta kalabilmek için asgari harcama yapmak zorunda olduğu) ödeyebilmek için günde on saatten fazla sağlıksız, insanca muamele görmediği, makinenin bir dişlisi olarak görüldüğü beyaz yakalı elitler tarafından sömürülen bir atmosferde çalışıyor. (kendimi ayrı tutmuyorum, ben de bir beyaz yakalıydım) Sizi duyar gibi oluyorum sevgili okur “ Dümbük konuşmak kolay, çözümün nedir? Bi sen mi akıllısın a.q yerinde! Herkes farkında bunun ama yapacak bişiy yok, düzen böyle!) Elbette farkındasınızdır, buna şüphem yok! Lideri takip etmek lider olmaya yeğ edilir her zaman. Lider olmak, yol gösteren, yeni yollar açan olmak zordur. Haa, müdür olmak o ayrı. Müdür olmayı herkes hak ettiğini düşünür, o görevi yerine getirebileceğini düşünür ve herkeste bu forstan yararlanmak ister maddi-manevi. Çünkü müdürlük formel bir yapının içinde yaşam bulur. Belli kalıpları, bir çerçevesi vardır. Müdüre itaat iş akdinden, iş hukukundan gelir. Oysa liderlik bambaşka dinamiği olan bir kavramdır. Lider peşindekileri metazori sürüklemez. Lider olmak zordur. Herkes birgün müdür, parti başkanı, başbakan olabilir ama lider olamaz. Klişe oldu biliyorum ama herkes rakı içiyor diye rakı içmeyi bırakacak değilim. “Kes mavra okumayı da çözümünü söyle” diye hala diretiyorsanız, bişiyler karalamak farz olur o zaman.

1-Azami Gelir : Tıpkı asgari ücrette olduğu gibi kazanılabilecek gelirde de tavan bir ücret politikasının hayata geçirilmesini istiyorum. Bill Gates Microsoftu buldu diye, Şayenk CEO diye dünyanın nimetlerinden şanslı azınlık olarak faydalanmaları kabul edilemez. Daha da komiği şimdi bunların çocukları ve bilimum yakın çevresi doğal olarak bu mirastan faydalanacaklar. Miras olgusunun ortadan kaldırılmasını ya da yeniden yapılandırılmasını öneriyorum.

2-Vatandaşlık Geliri : Uygulanan ekonomik sistemin, devlet rejiminin yapısına , çalışıyor ve çalışmıyor olmasına bakmadan her bireyin dünyaya gelmiş yeter sebebi doğrultusunda asgari ücret gibi aptalca hesaplamalar sonucunda ortaya atılmış olan ama barınmayı, giyinmeyi, yemeği bile karşılamayan bir gelir yerine içinde insanca yaşamasını sağlayacak temel ihtiyaçlara ek olarak spor, sanat-kültür ihtiyaçlarını da kapsayan bir vatandaşlık geliri uygulamasını öneriyorum. Yüksek Lisans tezini bu konuda hazırlayacak olan arkadaşımın bilimsel çalışmasını da merakla bekliyorum. Bizimkisi bilimsellikten ziyade temenni veya kaba bir görüş olarak kabul edilmeli.

3-Özel sektörün kar marjlarının sınırlandırılmasını: Kriz dönemlerinde ortaya çıkan cığırtkan sermaye çevreleri nasıl ki vergi indirimi için zerre utanmadan taleplerde bulunabiliyorlarsa, biz onların köleleri olarak da karlarını minimize etmelerini, kriz dönemlerinde gerekirse zararına çalışmalarını edindikleri tüm servetleri bu dönemlerde işlerine tekrar aktarmalarını öneriyorum.

4-Gerçek Sosyal Devlet Anlayışı : Hikayeden kömür dağıtarak, 5 yılda bir kaymakamlık vasıtasıyla kimsesizlere zırnık kadar para dağıtarak sosyal devlet imajı yaratmak artık gerçekçi olmaktan çıkmıştır. Balık vermek yerine balık tutmasını öğretme zamanı gelmiştir. Devlet Planlamacılığı arttırılmalı ve geliştirilmelidir. Hadi iktisatçıları geçtim, öğretmenlerin sayısını planlamamak gibi abes bir durum da neyin nesidir be kardeşim? Ne kadar ihtiyacın varsa o kadar öğretmen yetiştir! Günü kurtarmak için kontenjanları sınırsız yap, sonra da insanların önüne KPSS gibi engeller koy. Tabi sen bu duruma da kapitalizm nosyonu çerçevesinde cevap verirsin : “ Kafası çalışan geçer, en iyileri ayakta kalır”!

İdeal olan ile yapılabilecek olan arasındaki farkın farkındayım elbette. Fakat mevcut koşullar içinde yapılabilecek olanları değerlendirmenin de yanlış olduğunun farkında siz olun. Şimdilik bu kadar yeter. Ayrıca belirtmemde fayda var hiçbir –izm e tabi değilim, hatta Nikizm e bile! Lenin’in de dediği gibi “Gerçeklik ancak gerçekliğin kabulüyle değiştirilebilir.”

İşsizliğin çok ciddi travmalara yol açtığı ortadadır. Hem toplumsal hem de psikolojik etkilerini görebilmek için gözlük takmamıza gerek yok. İşsiz olanlara ucube gibi bakıldığı ( kendi aileleri tarafından bile ) bu süreçte ayakta sağlam durabilmek herkesin kolaylıkla yapabileceği bişiy değil. Hele hele “ ne yaptın, hala bulamadın mı bir iş” tarzında bir soruyu düşmanının bile sormadığı şu günlerde patavatsız akrabalar, ucube tanıdıkların etrafta fink atıyor olması işsizleri ister istemez evlerinde hapis olmalarına itiyor. Aksi olsa ne yazar ki? Yıllarca arkadaşlarına kahve ısmarlamaktan haz almış biri bunu bugünlerde yapamıyor olmaktan dolayı suçluluk duyarken hangi sosyal ortama akabilir ki? Ya sevgilisi, eşi-çocuğu olanlara ne demeli? Bir işe yaramıyor olma hissiyatını, birilerinin eline bakıyor olma utancını hangi ikame yok edebilir ki bu günlerde bir işsizin dünyasından? Bu işsizliğin kalifiye olmamakla, dil bilmemekle bir alakası yok sevgili okur. Süper eğitimli insanlar, eskiden önemli görevlerde yer almış insanlar da bugün işsizler. 90 lı yılların başlarında üniversite terk apoletine haiz olman bile önemli bir avantajken o dönemde işe başlayan tipler -ki bunların çoğu ne bilgisayar bilir ne de yabancı dil- bugün üç dil bilen, en az 5 yıl tecrübesi olan, en az yüksek lisans yapmış, pro engineer, SPSS ve bilimum programları kullanabilen, yoğun çalışma temposuna ayak uydurabilecek ve 1.000 tl altında çalışacak köleler arıyorlar hem de pişkinlikle. Ulan a.q dümbüğü senin kifayetin, çapın ne lan? Seni liyakat testine soksak acep kaç puan alırsın? Miras ve kast sistemi ile koltukları ele geçirmiş zibidiler bugün bizlere hem ekonomi, hem endüstri hem de üstüne üstlük ahlak-etik dersleri veriyorlar haa bir de bizleri eliyorlar daha iyi mallar için. ( tabi ya sevgili okur, ne sandın sen, hepimiz maldan öte bişiy değiliz son tahlilde) Sakın ola o pazarlama, iletişim, ekonomi, kıçımın kenarı gurularını ciddiye almayın! Yeni mezun arkadaşlarıma da tavsiyemdir ; “CV hazırlama teknikleri”, “Etkili Mülakat Dili”, “İnsanları Etkileme Sanatı” vb. saçmalıklarla zaman harcamayın. Muz(bulabiliyorsanız orijinalini kullanmakta fayda var tabi) üzerinde blowjob alıştırmaları yapın. Bunda uzman olduğunuz oranda hayatta başarıyı yakalama şansınız artacaktır.

Türkiye’de “Sosyal Güvenlik” sistemi salt emekliliğe yaslanmış eğri bir zeminde yer alıyor. Bunu bile doğru düzgün işletemeyen vak’a bir sistemimiz var. Nedir sosyal güvenlik? İnsanlara, bugün ve gelecekte, çalışma koşullarını yitirmesi hali de dahil olmak üzere çeşitli risklere karşı, yaşamını sürdürebileceği sürekli bir gelir güvencesinin sağlanmasıdır. Sosyal güvenliğin gelişimi iş kazası, meslek hastalıkları ve analık sigortaları ile başlamış, daha sonra diğer hastalık, maluliyet, yaşlılık, ölüm ve işsizlik sigortası hakları kazanılmıştır. Bugün milyonlarca insanın yaşadığı problem işsizlik değil midir? Peki “çalışma koşullarını yitirmesi hali” tanımına “işini kaybetmek” girmez mi? Asgari ücretin 2/3 geçmiyecek şekilde bir işsizlik maaşını o da ciddi ön koşullara bağlı kazanılabilecek bir hak iken en uzun vadede 1 yıl boyunca ödemek palyatif bir çözüm değil de nedir? İşsiz kalmanın sadece mali yükleri mi vardır ki diğer boyutları görmemezlikten geliniyor? Pratik hayata dair çözümler sunan bir Sosyal Güvenlik sisteminde hastalık, işsizlik, yaşlılık,dulluk, iş kazası, meslek hastalığı, analık, sakatlık, ölüm ve aile yükleri, beslenme, giyim, konut ve tıbbi yardım fonksiyonları yer almalıdır.

Petrolü kontrol ederseniz ulusları kontrol edersiniz;
gıdayı kontrol ederseniz insanları kontrol edersiniz.
Henry Kissinger

Yeryüzünde, matematiksel olarak herkese yetecek miktarda gıda üretiliyor. Tarımın makineleşmeyle geliştirilmesi, verimin arttırılmasına yönelik bilimsel araştırmalar ve sulu tarımın yaygınlaşmasıyla insanlık tarihinde öncesi görülmemiş bir gıda üretim ve bolluğu söz konusudur. Hatta kişi başına düşen gıda miktarının yaklaşık 2,5 kg olduğu göz önünde bulundurulursa, açlığı bir kenara bırakın, insanlar dengeli beslenecek ve belki de aşırı kilolarından yakınacaklardı. Fakat, gerçekler ve mevcut durum bunun tam tersidir. Yeryüzünde yetersiz beslenen insan sayısı 888.280.854; bir gün içinde açlıktan ölen insan sayısı 17.330; bu yıl açlıktan ölen insan sayısı 4.178.911’dir. Diğer yandan, şu anda yeryüzünde 1.122.995.850 insan aşırı kilolarından şikayetçiyken, obezite hastalığına yakalananların sayısı da 334.610.467’dir. Neticede insanlar, dünyada yeterince gıda olmadığı için değil, alım güçleri ve paraları olamadığı için, yani yoksul oldukları için açlık riski altında hayatlarını sürdürüyorlar; yani bir yandan bazı insanlar açlıktan ölürken, diğer yandan bazıları da obez hastalığına yakalanıyor. Şimdi sevgili okur sen ve ben işsiz olsak da bir şekilde karnımız doyuyor ama ya hergün ölen 17.330 insan? Senin, benim bu ölümlerde hiç mi parmağımız yok? Dünyada gelir adaleti sağlanmış olsa bu ölümler olur mu? Dünyada savaşlara, teröre ayrılan bütçeler gelir dağılımı dengesi için sağlansa daha güzel bir dünya olmaz mı? Peki siktiğiminin politikacıları barış, huzur, aş, iş diye gazeller okurken nasıl olur da dünya bu halde olur? Çokuluslu şirketler mi politikacıları yoksa politikacılar mı çokuluslu şirketleri yönetiyor? Ya da bu iki kesim aynı potada mı eridi? 3 lük bize mi girdi? Hepimiz işsizken solcu, lotoyu tutturunca sağcı olmuyor muyuz?

Monday 21 December 2009

Bir Agnostiğin Geridönüşü

"Game is over" demiştik bir önceki yazımızda.(Siktir et onu, unut!) Kusura bakma okuyucu sözümü yerine getiremeyip tükürdüğümü yalıyorum, en azından şimdilik! Web sitesi hazırlayacak modda değilim. Akıp giden hayata adapte olacak modda ise hiç değilim! Bugün 21 Aralık, yani kışdönümü. Hergün karanlığın 1-2 dakika kısalıp, aydınlığın uzayacağı bir sürece giriyoruz. Fakat doğadaki bu aydınlanma ne ülkemizde ne dünyada ne de bende pek yok sevgili okur. Yazacak çok şey var ama gelin bugün size tekrar kavuşmamın fakat kendimi kaybetmemin formatına uygun bişiyler karalayalım.

Toparlanamaz bir düşünce çukuruna düştüm galiba çünkü; uzun zamandır bir türlü netleşmedi... Galiba en net hallerinden birisini sonsuzluk kavramı üzerine alıyor. Sonsuz nedir? Sonu olmayan kavranabilir mi? Ufuk çizgisi ve sonsuzluk kavramları karşılaştırıldığında durum biraz daha netleşiyor sanırım... Ufuk çizgisi insan gözünün uzaklarda son olarak gördüğüdür ama o çizgi bir bitiş değildir. Yada hiçbir zaman onu yakalayamaz çünkü her ileri adım atması ile ufuk çizgisinin bir adım ileri gitmesi nedenseldir. Ama bilir ki, ufuk çizgisi onun sadece gözünün yetersizliğinden beslenir. Daha yeterli hale, icat ettiği aletlerle getirdiği zaman, yeni bir ufuk çizgisi ile karşılaşır.

Sonsuzluğu da bir ufuk çizgisi olarak görmemem için mantıki bir sebep bulamadım... Sonsuz, sonunu bilmediklerimizin ufuk çizgisidir. Sonsuzun sonudur bu ufuk çizgisi . “Gelecekte aşılabilir yada aşılacaktır bu ufuk çizgisi” diyebilirsiniz ama her aşılmanın yeni bir ufuk çizgisi doğurmasını nasıl aşmayı düşünüyorsunuz ha? Bu aşılamaz olan kavrayış sınırımızdır diyesim geliyor a.q. Bu mutlak olan bir sınırdır. Yaratık ve ne kadar güçsüz olduğumuzun bir ispatıdır .... mutlaktır diyince “kimse mutlak üzerine konuşamaz çünkü dedikleri kendi fikirleri yani izafi şeylerdir” gibi düşünceler ile yanlışlanabildiği sanılıyor . Göreceliliğin kendisi mutlak mıdır? Bu soruya verilen olumlu cevap zaten görecelilik ile çelişir. Verilen olumsuz cevap (mutlak değildir), yani görecelik kuralı bazen işler bazen işlemez cevabı da kuralın işlemediği hallerde görecelilikle çelişkili olur.... bu mutlak olanın yadsınamazlığının ispatıdır.

Değişim kavramında anlatmak istediğimi örnekler. Her şey değişir önermesinin mantıksız olması, demek istediğimdir. Her şey değişemez çünkü değişim değişmez. Değişim diğer kavramlara bağlı olan ve onların değerlendirilmesidir. Gözlenen bir kavramın bir önceki zaman ile bir sonraki zaman arasındaki farkıdır. Bu gözlenen kavramlara ilk basamak dersek bu basamağa bağlı olan ve bu basamağın gözlenmesi olan değişim kavramını da farklı bir basamağa koymak gerekir. Farklı olan bu basamak kavrayış sınırımızın son basamağıdır. Son basamağı ilk basamakmışçasına düşünerek hareket edilse bile, son basamak sınırı aşılamaz. Çünkü diğerinin gözlemi, yani ilk ve son basamak ayrımı fiilin kendisinden meydana gelir. Her diğerini gözleyişin ve vardığın değişim yargısının iki öznesi de mutlaktır. Bu “ikilik” mutlaktır. Hangi özne ile kavramaya çalışırsak çalışalım, bunun böyle olduğunu görürüz...

Başka örnek olacak kavramlardan biri ise “bir” kavramıdır (sanırım bu örneği Permenides adlı filozoftan gördüm.). Mutlak olarak bir’in kavranamazlığına dair bir örnek. Kavrayabildiğimiz şeylerin içi ve dışı olarak açıklamaya çalışayım. Kavrayış sınırlarımızda olan her şeyin içi ve dışı olmak zorunda. Bundan kastettiğim, herşeyi diğerlerinden ayıran bir sınır çizgisine sahip olmasıdır. Burdan yola çıkıldığında, sınır çizgili olan her şey içinde bir dışarısı kavramı olması zorunludur. Sonuçta varılan nokta ise bir’i kavradığımızı iddia ediyorsak sınır çizgilerini ve böylelikle bir'in dışınıda buna bağlı olarak zorunlu bir şekilde ortaya atılmış oluyor. Ortaya atılan ise iddia edilen biri kavramak eyleminde aslına iki’nin olduğu ve iki’yi kavrarken üçün olduğu vb... Bunlardan çıkaracağımız basit sonuç ise sınırlı bir düşünme gücüne sahip olduğumuz değil de nedir ?

Tüm bunlardan sonra bir sonraki adım ve varılacak nokta ise tek kelimedir... bilinemezlik... güçsüz olduğun ve kavrayış sınırın ispatlandığında, bilemeyeceğin hakkında fazla bir şey söylemeye gerek kalmaz zaten. Bilinemezlik tek bilinebilecek olandır... Bilinemezlik ile ne açıklanabilir? Yada ne işe yarar, ne vaat eder? Bilemediğin bilginin senin açısından ne önemi vardır vs. gibi sorular hep bilmenin sonuçları üzerine kurulu... Bilinemezlik ise bu bilme eylemini gerçekleştiremeyeceğim gerçeğinin bir tesbiti,sınırı ve açıklamasıdır. Bu açıklama bilmenin yanında, tatmin edici olmadığı açık ama sınırlı olduğunu fark eden yaratıkların, tatmin olduğu da nerde görülmüş? Sınırlı olduğunu kavramak yani bilinemezliği fark etmek akıl sahibi yaratıklara özgü olabilir. Biz bu bilinemezlik bilgisini de fark etmeyebilirdik (tabi mantık ile farkediş nedensel ama. Sistem bunun fark edilmeyişi üzerine tasarlanmış olabilirdi. Böyle bir tasarlanmış sistemde yaşadığımızda, şu an karnı doymuş bir aslan(hayvan) kadar mutlu olurduk... ki bizim erişemiyeceğimiz bir mutluluk .... aslında bu mutluluğu insan bilinci ile değerlendirdiğinde, tamamen kendini kandırmaca. İnsan bilinçsiz ise böyle bir soru sorulması dahi söz konusu değil. Burada hayvanların hazlarını yüceltmek amacında değilim, ki terk edemeyeceğimiz bilinçte bize bu hazzın ne kadar mantıksız olduğunu söyler durur. Ve eğer bilinç bilinçsizlikten üstün tutuluyorsa, bilinçlinin hazzının da bilinçsizden üstün olduğu söylenebilir. Bu hazzı, bilinemezlik veriyor mu? Bilinemezlik sadece acı veriyor ve kendini bi bok sanarken aslında fasülyenin bile senden daha mutlu olduğunu fark ettiriyor.

Mutsuzluk yada hazsız olması, bilinemezliğin sonuçlarının hatalı olduğunu gösterir mi bilmiyorum. Belki kişisel olarak mutsuzluğu sapkın düşüncelere ya da inanç eksikliğine bağlamakta mümkün ki, sapkınların da diğerleri için tersini düşündüğü gibi. Önemli olan bilinemezliğin mantıki olarak yanlışlanması. Çünkü sonuçlarına bakarak, bu düşünce yanlış olmalı denebilir belki, ama sırf beğenmediğim için yada hazcılık için gerçekten vazgeçmem mantıksız olmaz mı? Şu anda bu düşünceyi mantıki olarak çürütmeye çalışıyorum.

Aslında son olarak, karmaşık olarak bir öz eleştiri yaparsam; böyle bir düşünceye ulaşmadan ki amacımın şu andakinden pek farklı olmadığını ve benzer nedenler ile benzer sonuçlara yol alabileceğimi hissettim...Hislerime sokayım!

Dün gece ufaklıklarla yaptığım telefon görüşmesinden bana ait almam gereken bir mesaj varmış gibi geldi.

Mert - ..dayiii , büyük fenerbahçe..mama yiyom
Naz - Dayı, Mert salatayı karıştırdı ve balığın üstüne tuz döktü
Anneleri - Hadi bakalım dayınıza "kendine iyi bak" deyin
Naz - Kendine iyi bak dayı
Mert - Dayi kendine gel...

2 yaşındaki yeğenim bile anladı galiba ne kadar dağınık olduğumu. Bugünkü dersimiz de burada sona eriyor. Bir dahaki dersi...
Evet, tekrar merhaba sevgili okuyucu.