Thursday 28 May 2009

Fısıldayan Ses


1.Sezon

İnsanlar , “özel hayat” adı altında bazı şeyleri ( izin verdikleri dışında ) gizlerler: Zayıflıklarını, utançlarını, komplekslerini, sırlarını, aykırı düşüncelerini, sevişmelerini, işemelerini…
Bununla birlikte yukarıda saydıklarımla aralarındaki korelasyonun güçlü olduğu bir çok şeyi de ortaya sererler: Diplomalarını, güçlü yanlarını, farklarını, arabalarını, ahlaklarını, kalçalarını, adalelerini, güzelliklerini…
Ambalajlama konusunda bu kadar iyi olan tek hayvan türü olmalıyız; en tehlikelisi de…

Bugün biraz Freudçuluk oynayacağım, onu da aşan. “Çuvaldızı kendine batırmak” sittiğimin deyimini arada sırada hatırlarız ya, hah işte ben kazığı çoktan kendime batırmış biri olarak üzerime işlenmiş ejderha dövmesi gibi taşımaktayım; hatta çok hoşuma gitmiş olmalı ki hiç de çıkarmamışım, arası sırası yok ! Kendini alabildiğince becermiş, becermeye de devam eden biri olarak son günlerde favori deyimimdir ‘kendini becermek’. Yalnız aletin evren mi yoksa beynim mi olduğu karanlık noktasını henüz aydınlatabilmiş değilim. Açık olan tek şey becerdiğim vajinanın kendim olduğu gerçeğidir.
Nietzsche okumuşlar, artı anlamışlar “üst insanı” bilirler. Yükseldiğin zaman yukarı bakmak zorunda değilsindir çünkü zaten yukarıdasındır. “İnsan Alt Edilmeli”… ne çarpıcı, ne doğru !

Bugünlerde hergün yaklaşık 5 km koşuyorum kendimden uzaklaşabilmek için. Eskiden koşarken kafamdaki düşünceler tarafından becerilmezdim ama artık bu durum koşuya da sirayet etmiş durumda. Bir kulüpte oynamayı bırakalı ve ciddi antrenmanlar yapmayalı 1-2 yılı aşmıştır. Tekrar bünyemi , bedenimi, ciğerimi zorlamak harika bir duygu. Terimin alnımdan süzülerek gözbebeklerimi yakması, kalbimin dışarı fırlayacakmış gibi çarpması, tamamen tükendiğimde “ savaş şimdi başlıyor” diyerek daha süratli koşmak ve nefes nefese kalmak…akabinde soğuk bir duşla ödüllendirilmek…nasıl bu kadar ara verebilmişim, şaşıyorum. Beynimi kemiren düşünceler, farkındalıklar, normal olamama hali gittikçe ağırlaşan şizofrenik bir boyut kazanmakta buna mukabil dışarıdaki hayat hep aynı kalmakta. Annem babam hala aynı, fuck’ılası akrabalar da iş dünyası, siyaset arenası da hep aynı . Eski sevgililer, eski eşyalar, eski alışkanlıklar hep aynı. Sittiğimin dünyasında , Lost deyimiyle “ The Others” lar hayatlarını ego ve öğretilmiş amaçlar uğrunda tüketirlerken farkındalık yaşıyor olmamaları onları normal ve mutlu kılarak varoluş sancısı çekenlerin çemberi dışında tutuyor. Onların güçlü motivasyon enstrümanları vardır: Aşk, din, para, şöhret…

2.Sezon


( Koşarken aklımda tezahür eden bir olayı anlatıyorum )

“ …bir haftada Lost’un 3 sezonunu bitirdim. Üçüncü sezonun son bölümünün sonlarına doğru , saçı sakalı birbirine karışmış, hergün bindiği uçağın düşmesini dileyen, bitmiş durumdaki Jack’in Kate’i arayıp havaalında görüşmek istediği sahne beni etkiledi. Adadan o insanları kurtarmak için herşeyi yapan Jack şimdi tekrar oraya dönmek istiyordu ama neden? Bunları aklımdan geçirirken o adada olmayı ben de diledim, uçmadığım halde uçağımın düşmesini ben de istedim. 30 yaşında cool, hoş, kafası çalışan ( others’ lara göre ) ama hep terkedilen bir adamım. Kendimi bildim bileli çalışmaktayım. Çıktığım kariyer basamaklarından tepe taklak yuvarlanmış biriyim.Kendimi sabote etmiş biriyim de denilebilir buna. Politik olamamak gibi zaaflarım da var. Üniversitenin ürettiği, bana öğrettiği bilgilerin iş hayatında kullanmada sermaye sahiplerinin geleneksel beyinleri ve egoları ket vururken, yaptığım işte sırf çok iyi kazanıyorum diye mutlu olmayı ve oluruna bırakmayı pek beceremedim. Bilimsel ve veri tabanlı çalışma anlayışı içime işlemişken geleneksel iş yapma mantığının büyük holdinglerimizde bile hakim olduğu bir ortamda artık olmak istemiyorum. Tenzih edeceğim firmalar ve şahıslar elbette vardır. Bilgi üreten, sorgulayan, geliştiren, kar odaklılığın hakim olmadığı üniversite atmosferi bana çok daha uygun gibi görünmekte. İki ay önce, doktora yapmaya karar verdim.Bunun için ilk olarak KPDS ve ALES sınavlarına girdim.

Konu dağılmasın, hala aklımda spontane beliren mülakatı anlatıyorum. Doktora mülakatına gireceğim üniversiteye Çağan Irmak panelist olarak katılmıştı. Saatime baktığımda mülaakata henüz bir saat vardı. Panele bir göz atmak istedim. İçerisi kalabalıktı. Öğrenciler heyecanla soru sorabilmek için sıranın onlara gelmesini bekliyorlardı. İçeride gazeteciler ve televizyoncular da vardı. Sıkılmıştım. Cevabını çok merak ettiğim bir soruyu sormak isteyerek elimi kaldırdım. Çağan beni işaret ettiğinde tüm salon sessizliğe büründü ( ya da bana öyle geldi ). Soğukkanlıkla ‘ Sayın Irmak, Issız Adam filminizi izledim ve doğrusu Ada karakterinize bayıldım. Biliyorum birçok erkek Issız Adam’a bakarak etrafına “ aynı ben lan, ben de onun kadar hatunlar götürüyorum” yönüyle bakmıştır. Kendimi tenzih etmiyorum, ben de aynısıyım, merak ettiğim şudur: Ada’ya ayrılmak istediğini söylediğinde sokağa taşan dram sürecinde Issız Adam ( karakterin ismini hatırlayamadım ) Ada’ya “ Kanımda mikrop var, söküp atmak istiyorum ama yapamıyorum. Seni mutlu edemem” demişti. Benim asıl merak ettiğim sizde de bu mikrop var mı, varsa aşısı sizde mevcut mu, mevcut ise bana da 1-2 doz verebiir misiniz? ’ sorumu sordum. Cevap verilmedi. Beynim kendi ilişkilerime yoğunlaştı. Harika zaman geçirdiğim harika kadınlar girmişti hayatıma. Şimdi ise yalnızım. 2-3 tanesi hariç kalanları benden nefret ediyorlar. Kadınlarla ilgili eğer bir şansım daha olacaksa bunun son fırsatım olduğunu düşündüm. Issız Adamın düştüğü duruma düşmeyi istemediğimin farkındalığına vardım; ve kendi Ada’mı ıskalamamak için hazır olmam gerektiğinin de.

Saatime tekrar baktığımda mülaakata 10 dakika kaldığını gördüm. Hemen mülakatın yapılacağı salona doğru fırladım. Bir kurul önünde mülaakat başladı. Klasik ve teknik sorular soruldu. En sonunda neden doktora yapmak istediğim soruldu. Cevabım aynen şöyle oldu:
‘ Bakın, doğru adayı seçmeye çalıştığınızı biliyorum. Kendimi size çok iyi pazarlayabileceğimi de biliyorum. Fakat bunun yerine izin verin de düşüncelerimi ifade edeyim. Yaşım 30. Birçok işte çalıştım. Alttan üst kademeye kadar bir çok görev aldım. Buraya sadece 3 milyon işsizden biri olduğum için gelmedim, buraya diğer iş alternatifleri tükendiği için gelmedim. Buraya para için de gelmedim. Para için gelmiş olsaydım eğer, sizin en azından 2 katı maaşınızı bırakıp istifa etmiş olmazdım. Para benim umurumda değil. Para elbette yok sayılamaz, önemlidir. Ama ben parayı bir BMW, bir villa, yeni oturma grubu ya da yeni bir cep telefonu alabilmek için istemiyorum. Akşam eve geldiğimde kitabımı okurken yudumlayacağım viskimi alabilmek, mecburen oluşacak olan su, elektrik,internet, telefon, kira vb. faturalarımı ödeyebilmek, kitaplar alabilmek, deniz kenarında bira içebilmek, seyahat edebilmek, dostlarıma kahve ısmarlayabilmek için istiyorum. Akademik hayata katılmak istiyorum çünkü özel sektörün salt kar amacı güden anlayışının yer aldığı, sermaye sınıfının kazancını artırmak en azından sabitlemek için çevresine şirin gözükmek için birçok şeyi hukuka ve etiğe uydurarak faaliyet gösterdiği, sosyal adalet ve gelir dağılımı konularının onlar için sadece amaca giden yolda göstermelik kullanılacak araçlarmış gibi algılandığı bir atmosfer benim kişiliğime uygun değil. Pazarlama gurusu veya Koç olmak ise hiç umurumda değil ( burada daha sert olup “pipimde değil” demek isterdim ). Kafayı Nietzsche ile bozmuş biri olarak diyebilirim ki dünyanın en akıllı adamı o’dur. Ama ben dünyanın en büyük adamlarından biri olan Atatürkün yolunu seçmek isterim. Birşeyleri değiştiren, birşeyler yapan, dönüştüren, inşaa eden. Kendimi kendimden kurtarmak, değiştirmek istiyorum. İşte bu yüzden aranıza katılmak istiyorum. Teşekkürler’ “. Bla bla bla…
Koşarken aklımda beliren mülaakat işte buydu. Yaşam çelişkilerde dolu. Zaten dolu olduğu tek yanı bu! Birçok normal insanın sahip olduğu yaşama sahip olamayacağım açık. Bazen Kurt Cobain gibi kafama sıkmak istediğim de olmuyor değil. Zaferin yaşamaya devam etmek mi yoksa ölebilmek mi olduğu konusunda tıpkı kendimi becerdiğim aletin ne olduğu konusundaki gibi belirsizlik var. Bir kere bu anafora kapıldın mı kurtulmak çok zor oluyor. Sen çıkmak için her kulaç atışında dipsiz kuyuda bir adım daha aşağıya düştüğünün farkında olmazsın. Araf’tayım ve hangi yoldan gitmeliyim bilemiyorum. Dünyanın saçma sapan şeyleri aklımı yitirmemek için gerekli ama diğer yandan da bunların saçmalık olduğunu fısıldayan çok daha güçlü bir ses var beynimi .iken!

3.Sezon

Sonuç bölümünde yazıdaki ana mesajı vermem gerekirse; diyeceğim şudur : Yaşamı biz seçmedik, ailemizi, komşularımızı, rengimizi biz seçmedik. Değerli-değersiz, vasıflı-vasıfsız, paralı-parasız, eğitimli-eğitimsiz gibi bize yüklenen sıfatların izafiyetinden bahsetmeme gerek yok herhalde. Anadolunun ücra köşesinde doğan biri ile en iyi hastanelerde, en iyi doktorlar refakatında doğan holding mensubu biri eşit haklara sahipmiş. Daha vasıflı, daha ehil, daha akıllı olduğumuzu ıspat etmek için türlü sınavlardan geçmemiz gerekiyormuş. Hayatın her alanında karşılacağın durumlar için uydurulmuş prosedürler, kültür kalıpları, teyamüller, vecizeler varmış. Masallar, ninniler, hikayeler…
Bizden uymamız beklenen rota : iyi eğitim almak, iyi para kazanmak, evlenip çocuk yapmak,topluma faydalı olmak, modern uyuşturucularla uyutulup büyüklerimizin dediklerini yapmak. Mesaj mı? Git kendini fazla becermeden…

No comments: